23 Şubat 2015 Pazartesi

Sorun Yumağı Konyaaltı Sahili Proje Yarışması

2014 yaz aylarında yerel seçimin hemen ertesinde bundan böyle şezlong, şemsiye gibi kıyı
mobilyalarından halkın ücretsiz yararlanacağı müjdeli bir şekilde açıklanmıştı. Geçici olduğu baştan belli olan bu uygulama sonrasında Eylül ayında Antalya Büyükşehir Belediyesi bu kez,  “…Mimar, Plancı ve Peyzaj Mimarları’nın bilgi, deneyim, yenilikçi ve çağdaş bakış açılarına güvendiklerini, kent kimliğinin gelişmesine katkı koyması açısından Müze önünden başlayarak Varyant ve Konyaaltı plajlarından Limana kadar uzanan sahil şeridini yarışma yoluyla, uluslararası düzeyde örnek gösterilebilecek, özgün bir proje elde etmek üzere yarışma düzenlediğini” açıkladı.

Yarışmanın Koordinasyonunu Mimarlar Odası Antalya Şubesi üstlendi. 2014 aralık ayında da yarışmada birinci seçilen proje açıklandı. Sonraki günlerde çeşitli toplantılarla proje kamuoyuna tanıtıldı. Açıklandığına göre meslek odaları, STK lar ve  basın aracılığı ile on binlerce kişiye duyuru yapılmış ancak çok az sayıda insan ilgi gösterip proje hakkında öneride bulunmuş… Geçen günlerde Mimarlar Odasında Çağdaş Hukukçular Derneğinin kent ve çevre çalışma grubuna da sunum yapıldı. Bu sayede şartnameyi, projeyi inceleme ve değerlendirme imkanımız oldu.

 
Yarışmada birinci ilan edilen projenin açıklama metninin amaç ve hedefler başlığı altında, kent kimliğini güçlendirmek, kıyı kullanımlarını zenginleştirmek; her türden kullanıcı için erişebilir ve algılanabilir kılmak,  yayalaştırmayı özendirmek; ulaşım ve erişim olanaklarını güçlendirmek; kente yeni odak alanları yaratmak,  yakın çevresindeki yaşam alanları ile bütünleşmesini sağlamak üzere tasarım yaklaşımları ifade edilmiş. Bu amaçla müdahale alanları ve izlenecek yollar açıklanmış ve alan yönetimi hakkında önerilerde bulunulmuş.
 
SORUNLAR, SORUNLAR, SORUNLAR…
 
Öncelikle belirtmeliyim ki; hem şartname hükümleri bakımından, hem de yarışma sonucunda elde edilen projenin uygulanabilirliği konularında sorunlu fiili ve hukuki konular var.  
 
* Projeyi bize tanıtan proje müellifi Mimar Şemsettin Tugay, projelerinin yaklaşık 1.500.000 m2 lik alanı içine aldığını belirtti. Ancak Şartnamede sınırları belirtilen yarışma alanı yaklaşık 420.000 m2 olarak açıklanmış…
 
* Proje müellifi projemizde asla değişikliğe izin vermeyiz açıklamasında bulundu.  Şartname ve sözleşme taslağı bunun tersini söylüyor. “… Ödüle layık görülen projenin fikir projesi olması nedeniyle jüri, kent halkı, meslek ve sivil toplum örgütleri ve Belediye önerilerinin göz önüne alınmasıyla kesinleşecek avan proje ve bu proje çerçevesinde Belediye tarafından müelliften istenecek yapılara ait projelerin düzenleneceği açıklanıyor. Diğer bir deyişle, projenin son sözünü ve şeklini Büyük Şehir Belediyesi verecek.
 
* Proje müellifi, “Dumlupınar Bulvarı ve Beach parkın tapu kayıtları elimde, Büyükşehir ve Defterdarlık dışında kimse bu alanda tasarruf sahibi değil derken, Mimarlar odası başkanı da “biz Maliye ile görüştük, sorun çıkarmayacaklar açıklaması yaptı. Ancak aynı alanda Karayolları Genel Müdürlüğü, Vakıflar, Meltem davası hak sahiplerinin ve ihdas yoluyla ilçe belediyelere geçecek mülkiyet haklarının varlığı bilinen bir gerçeklik.
 
* Sahil şeridi boyunca yer alan ve Beach Parkta devam eden karayolunun öngörülen plan değişikliği sonucunda Konyaaltı Belediyesi ve Muratpaşa Belediyesi de alanda söz sahibi olacaklar. Üstelik düzenleme alanı ile iç içe olduklarına göre yarışmada neden taraf olarak yer almaları istenmediği ?  soruldu. Verilen cevapta, Büyükşehir Belediyesi, karayollarının mülkiyetini Karayolları Genel Müdürlüğünden devir alacağı için buna gerek görülmediği belirtildi. 
 
Oysa, yoldan ihdas ile oluşan mülkiyetin ilçe belediyesine geçişi söz konusu olduğundan müellifin ve mimar odası başkanının belirttiği gibi Karayollarının Büyükşehir’e mülkiyetinin devri konusu tartışmalı ve ifade ettikleri gibi gerçekleşebilir bir yöntem olarak görülmemektedir.
 
Kaldı ki Karayollarının tamamen kamulaştırılmış bir alan olup olmadığı da açıklanmadığı için bilinmemektedir.
 
Bu koşullarda düşünülen yöntemin gerçekleşebilir olması bir tarafa, hülle yoluyla ilçe belediyelerini by-pass etmek niyeti ile hareket edildiği tartışmadan uzak bir konudur.
 
Bu “hülle” gerçekleşir mi bilinmez. Ama  Meslek Odalarının bu koşullarda ve bu denli sorunlu alanlarda düzenlenen yarışmanın öznesi olmaması beklenirdi. Belediyeler arasındaki çekişmeler arasında sıkışıp  kalmaması, özellikle planlama anlayışı, ve yarışma koşulları bakımından kendilerini de içine alan tartışmalı bir ortama neden olmamalıydılar. 
Ne yazık ki sorunlu konular buraya kadar anlatılanlarla da sınırlı değil…

 
* Beach Park alanı 1982 yılından itibaren Turizm Alanıdır ve planlama yetkisi Turizm Bakanlığındadır, bu yetki devri alınıp, alınmadığı şartnameden ve tarafların açıklamalarından anlaşılamamaktadır… 
 
* Bilindiği gibi her kış mevsiminde dalga boyları karayollarına taşmaktadır. Boğaçayı köprüsü, yollar, kaldırımlar, setler, parmaklıklar zarar görmektedir. Bu duruma karşın mevcut kıyı kenar çizgisi revize edilmeden neden düzenleme yapılmasına ön ayak olunmuştur? sorusuna verilen cevap bu alanlarda yapılaşmaya gidilmeyecek şeklindedir.

Oysa yapılaşma yalnızca bina değildir. Projeye göre; soyunma kabinleri, duş, wc, 24 adet büfe, depo yapıları ile kıyı mobilyalarının da yer aldığı açık alan düzenlemeleri bu haliyle risk altında olacaktır.     
 

* Proje müellifi, sahil şeridi ile bağlantı yolları bakımından Ulaşım Ana Planında değişiklik önerdiği için ilgililer tarafından görüşmeye çağrıldığını açıklamıştır. Ancak ulaşım ana planında değişiklik önerisinin hangi uzmanlık çalışmasına dayalı olduğu açıklanmadığı için anlaşılamamıştır. Bu konudaki yaklaşımların “gerçeğe uygunluğu” ilgili kurumlarca kamuoyuna açıklanmalıdır…
 

* Yine proje müellifi, otoparkların nereye yapılacağının tam olarak belli olmadığı, sadece Dumlupınar bulvarında yeraltı otoparkının belli olduğu, gerekirse deniz seviyesinin de altında otopark yapabileceğini açıklamıştır.

Otopark alanlarının belirsizliğinin nasıl çözüleceği ve deniz seviyesinin altında düşünülen otoparkların yapımı ile doğacak ciddi ek maliyetlerin de kamuoyuna açıklanmasında yarar vardır. Kamusal kaynaklarımızın nasıl harcandığını kamuoyunun bilmesi gerekmektedir.
 

* Beach parktan limana kadar uzanan sahil şeridi boyunca karayolları ile bitişik imar adalarında önerilen düzenlemeler için yöneltilen sorulara yapılan açıklamalardan anlaşıldı ki bu alan tamamen hayal ürünü olarak resmedilmiştir.  Diğer bir deyişle yeniden planlama yapılması gerektiği, bu alanlarda gerçekleşecek yeni yapılaşmalar için proje önerdiklerini, mevcut yapıların da önlerindeki duvarlarını yıkmaları gerektiğini, bu şekilde projenin  “öngörücü nitelikte bütünleştirici kentsel tasarım stratejisini” tamamlayacağı belirtilmektedir.

Bu durum da göstermekte ki, bu amaçla yapılacak düzenlemeler için de Konyaaltı Belediyesi işin içinde olmalıdır. Çünkü plan değişikliği ve uygulamaları bakımından ilçe belediye meclisinin kararına ihtiyaç bulunmaktadır.
 

Konyaaltı Belediyesi ilgilileri ise bu konuda suskun kalmaktadır. Kendi sınırları içinde bulunan hak sahiplerine ilişkin önerilen düzenlemeler hakkında ne düşündüklerini kamuoyunun bilgilenme hakkı bulunmaktadır.   
 

YARIŞMA YETERLİ OLMAMIŞTIR…
 

İşin esası bakımından fikir olarak bu alanın yarışma ile elde edilmesi etkinliğine eleştirilecek bir yan olmamalıdır… Ama bu etkinliğe temas ettiğinizde ortaya ciddi soru işaretleri çıkmaktadır. Mülkiyet uyuşmazlıkları, gerçekleşmesi gereken plan değişiklikleri, revize edilmesi gereken düzenlemeler, ilçe belediyelerle ilişkiler konuları kamuoyunda aydınlatılması gerekmektedir. Hiçbir bahane ile bu konuların üzeri örtülmemeli ve hiçbir kurum veya kişi aracılığı ile sorunlar perdelenmeye çalışılmamalıdır.
 

Tüm muhatapların dışlanmadığı ve ilkesel olarak göz önüne alınması gereken konuların arka plana itilmediği bir çalışma veya yarışma sanırım çok daha kucaklayıcı ve çok daha geniş bir kesimin projeyi sahiplenmesini sağlayacaktır.  Proje müellifinin, Konyaaltı Belediyesi ve Muratpaşa Belediyesine projesinin tanıtımı için mesaj gönderdiğini ama dönüş olmadığı açıklaması bu eksikliği gidermemektedir. Zira muhataplık işin başında, örneğin danışma kurulu oluşturulurken, şartname koşulları hazırlanmadan önce düşünülmesi gereken bir konudur…
 

Parça parça uygulamaya geçeceği ve öncelikleri Büyükşehir belediyesinin belirleyeceği anlaşılan  bu  proje kamusal bir alanla ilgilidir. Fazlasıyla belirsizliği ve eksikliği olan projenin bu haliyle yarışma ile elde edilmiş olması sonucu değiştirmemektedir. Yarışmanın yeterince hazırlanmadan ve detayları değerlendirilmeden aceleye getirildiğini tespit etmek sanırım abartı olmayacaktır.
 

ESAS AMAÇ NEDİR ?
 

Göz alıcı resimlerdeki notlardan anlaşıldığı kadarıyla düşünülmemiş aktivasyon ve canlandırma yok gibidir ama proje açıklama metnindeki alan yönetimi önerileri “paran yeterli değilse bu bölgeden uzakta kal” mesajı vermektedir.
 

Kıyılardan ayrımsız herkesin yararlanması, bunu engelleyici hiç bir düzenlemeye yer verilmemesi gerektiği ilkesini görmezden gelen bu proje açıklama metninde, belirli alanlara yerleştirilecek şezlong, şemsiye vs. mobilyaların kiralanması ve işletmecilik işinin büfeler eliyle yürütülmesi önerilmektedir.

Bu demektir ki, büfeler kısa bir süre sonra kapladıkları alanlarını genişleterek cafeler haline gelecek ve sahillerimizde yine bodyguardlarımız boy göstermeye devam edeceklerdir.
 

Projede önce yer alan daha sonra eleştiriler üzerine kaldırıldığı belirtilen çekeklerin nasıl ki sahilin en gözde köşelerinden olan varyantın hemen dibindeki sahil kullanım alanını engellediği kabul edildiği belirtiyorlarsa, sahil boyunca da herhangi bir işletmecilikten ve bu alanın ticarileştirmesi fikrinden de vazgeçilmelidir…
 

Sahillerin kullanımına yönelik düzenleme amacı herkes için eşit ve serbestçe denizden, kıyısından, güneşten yararlanması, dinlenmesi, eğlenmesi ve hoşça vakit geçirmelerinin sağlanmasıdır. O nedenle Konyaaltı sahili boyunca bu amacı ortadan kaldıracak, engelleyecek ve bu alanın ticarileştirilmesine yol açacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir. Şezlong, şemsiye vs. türünden kıyı mobilyaları için kimseye sahilde alan tahsis edilmemelidir… Eğer bu mobilyalar olmalı deniliyorsa, ticari amaçlarla kiralanmamalı, herkesin ücretsiz kullanım imkanı sağlanmalıdır… Tıpkı park, bahçe, oyun sahası, spor alanlarındaki banklar, gölgelikler ve diğer aparatlar gibi ilgili belediyeler bu kıyı mobilyalarının da temininden, korunmasından ve uygun kullanımından sorumlu olmalıdır.
 

Ayrımcı uygulamaları destekleyen seçkinci anlayışların, paralı kullanımlarla kendilerine özel, “nezih”, “steril” alanlar yaratma niyetlerini kamusal alanlarda gerçekleştirmelerine izin verilmemelidir. Kamusal alanlarda öngörülen düzenlemeler ve etkinlikler asla dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmamalıdır.
 

YENİ BİR ÖNERİ …
 

Üzerinde durulması gereken bir başka önemli konu dolmuş parasını dahi düşünerek yaşayan geniş halk kitlesinin sahil bandına en dolaysız ulaşımı ve buradan yararlanması konusunda kayda değer bir öneri geliştirilememiş olmasıdır…
 

Örneğin okulların kapalı olduğu yaz aylarında kentin kenarlarına uzanan  mahallelerden başlayarak belirli aralıklarla ücretsiz seferler düzenlenmesi belediyeler için çok mu külfetli olur ?
 

Her ramazan ayında ücretsiz iftar sofraları kuran belediyelerimiz, halkımızı deniz ile ve 72  milletten insanla buluştursa, sosyal ve kültürel kaynaşmayı bir de bu yönden denese, özellikle yetişecek yeni nesillerin daha çok insanla, daha farklı davranış kalıplarıyla teması bu yolla da sağlansa, diyalog, hoşgörü, kimseyi rahatsız etmeden bir arada yaşama kültürüne katkıda bulunsa, belediyecilik anlayışlarına çok mu ters düşer ?   

Meslek edindirme kursları yanına belediyelerimizin bu alana da kaynak aktararak çeşitli etkinlikler düzenlemesi toplumsal gelişmemize ciddi katkıda bulunacaktır. 
 

Zira bu alanlar öncelikle sosyalleşmenin, kaynaşmanın, dinlenmenin, kendini yenilemenin, rutinin dışında yakınlarıyla ve diğer insanlarla dolaysız bir arada olmanın, kendin gibi olmayanlarla temas kurmanın, öğrenmenin, düşünmenin, okumanın, eğlenmenin, rahatlamanın, sayılamayacak kadar çok yediden yetmişe farklı duygu ve davranışın bir araya geldiği alanlardır.
Bunun için öncelikle temiz deniz, temiz sahil, kolay ulaşım ve wc-duş-içecek su gibi en temel ihtiyaçlara güvenlik içinde kolay ulaşabilme ve zahmetsiz, külfetsiz, hijyenik koşullarda yararlanma imkanlarının sağlanması yeterli olacaktır. 
 

SON SÖZ
 

Paran kadar yararlan demeyen, para harcamaya özendirip yönlendirmeyen,  ayrıştırıcı, dışlayıcı olmayan, yurttaşını zenginleşme aracı olarak görmeden öncelikle ihtiyaçlar üzerinden düzenlemeleri öngören, yani toplumcu, yani eşitlikçi, insan merkezli kamusal alan planlamaları ve uygulamaları zor değildir.

Yeter ki bu konuda irademiz olsun. Olsun ki “fikrimizi”, “projelerimizi” bu irade için geliştirelim.

Ne yazık ki Konyaaltı sahilleri için düzenlenen proje yarışmasından ve bu yarışmadan elde edilen fikir projesinden böyle bir “irade ve niyet” göremiyoruz.

Belli ki kural tanımaz neo-liberal rüzgarın derinleştirdiği eşitsiz yaşam koşulları ve bu koşulların mağdurlarına, kamusal alanlarda da yeterince hayat hakkı tanınmak istenmiyor…    23.02.2015

28 Ocak 2015 Çarşamba

Dayanışma Zamanı

Gelir adaletsizliği, işsizlik veya ne türden olursa olsun ayrımcı uygulamalar, eşitsiz yaşam
koşullarının ürünüdür… Bu nedenle toplumun önemli bir kesimi kendilerini özgürce ifade edemez; ülke veya kent yönetimlerinde sözü dinlenmez, örgütlenme koşulları olabildiğince sınırlandırılmıştır… Kuşkusuz bu durum çıkarları birbirine karşıt anlayışların ve yaşam biçimlerinin, birbirlerine üstünlük sağlama, yönetme mücadelesi sonucudur.

Yaşam alanlarımız bu uygulamaların en somut, her gün içinde bulunduğumuz en canlı örnekleridir… Kimi yerleşimlere sağlanan imkanlar veya imkansızlıklar bakımından kentler, artık geniş halk kesiminin küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği, karşı gelenlere zor yetkisinin kullanıldığı yerleşimlerin adı olmuştur. Bir tarafta steril, ayrıcalıklı, korunaklı; diğer tarafta her türlü tehdide, baskıya açık, güvensiz, korku ve yoksunluğun egemen olduğu yaşam alanları…    

Yaşam alanlarımızın “yerel ihtiyaçları karşılayan ve bunlara yönelik hizmetleri sunan” yerel yöneticiler aracılığı ile yönetildiği söylenir… Ancak mevzuat ve uygulamalar bakımından konu bu kadar da sade değildir. Zira yöneticilerimiz de sonuçta benimsenen devlet yapısının, siyasi ve ekonomik işleyişin, ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde söz sahibi olanların veya olmak isteyen anlayışların aktörleri olarak yaşam alanlarımızda sahne alırlar… 

Yerel aktörler, herhangi bir alanda ihtiyacın olup olmadığı ve varsa hangi ihtiyacın giderilmesine öncelik tanınacağı, bu ihtiyacın hangi yolla ve kimlerin aracılığı ile çözüleceği konularında tasarruf sahibidir… Bu aktörlerin öncelikleri belirlerken kimlerin etki alanında kalarak kararlar aldığı, kaynakların neye göre kullanıldığı ise yaşam pratiğinde kendisini göstermektedir.

En kaba hatlarıyla denilebilir ki, son 20-30 yıllık süreçte küresel sermaye kuruluşlarının direktifleri ile yeniden yapılandırılan ve piyasa koşullarına terk edilen kamusal hizmetlerin hemen tamamı ticarileştirildi ve yerel aktörler de bu büyük pazarın ihtiyaçlarına ve ilgisine göre şekillendi. O nedenle yerel yönetimler tam anlamıyla sermaye dünyasının, iktidar ve çevresinin beklentilere uygun olarak zenginleşme, palazlanma alanı oldu.…                                                               

Artık tartışmasız bir şekilde yerel yönetimlere aktarılan kaynak, gerçekleştirilen yatırım, üretilen rant ve rant paylaşımı dolaylı veya doğrudan, esas olarak sermaye dünyasının havuzunda toplanıyor. Bu sürecin sonucunda ulaşımdan temizliğe, elektrikten suya, park bahçe işlerinden otopark sorununa kadar aklımıza gelen her türlü olağan işler bile piyasa koşullarına terk edilmiş durumda.  Bugün hiç olmadığı kadar neo-liberal saldırılara boy hedefi haline getirildiğimiz zamanları yaşamaktayız Ve böyle giderse gelecek günlerde bugünleri de arayacak kadar vahim gelişmeler yaşayacağımızı öngörmek için ekonomist, toplum bilimci olmaya gerek yok sanırım.

O nedenle toplumsal olandan yana, demokratik planlama, katılımcı yönetim gibi uygulamaların ülkemizde karşılığını ve muhatabını bulmak neredeyse imkansız hale geldi…
Örneğin bir yurttaşın aylık olarak tüketebileceği ortalama su ve elektrik gibi en temel ihtiyaçların karşılıksız bir kamusal hizmet olarak sunulması neden düşünülemez? Bu noktadan o kadar uzağız ki sayaçları nasıl daha hızlı çevirmesini sağlarız da hem sayaç firmaları hem de işletmeci kuruluşlar kazansın üzerinden işleyen sistem hepimizi çemberi içine aldı, alıyor. … Bu uygulamaların sahibinin  kamu kuruluşu olup olmadığı da fark etmiyor artık. Karlılık esasına göre çalışan ASAT’ın su hizmetlerine bakarak kamu kuruluşu diyebilir misiniz ? Elektrik hizmetleri teslim edilen CLK dan ne farkı var ? Aralarındaki en önemli fark ASAT da sahne aktörleri değişirse, seçimden seçime yöneticileri değişir, CLK ise zarar ederse her şeyi değişir. Onun için maaş günleri göz önüne alınarak 2-3 ay sayaç okunmadı, mağdurların ödemelerine kolaylık sağlayacağız açıklamaları göründüğü kadar masumane olmasa gerek, zira ilk akla gelen o ki, şirket 2-3 ay tahsilat yapmadığına göre 2014 zararla mı kapadı ? bir o kadar vergi mi vermeyecek ? bundan dolayı yatırımlar mı aksayacak ? sorularını kim takip edecek ? Bu sistemi kurup bu sistemden beslenenler mi ?

Yöneticilerin tüccar, yönetilenlerin müşteri olarak konumlandırıldığı bu koşullarda,  yatırımları da projeleri de, yerel ihtiyaçları karşılamak üzere sunulan hizmetler olarak tanımlamak mümkün görülmüyor…Zira temas ettiğiniz her projede ve yatırımda sermaye dünyasının, yandaşlarının, işletmecilerin, pazarlamacıların öngörüsü ve beklentileri öne çıkmaktadır.…    

Onun için bu tür konular pek halkın gözü önünde tartışılmaz, Onun için kimi girişimler için fikir projesi, göç yolda düzelecek naifliği içinde kendinizi ve halkı avuttuğunu düşündüğünüz sözleri sarf etmekte sakınca görmezsiniz.

Örneğin Konyaaltı projesi, Boğaçayı  ve Dokuma projesi bugünlerin gündeminde olan konular..

Mülkiyet ve planlama sorunları çözülmeden düzenlenen, katılımcıları arasında da kriterleri bakımından tartışmalı bir yarışma sonucunda Konya altı sahil şeridi projesinde öngörüldüğü söylenen ticari alan yoğunluğu ile beraber sahil şeridinde denizden yararlanmanın da ancak parası olanlara imkan tanıyacağı kaygısı çok mu abartılı bir kaygıdır ? 

Yer altı su kaynaklarına vereceği zarara kesin gözüyle bakılan Boğaçayı projesi, dere yatağının debisiyle oynanması, 40 km deniz suyunun içeriye taşınacak olması gibi düzenleme söylemleri karşısında yurttaşların kullanacağı suyun başına gelecekleri ve kış aylarında azgınlaşan Boğaçay’ını düşündükçe saçlarının diken diken olması gereksiz bir telaş mıdır ?

Henüz bir proje olarak dahi ortaya konulmamışken, alanın değerlendirileceği açıklamasının ardından “dokuma kurtarıldı” diye ortalığa atılanların; kimin ne yapacağı, nasıl olacağı bile belli olmayan projeler için dahi  peşinen kime ve neye dayanarak kefil oldukları merak uyandırmaz mı ?

Toplumun zenginlik kaynaklarını, ormanları, zeytinlikleri, dereleri, denizleri, tarihsel mirasları paraya tahvil edilebilecek her ne varsa her şeyi kenti güzelleştirme, esnafı, tüccarı memnun etme, istihdam alanı yaratma adı altında projelendiren, itiraz edenlere “bizim bilincimizle düşünemedikleri için bizi ve ne yapmak istediğimizi anlayamıyorlar diyen ve yüzyıllık bir parantezi kapatacağız iddiasıyla hareket eden bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız.

Gerçi nalıncı keseri gibi kendilerine yonttukları bilinçlerini ve yüz yıl öncesinin hikayelerini bir tarafa bırakacak olursak, ortada anlaşılmayacak karmaşık bir durum görülmüyor. Küreselleşme zamanlarının neo-liberal düzeninden aslan payını elde etmek uğruna toplumun erkek egemen, cinsiyetçi, anti demokratik, en ilkel ve çağın gerisinde kalmış damarlarından destek alırken tevekkülcü biat kültürünü benimsememizi, hiç olmazsa kabullenmemizi istiyorlar.  Yoksa sanatçıların toplanma yeri ANSAN’daki tahammülsüzlükleri ya da politikacı transferleriyle biz de her yol vardır diyorlar…

Tüm bu yaşadıklarımız bizim gerçekliğimizdir.

Madem ki yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya gündelik yaşantımıza, bilincimize, davranışımıza müdahale eden siyasi ve ekonomik bir atmosferden geçiyoruz; o halde bize düşen hayata, insana ve doğaya dair yapabileceğimiz, söyleyebileceğimiz  her şey için kafalarımıza örülen duvarları yıkabilmek, hiç bir egemenlik alanına teslim olmamak, benim doğrum senin doğrundan daha gerçekçidir demeyi bir kenara bırakabilmek, üstümüze üstümüze çöken şu kara bulutları görebilmek…. çok renkli, çok sesli, çok kültürlü, çok dilli, eşitlikçi, özgürlükçü demokratik bir hayatı hesapsız, takıntısız, önyargısız, önkoşulsuz, teklifsiz savunabilmek, hep beraber ortak alanlarımıza, kamusal kaynaklarımıza sahip çıkabilmek,  kentsel hizmetlerin müşterisi olarak görünen dar ve sabit gelirli, emeği ile geçinen toplumun en geniş kesimleriyle dayanışma içinde olabilmek…
Kısacası zaman dayanışma  zamanıdır…28.01.2015

12 Aralık 2014 Cuma

Konyaaltı Sahili Tartışılıyor

Konyaaltı sahilleri için yeni bir proje açıklandı. Mimarlar odası ve Büyükşehir belediyesinin
ortaklaşa gerçekleştirdiği 20 eylülde başlayan ve 1 aralıkta sona eren yarışmada seçilen proje bilgimize sunuldu.

Konyaaltı Sahilinin gerek mimari tasarım gerekse de planlama açısından ve kent bütünü ile de ilişkisi kurgulanarak uzun yıllar bütünsel bir yaklaşımla ele alınmadığı, Konyaaltı Beach Park diye adlandırılan alanda ve daha sonra bu alandan limana kadar olan kıyıda inşa edilen mevcut tesisler zamanla işlevini kaybettiği, Konyaaltı Sahili'nin kentlilerin ve kent dışından gelen konukların kültür alış verişi içinde nitelikli bir biçimde deniz, deniz sporları ve kıyıyı kullanmaları sahilin Antalya kent kimliğinin zenginleşmesine katkıda bulunmasının yanı sıra özgün mekan tasarımı ve güzel sanatların teşvik edilmesi yarışmanın ana amacını oluşturduğu açıklanmıştı.


Danışman jüri kurulunda Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, Antepe Yönetim Kurulu Başkanı,  Antalya Büyükşehir Bel. İmar ve Şehircilik Daire Başkanı, Mimarlar Odası Antalya Şubesi Başkanı, Şehir Plancıları Odası Antalya Şubesi Başkanı, Peyzaj Mimarları Odası Antalya Şubesi Başkanı, Antalya Kent Konseyi Başkanı yer alıyor ve konularında uzman asıl jüri üyeleri bu yarışmada yer almışlar. .
 

Görüleceği üzere işin içinde meslek odaları yer almışlar ve kriterleri, planlama ilkeleri, bilimsel ve objektif olma hassasiyetleri bakımından ortaya koyacakları bakış açısı ve tavır kent için önemli… Üstelik seçilen projenin uygulama projesi haline gelinceye kadar sürecin devam edeceği açıklandı ki, meslek odalarımız ellerini taşın altına koyduklarını, bu alanda yapılacak düzenlemelerin takipçisi olacaklarını ifade etmiş oldular.
 

Büyükşehir Belediyesi ile proje yarışmasında yer alan meslek odaları arasında bu konuda bir protokol  düzenlenip düzenlemediğini bilmiyoruz.

Projenin uygulamaya ilişkin öngörülen plan notları, yapılaşma, karayolunun trafiğe kapatılıp kapatılmayacağı, ve hepsinden önemlisi sahil şeridi boyunca halkın plajlardan serbestçe yararlanma hakkının nasıl güvence altına alındığı konularını da henüz açıklamadılar.
Bilindiği gibi ilçeler veya Büyükşehir Antalya belediyelerinin bu konudaki sicilleri bir hayli bozuk.
Özellikle meslek odaları ile birlikte başlayıp, devamı getirilemeyen, hedefinden saptırılan proje örnekleri az değil. Bunun yanında öteden beri devam ede gelen tatil köylerine, özel, tüzel kişiliklere tahsis edilebilen, kapatılabilen sahillere halkın yaklaşması bile yasak…

 

Durum böyle olunca Konyaaltı projesi denilince ilk ve öncelikle tartışılması gereken konu sahil şeridinin kullanımında herhangi bir ayrımcılık yapılacak mı ?
 
Zira, kadın-erkek ; paralı- parasız; köylü-kentli ; yerli-turist ; yandaş-muhalif; işletmeci alanı- halk alanı ; vs.vs türünden tartışmalar meslek odalarımızı aşar, onları yaralar ve kullanıldığı hissi verir kanısındayım.
 

Zira mesleki olarak bilinir ki, Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyı, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için onaylı kıyı kenar çizgisinin bulunması zorunludur. Ve Sahil şeridinde uygulama  imar planı yapılıp onaylanmadan uygulamaya geçilemez. Sahil şeritlerinin birinci bölümünü içeren uygulama imar planları ise tümüyle açık alan olarak toplumun kullanımına tahsis edilecek şekilde düzenlenir.

Sahil şeridinin ikinci bölümünde yapılacak planlardaki yapı ve tesisler de toplumun yararlanmasına açık olmak şartı ila konaklama hariç bu mevzuatta tanımlanan günübirlik turizm yapı ve tesislerini kapsayacak şekilde düzenlenir.

Onaylı uygulama imar planı bulunan sahil şeritlerinde; kıyıya geçişi engelleyecek şekilde oluşturulmuş duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engellerin derhal kaldırılması, ilgili valilik ve belediyelerce sağlanır.

Sahil şeridindeki düzenlemeler toplumun yararlanmasına ayrılmış yapı olduğunu tapu kütüğünün beyanlar hanesine işlenmesi zorunludur.

Hal böyleyken, kadınlar plajıymış, kurum plajıymış, işletmecinin şezlongu, şemsiyesiymiş gibi nedenlerle halkın sahillerin herhangi bir yerinden gelip geçmesi, kullanımı, giriş çıkışı engellenecekse bunun baştan açıklanması ve bilinmesinde yarar vardır. Böylece kimse kimseyi perdelediği suçlamasıyla karşılaşmasın
 

Antalya da yaşayan herkes bilir ki bu alan ranta feda edilmiş bir çatışma alanıdır. Defterdarlıktan, Konyaaltı belediyesine, Büyükşehir Belediyesinden her türlü “girişimciye” kadar  kimin söz sahibi olacağı çekişmeleri yüzünden son yıllar “ yeter artık buraya çeki düzen verin” feryatlarıyla geçti.

Son hamleyi de Başkan Türel yaparak “plajlar halkındır, bedavadır” diyerek ve göstermelik yerleştirilen şemsiye şezlongları korumasız bırakıp, böyle de olmuyor,. çalınıyor, kırılıyor görüntüleriyle yeni bir düzenleme gerektiği algısı yarattı.   

Şimdi bu algının peşi sıra meslek odalarının arkasından dolanıp bildiğini mi okuyacak yoksa sahil şeridinin amacına uygun kullanımı için mi hareket edecek ?

Dakka bir, gol bir misali bu projenin Boğaçayı projesi ile bütünleştirileceğini açıklayan Türel’e “bari bu yarışmayı bu kapsamda yapsaydınız da ortaya ne çıkacağını daha bütünlüklü görülebilseydik” demek gerekmiyor mu ?      

Önümüzdeki günlerde bu projenin detayları etraflıca tartışılmalıdır…

Özellikle daha deniz kenarına gelmemiş, denize girememiş doğma büyüme yetişkin Antalyalılar, dolmuş parası hesabı yapanlar, kamusal alanlarda yalnızca parası olanlar için düzenleme yapılmasını istemeyenler, kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesini istemeyenler, sahil şeridi boyunca hiçbir nedenle herhangi bir engelle karşılaşılmaksızın dilediğimiz yerden sahilden ve denizden yararlanmak gerektiğini düşünenler bu tartışmaya katılmalıdır…  12.12.2014

17 Kasım 2014 Pazartesi

ÇHD toplantısında yapılan konuşma metni…

17.11.2014 günlü hukukçu yerel yöneticilerin bir araya gelmesini sağlayan ÇHD toplantısında
yapılan konuşma metni…


Merhaba,   

Değerli meslektaşlarım, konuklar ve basın mensupları….
Kentli dayanışması toplantımıza hoş geldiniz.
Yaklaşık 40 yıllık süreçte bugüne kadar Antalya’da yerel yönetimlerde rol almış hukukçularla bir aradayız.
İller bankası zamanlarından, yerel yönetimlerde özerklik ve bütün şehir düzenlemelerinin tartışılmakta olduğu 40 yılın hikayesi, ülkemizde ve kentimizde önemli dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir…
Çağdaş Hukukçular olarak, hukukçu kimliğimizden yola çıkarak yerel yönetimler pratiği içinde yer alan meslektaşlarımızla bir araya gelmek, bilgi ve deneyimlerini aktarabilecekleri bir platform oluşturmak istedik.
Sonraki hedefimiz bu platformu genişletmek, kent yaşamına müdahil olmak isteyen, kendisiyle ilgili alınan kararlara etki etmek, söz sahibi olmak isteyen her kesimle bir araya gelerek; çalışma ve mücadele yöntemlerini birlikte tayin etmek istiyoruz.
Değer yargılarımız, beklentilerimiz ve eşitsiz yaşam koşulları hukukçular arasında da farklı bakış açıları ve duruşlara neden olsa da ;
bu farklılıklar meslektaş olarak bir araya gelmemize, yaşam alanlarımızda yaşanan ortak sorunlara kafa yormamıza ve çözüm geliştirmemize engel olmadığını düşünüyoruz.
Hukukçu olarak yaşadığımız kentte yapabileceklerimiz nelerdir?
Evrensel hukuk değerlerinin uygulanabilmesi için hangi yollara başvurabiliriz ?
Kuşkusuz ki hukukçu olmak, hukuka aykırılığın ve hukuksuzluğun ne anlama geldiğini, sonuçlarının neler olduğunu bilmek bir yurttaş ve yönetici olarak önemli bir avantajdır. Ama yine kuşku yok ki yalnızca mevzuat üzerinden kent politikasını tanımlamak ve yürütmek de mümkün değildir.
Bilindiği gibi hukukun siyasal iktidar tarafından bu denli araçsal bir şekilde kullanıldığı bir başka dönem yaşanmamıştır. Hangi yasanın ne zaman, ne şekilde ve hangi amaçla değiştirildiğini takip edemez durumdayız… Tüzük, yönetmelik ve genelge gibi alt hukuk normlarının da günlük olarak değiştirildiği bir dönemde yaşıyoruz.
Yasaların bu kadar hızla, torba torba değiştiği bir ortamda, artık hukuk güvenliğinden bahsedilemeyeceği ortadadır.
Onun için hukuk eliyle yaşam alanlarımıza yapılan saldırılara karşı mesleki dayanışma içinde olmak hepimize iyi gelecek.
Bugün muhaliflerine “bizim bilincimizle düşünemedikleri için bizi ve ne yapmak istediğimizi anlayamıyorlar diyen;
ve yüzyıllık bir parantezi kapatacağız iddiasıyla hareket eden; demokratik taleplere, tepkilere karşı baskı ve korku ortamı yaratmakta darbe dönemlerini aratmayan bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız.
Yukarıdan aşağıya toplumsal yapımıza, gündelik yaşantımıza, bilincimize, davranışımıza müdahale eden siyasi iradeye karşı çok renkli, çok sesli, çok kültürlü, çok dilli hayatı savunmak;
bu amaçla bir araya gelebilmek,
hepimiz için ertelenemez bir ihtiyaç olduğuna inanıyoruz.
Despotik bir devlet uygulaması ile,
sözümona yüzyıl öncesinin hesaplaşması adı altında ;
küreselleşme zamanlarının neo-liberal düzeninden aslan payını elde etmek uğruna her türlü saldırganlığı kendine hak gören bu egemen anlayışın; topluma empoze etmeye çalıştığı biat hukukuna karşı; toplumsal hak ve özgürlüklerimiz için mücadele etmek, bundan zarar gören tüm toplum kesimleriyle dayanışma içinde olmak hukukçuların mesleki bir sorumluluğu olduğunu düşünüyoruz.
Değerli meslektaşlar,
Özellikle gezi direnişinden sonra, kent ve çevreye dair politik ilginin toplumda hızla yaygınlaştığını da görüyoruz. Türkiye tarihindeki en büyük toplumsal direniş, çevre ve kentle ilgili olmuştur. Ama yine de vurdumduymazlık ve hukuk tanımazlık hiçbir hız kaybetmeden aynen devam etmektedir.
Geçen hafta Soma’da yaşananlar…
Binlerce zeytin ağacının bir günde köklenmesi… Üstelik ” acele kamulaştırma“ denilen bir yöntemle köylünün elinden adeta gasp edilmesi…
Yargının ise her zamanki gibi çevre cinayetinin işlenmesinin ardından verdiği kararda ironik bir biçimde yapılan tüm işlemin yasadışı olduğunu ve zeytinlik alanlarda kömür çıkarılamayacağını ifade etmesi…
Siyasal iktidarın da hemen bir gün sonra, zeytinlik alanlarla ilgili kanunu değiştireceğiz, açıklamaları….
En yakın yaşanılan bu örnek olay bile kentlerimizin ve geleceğimizin çok ağır bir tehdit altında olduğunu ortaya koymaktadır.
Kentsel yaşam ve çevreye ilişkin sorunlarda Antalya’nın da önemli sorun merkezlerinden biri olduğunu birlikte yaşıyoruz.
Doğu Karadenizden sonra en fazla HES projesinin olduğu il Antalya…
Gazipaşadan , Kaş’a onlarca projenin bir kısmı bitti. Bir kısmının ise inşaatı devam ediyor.
Dere tipi HES’lerin Antalya’da nasıl bir ağır doğa tahribatı yaptığını, köylerimizi, tarımımızı nasıl etkilediği artık görülmeye başlandı.
Sadece HES değil, taşocakları ve mermer ocakları da Antalya’nın doğasını hızla yok ediyor.
Konuşulacak çok konu var….
birkaç kilometrelik bir güzergah için referandum uygulaması, ücretsiz şezlong ve şemsiye uygulaması adı altında özel işletme olmadan olmaz noktasına getirilen, başıboş bırakılan sahiller, yıllarca kentte yaşamakta olmasına karşın deniz kenarını hayatında hiç görmemiş yurttaşlar, sağlıksız ve güvensiz mahalleler ve ancak parası olanların yararlanabileceği ticarileştirilmiş kamusal alanlar ve piyasalaştırılmış kamusal hizmetler….
Kamusal yararı gözetmeyen, bilimsellikten uzak, hukuka aykırı, göz boyayan açıklamalar arkasında gizlenen ısmarlama uygulamalara girmeyeceğim.
Kadim olduğu kadar güncelliği hiç yok olmayan kentin demokratik planlama sorunları yanında, kentsel dönüşüme ilişkin yaklaşımlar ve 6360 sayılı yasa ile değişen büyük şehir kanunu önemli konular olarak hepimizi yakından ilgilendiriyor. Yeni düzenleme ile büyük şehrin tanımı, alanı, yetki ve görevleriyle birlikte bir anlamda Türkiye’de yerel yönetim sistemi bütünüyle değiştirildiğini söylesek abartmış olmayız.
İlçe belediyeler dışındaki tüm belediyelerin kaldırıldığı, Köylerin de mahalle haline getirildiği bu düzenlemenin yaşamımıza ne şekilde etkileyeceğini; büyükşehirde merkezileşen yetkilerin nasıl sonuçlar doğuracağının henüz farkında değiliz.
Ama şunu biliyoruz. 20-30 yıl öncesinin Dünya Bankasının, OECD’nin, İMF ve Birleşmiş Milletler eliyle küresel sermayenin yeniden yapılandırma adı altında havza bazında yönetim organlarının oluşturulması programı şimdiki hükümet eliyle sonuçlandırılmış oldu.
Bundan sonra büyük şehir aracılığı ile havza bazında pazarlamalar, ihaleler, yatırımlar dönemi başlayacaktır.
Bu gelişme de göstermektedir ki yerel yönetimler “ yerel ihtiyaçların karşılandığı – halka kentsel hizmetin sunulduğu” gibi yuvarlak yaklaşımlarla değerlendirilecek bir alan değildir.
her şeyden önce benimsenen devlet yapısının, siyasi ve ekonomik işleyişinin bir parçası, ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde söz sahibi olanların belirleyici olduğu bir alandır.
Buna bağlı olarak yerel belirleyiciler, üretim, dolaşım ve tüketim alanında büyük pazarın ihtiyaçlarına ve ilgisine göre şekillenmekte ve hareket etmektedirler.
Toparlamak gerekirse yerel yönetimler irili ufaklı kişisel, özel pek çok ricacının, talebin ve beklentinin uçuştuğu bir alandır. Ve bu tüm yerel yöneticileri oyalayan, bunaltan bir durumdur…
Ama esas olarak yerel yönetimlerden; yerel düzenliliği sağlama-koruma işlevi ile kentte yaşayan nüfusun fiziksel ve kültürel varlık koşulları için gerekli en az temeli sağlayarak işgücünün yeniden üretimine katkıda bulunması beklenmektedir.
Daha da önemlisi mal, hizmet ve kredi alımı yoluyla kaynak aktararak, rant geliri yaratan kararlar üreterek, rant dağıtarak, fiziksel alt yapı yatırımları yaparak sermaye birikimine dolaylı ve doğrudan katkıda bulunurlar.
Kuşkusuz bu katkı kentin gelişmişlik düzeyine, iç ve dış egemen dinamiklerin o kentteki etkinliğine ve ilgisine göre değişkenlik göstermektedir.
Değerli meslektaşlarım,                            
Yaklaşık 40 yıllık hikayemiz de aslında bugünlere nasıl geldiğimizi resmediyor. Ve bu resimdeki 2 önemli aktör burada yan yana oturuyor. Sayın Tonguç ve Sayın Subaşı...

Bugünlerin önünü açmak adına gerçekleştirilen 12 eylül askeri darbesini ve sıkıntılarını yaşayan 
Sayın Tonguç...
Artık kentin falezlerinden sızmaya başlayan lağıma ve alt yapı sorununa çözüm bulmak üzere kaynak arayışı için çıktığı yolda, ulus-üstü sermayenin aracı kurumları dünya bankasının, Avrupa Yatırım bankasının verdiği kredi karşılığı her türlü dayatmasını kabul etmek zorunda bırakılan Sayın Subaşı.

Böyle ifade ediyorum, çünkü Sayın Subaşı da açıklamalarında “başka seçeneğimiz yoktu” diyordu.
Bu gelişmelerden her birimizin farklı sonuçlar çıkarması mümkündür. Ama sanıyorum temel sorunumuz her dönemde toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edilmek istenmesidir. Toplumun en geniş kesimlerinin siyaset dışında ve örgütsüz bırakılmak istenmesi, birbirimize hasım haline getirmek isteyen söylemlerden ve politikalardan vazgeçilmemesi; yüksek siyasetin saflaşmaları nedeniyle yaşam alanlarımızdaki ortak ve gündelik sorunlarda birlikte hareket edemiyor oluşumuz, menfaat gruplarının işini alabildiğine kolaylaştırmakla kalmıyor kendi geleceğizi kendi ellerimizle heba etmemize de neden olmaktadır.
Değerli meslektaşlarım,
Konuyu daha fazla uzatmadan sözü sizlere bırakmak istiyorum.
Sizlerin yerel yönetim pratiklerinizden bizlerle paylaşmayı düşündüğünüz, toplumun yönetime katılım kanallarının oluşmasında izlenmesini önereceğiz yol ve yöntemler neler olabilir ? Bu kanallar yöneticiler için gerekli midir yoksa ayak bağı olarak mı görülmektedir ?
Herkese iyi gelecek en iyi yöntemin kentsel yaşama ait bilgilerin paylaşılması, kente dair atılacak adımların ilgili her kesimle tartışılması, uygulamaların denetlenmesini sağlayacak kanalların her koşulda herkese açık tutulması için neler önerirsiniz ? Bunun için mutlaka yasal düzenleme mi gerekmektedir ?
Toplantımızın başarılı geçmesi dileğiyle
Katılımız, önerileriniz ve katkılarınız için şimdiden çok teşekkür ederiz.

2 Aralık 2005 Cuma

Kentli Dayanışması


Bu kitapta yer alan yazılarda "küreselleşme", "yeni dünya düzeni" ve  "yapısal uyarlanma"


söylemlerinin uygulama alanlarından biri olan Antalya örneğinden yola çıkarak yerel yönetim anlayışı, katılım, planlama gibi kavramların nasıl ele alındığı irdelenirken; kentsel yaşamdan dışlananların, horlananların, yerelden toplumsala ve giderek küresel dayanışmaya duyduğu ertelenemez ihtiyaçlarının altı çiziliyor...

    Av.Mustafa Şahin


20 Ocak 2001 Cumartesi

Kentlerin Geleceği Kimin Elinde?

Her toplumsal örgütlenme, kendi var oluş dinamiklerine göre kendini yeniden üretecek ekonomik,

4 Aralık 2000 Pazartesi

Her Şey Bize Bağlı

Geçici veya kalıcı olarak yerleştiğimiz yaşam alanlarımızın her biri adeta sorun yumakları
halinde. Hemen her türlü ilişkimiz düğümlenmiş durumda ve sorunları çözmek yerine ertelemekten veya yok saymaktan başka çıkış yolu bulunamıyor. İstisnasız herkes mevcut toplumsal yapıdan ve uygulamalardan yakınıyor. Ama yine de herkes çıkış yolunun bulunması için kendi dışındaki çevrelerden çare bekliyor.

 Bir insanın veya kurumun başkalarından çare bekler durumda bırakılmasına neden olmak sanırım onlara yapılabilecek en büyük kötülük. Doğrudan kendimiz ile ilgili konularda bile düşüncemiz sorulmuyor, hemen her konuda başkaları bizim adımıza karar alıyor. Üstelik, hem bütün olup biten her şeyin bizlerin yararı için olduğu söyleniyor, hem de sırası gelince kısılmak istenen hatta yok edilmek istenen bir hedef haline getiriliyoruz. Bir yönetim ve paylaşım sorunu yaşadığımızı görmemek mümkün değil.

 Bu durumu yalnızca temsiliyete dayalı bir yönetim şeklinin sonucu olarak göstermek de düşünülemez,  her konuda aynı ada milyonlarca insanın görüşüne başvurmak ve böylece bir tavır geliştirmek imkansız. Ama, tek tek bütün insanların kendilerine değer verildiğini hissettiği, kendi düşüncelerinin de önemsendiği, kendisi ile ilgili konularda karar süreçlerine katıldığı bir toplumsal yapı, diğer deyişle demokratik ilişkiler de imkansız değil.

 Ancak bu özleme engel olan hem merkezi hem yerel yönetimler düzeyinde gözle görülür birkaç neden var. Toplum genel olarak örgütsüz. Özellikle mevcut sorunların mağdurları kurtarıcı bekliyor. Örgütlü olanlar ise ya güçsüz ya da teslimiyet sınırında yürüyorlar. Kararlar ‘’tepede’’ alınıyor ve ‘’hiyerarşik’’ bir yöntemle uygulanıyor ve bu uygulamanın sürdürülmesinden çıkarı olanlar gerekirse zor dahil her yola başvuruyorlar. Yasalarımız, yasaklar manzumesinden ibaret. Kamusal alanlarımız giderek daralıyor ve özelleştiriliyor. Bireysel yarar toplumsal yararın üstünde tutuluyor. Birey olarak (bu arada ülke olarak da) ‘’yardımsız’’ ayakta duramayacağımızı düşünüyoruz. ‘’Ayrıcalıklara’’ , yönetenlere yakın olmak, hiç olmazsa onlara aykırı düşmemek önemli bir meziyet sayılıyor.

Kendine bu oyun içinde bir rol edinmek isteyenlerimiz kadar, bu yaşam biçiminden rahatsız olanlarımız da var.

Biliyoruz ki, hepimiz için yaşam, ‘’yerel olandan’’ başlıyor. Konutumuz, mahallemiz, bölgemiz, belediyemiz ve kentimiz… Yerel olan ile ne kadar ilgiliysek, merkezi yönetimlerle de o kadar ilgiliyiz demektir. Yaşamımıza ne kadar sahip çıkarsak  o kadar yöneticileri boş bırakmamış olacağız. Her bir kişinin yaşantısı, hiçbir yöneticinin yeteneğine, performansına bağlı kalmayacak kadar değerli. Her birimiz birer dünyayız. Hiçbir yöneticiye kendi dünyamızı bize dar etmesi, kendi bildiğini okuması için yetki vermiyoruz.

Ama böyle devam ederse; yaşadığımız alanların ‘’getirisi’’ oranında her birimizden hava parası da istemeye başlayacaklar.

En temel ihtiyaç maddemiz “su”yun nasıl ticarileştirildiğini hep birlikte yaşadık…
 
Diğer taraftan oksijen depolarımız, yeşil alanlarımız, yüzlerce canlının yaşadığı kolaylıkla yapılaşmaya açılabildiği gibi taş ocakları, mermer ocaklarıyla gözden çıkarılabiliyor…
 
‘’Hava ve Su’’, olmazsa olmaz. Yaşayamazlar diye düşünmüyorlar. Düşünmedikleri gibi yetinmiyorlar da.
 
 İşte size yerelden merkeze birkaç örnek. Sorun yerelden başlıyor. Yerel ne kadar boş bırakılırsa, merkez daha da fütursuz oluyor. Ülkesini ‘’muhtaç’’ haline getirmiş yöneticilere muhtaç olmadığımızı göstermek için ‘’ Yereli’’ boş bırakmayalım. Yaşam alanlarımıza, ormanlarımıza ve suyumuza sahip çıkalım. Sahip çıkalım ki kimse bu kenti de, bu ülkeyi de kendi mülkü gibi görmesin.

Ortak Alanlarımız

Kent sözcüğünün latince kökeni olarak belirtilen ‘’civitas’’ insan topluluklarının
buluştuğu bir mekanı tanımlıyor. Günümüzde ise ‘’belediye’’ olarak ortak (veya birbirlerine bağlı) çıkarları bulunan insan topluluklarının bir araya geldiği, kısmen özerk idari birimler olarak yapılaşmış, kamu hizmetleri sunan, kendi kendini yöneten yaşam merkezleri anlamını içeriyor.

Bu tanımın ne kadar sahici olduğu, hayatta ifadesini bulup bulamadığı ayrı bir tartışma konusudur. Sosyal, ekonomik ve toplumsal hayatımızı sürdürdüğümüz yerleşimlerin tarih boyunca değişerek ve gelişerek bugünlere ulaştığını da göz önüne alınarak, hemen bütün kentlerin benzer özelliklerinin, ortak çıkarları olan insanları bir araya getirdiğini, ticaret, kültür ve teknoloji alış verişlerine sahne olduğunu söylemek mümkündür.
 
O nedenle, yaşantımıza anlam veren bir ortamda, birlikte kullanılan, hepimize ait ortak alanlarımız var. Paylaşmayı sağlayan ve birlikteliği çoğaltan bu mekanların varlığı sayesinde kendimizi geliştirir, birikim ve deneyimlerimizden karşılıklı yararlanır, dinlenir, eğlenir, yüz yüze gelip, temas halinde bulunuruz. Kendimizi yeniden üretmemiz, bilgi ve deneyimlerimizi nesilden nesile aktarmamız da bu sayede gerçekleşir. Bu amaçla kentlerin ortak alanlarına kamusal alanlar denilmiş özel ve kişisel beklentilere kapalı tutulmak istenmiştir.
 
Çünkü ait olma duygusu vermeyen mekanlar ancak sahipleri için anlamlıdır.
 
Ne var ki bugün, hemen bütün yerleşimler eşitsiz gelişmenin acı reçetelerini fazlasıyla yaşıyorlar. Gelir adaletsizliği sonucunu doğuran acımasız, vahşi bir dünya düzeni bütün yerleşimleri etkisi altına almış durumda. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler her alanda belirleyici, bu nedenle doğal ve insani değerle kolaylıkla gözden çıkarılabiliyor. Yaşam standardı bakımından insanlar ve ülkeler arasındaki mesafe giderek büyüyor. Bir tarafta artan oranlarda yoksulluk ve yoksunluk çeken nüfus, diğer tarafta sınırsız bir tüketim ortamı; bir tarafta gelecek güvencesi olmayan işsiz veya her an işinden olabilecek çok geniş bir kesim, diğer tarafta sermaye sahiplerinin kar beklentisine güdümlü yatırımlar ve işletmecilik anlayışı. Ve kentsel hayata anlamını veren kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin işlevlerinden hızlı bir uzaklaşma, mümkün olan her alanda liberalleşme politikaları egemen hale geliyor.
 
Toplumlar ve ülkeler arasında yaşanan bu haksız ve insafsız rekabet ilişkilerinin kentsel yaşamımızı çekilmez hale getirdiğine kuşku yok. Doğal olarak liberalleşmenin nimetlerinden yararlananlar için sorun görünmüyor. Ama ya o önemsenmeyen, dışlanan ve sürekli kentlerin dışına itilen dar ve sabit gelirliler, emeği ile geçinenler, işsizler, yoksullar için ne düşünülüyor?
 
İstisnasız bütün yöneticiler mevcut kötü koşulları ortadan kaldırma vaadi ile iş başına geliyorlar. Ama var olanı korumaya yönelik inşa edilmiş hiyerarşik bir yapılanma, verilen bütün sözleri eritip, yok etmeye ayarlı. Ayrıca iktidarda olmanın avantajları ve olanaklarıyla oluşturulan tahkimat ve cezbedici kanallar yukarıdan aşağıya toplum içinde parçalanmalara ve kamplaşmalara neden olduğu kadar, güçten düşürülen, örgütlenmesi engellenen karşı duruşlar her türlü yolla toplumdan dışlanmak isteniyor.
 
Mevcut statükodan yararlananlar, ondan kendi lehlerine durum yaratmak isteyenler arasında sürüp giden bu amansız mücadele, beraberinde gizliliği, kayırmayı, rüşveti, yolsuzluğu, suç ve şiddeti kent yaşamlarının olağan görüntüleri haline getirmiştir. Hemen her gün kendini tekrarlayan bu ilişkiler, cansız, beton, cam ve çelik yığınları içindeki o sevgisiz, güvensiz, sahte ilişkiler kendimizi daha çok çaresiz, yalnız ve yetersiz hissetmemize neden olmaktadır. İşsizlik, gelecek güvencesinden yoksunluk ise karamsarlığı, umutsuzluğu ve mutsuzluğu büyütmekle kalmamakta, yaşadığımız kente yabancılaştıran iktidara ve güce tapınmanın, giderek kendisi dışındaki her şeye boş vermişliğin çare olabileceği duygusunu geliştirmektedir.
 
Bunun için yerellerden başlayarak bir yönetim anlayışı ve yaşam biçimi olarak ortak alanlarımızı korumak, geliştirmek ve çoğaltmak, doğrudan bugünümüz ve kendi geleceğimiz üzerine tutum almakla eş anlamlıdır.
 
Kamusal alanların kamunun yararına kullanılması ve fırsat eşitliğinin sağlanması, bireylerin ayrıcalıksız gelişmelerinin de yolunu açacaktır. O nedenle, herkesin ortak kullanımına tahsis edilen, hepimizin yararlanmasına açık, en temel, en asgari ihtiyaçlarımız olan okul, hastane, park, bahçe, spor, kültür gibi sosyal donatı alanlarının, orman, sahil gibi kamu arazilerinin ve kamusal hizmetlerin kamusal menfaatlere aykırı olarak birer zenginleşme aracı olarak kullanılmak istenmesi ve bu hizmetlerden yalnızca parası olanların yararlanabileceği koşulların dayatılması karşısında, olup biteni kabullenmek yerine, bu aşamada meşru savunma hattı oluşturmak ve kendi mekanlarımızı kendimizin yöneteceği, denetleyeceği yeni bir yönetim anlayışı geliştirmekten başka seçenek görülmemektedir.
 
Yaşamlarımızı anlamlı kılmanın yolu, kendi dışımızdakilerle ortak paydalarımızı genişletmek ve hepimize ait olan ortak alanlarımızı sahiplenebilmekten geçiyor… 

1 Eylül 2000 Cuma

1 Eylül

Barış, insanlığın en önemli ortak özelliklerinden biri. Bütün halklar, bütün insanlar

15 Ağustos 2000 Salı

Ben Yerine Biz

Usulsüzlük, kamusal çıkarlar yerine özel çıkarları gözeten düzenlemeler, hiç tükenmeyen
yolsuzluk iddiaları ve menfaat gruplarını kayırma neredeyse yerel yönetimlerin olağan uygulamaları haline geldi.

Gelir adaletsizliği ve bu adaletsizliği sürekli yeniden üreten bir toplumsal düzen içinde yaşıyoruz. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler yerel yönetimlerde de belirleyici. Bu nedenle doğal ve tarihi dokular yok edilebiliyor. Zenginlik kaynaklarımız menfaat gruplarının ellerinde çarçur ediliyor. Yasalarda yer alan yaptırımlar ise çoğu zaman yönetim erkinde veya yakınında olanlar için işletilemezken, daha çok savunmasız, güçsüz ve yoksul insanlar için uygulanabiliyor.
 
Aşırı trafik yükü, her türlü kirlilik, düzensizlik, fırsatçılık, eğitim, sağlık, konut problemleri yanında iki ayrı yaşam biçimi hemen bütün kentlerin esas görüntüsü haline geldi. Giderek artan sayıda dışlanan, horlanan, yoksullaşan nüfus kendi halinde yaşamaya terk edilirken; steril, korunaklı, lüks koşullarda yaşayan bir azınlık, kentlerin mevcut olanaklarından fazlasıyla yararlandırılıyor.
 
Gizlilik, kayırma, yetkiyi kötüye kullanma, nihayet adına seçildiği kente yabancılaşma adeta vazgeçilmez bir senaryonun parçası gibi her dönemin değişik aktörleri aracılığı ile oynamaya devam ediyor.
 
Bu oyun bozulabilir mi? Toplum halinde yaşamamızın bir sonucu olarak, tasada, kederde, yoksulluk ve yoksunlukta ortak olmamız istendiği kadar; sevinçte ve mevcut imkanlardan birlikte yararlanma konusunda da ortak değerler geliştirilebilir mi?

Hiç kuşkusuz ki ‘’mevcut düzenin’’ dışına itilenler, seslerini daha örgütlü ve gür olarak çıkarmayı becerebildikleri ölçüde, bu ortak değerlerin geliştirilmesi bir ihtiyaç olarak kabul görecek.
 
Doğallıkla o zaman da depremler, sel felaketleri olsa da sonuçları bu kadar dehşet ve acı verici olmayacak, üstelik kıyı düzenlemelerinden yalnızca parası olanlar yararlanmayacak, parklar, bahçeler, oyun sahaları bu denli işlevsiz ve bakımsız olmayacak, yollar, araçlar, yayalar ise birbirlerini kendilerine rakip görmeyecek, alış veriş-merkezleri özel çıkarlar için kamuya ait ortak kullanım alanlarını işgal edemeyecek, çöpler toplanacak ama ne zaman patlayacağı belli olmayan bomba merkezleri olmayacak, kamusal yatırımlar birer zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi bu yatırımlardan yararlananlar birer ‘’yolunacak kaz gibi’’ görünmeyecek.
 
Şurası açık ki toplumsal yarar ile rant ters orantılıdır. Rant oluşturmak veya ranttan yararlanmak üzere, her koşulda menfaat çevreleri lehine alınan kararlara uygulamasını beklersiniz; toplumu dayatma ve zorlama ile yönetmek istediğinizi ortaya koymuş olursunuz. Kaçınılmaz olarak bu durum ikiyüzlü politikaların, başkaları adına düşünmenin, başkaları için mekan düzenlemenin kapısını açacaktır. Bu ise eşitsiz gelişimin, gelir adaletsizliğinin, paylaşımda dayatmaların kurumsallaştığı yaşam biçiminden başka bir şey olmayacaktır.
 
O nedenle, öncelikle başkalarının da kendi hayatları üzerinde söz söylememe hakkı olduğunu kabul etmek, bu kaostan bıktığını düşünen her insanın boynunun borcu olsa gerek.
 
‘’Ben’’ yerine ‘’Biz’’ duygusunun, özel çıkar yerine kamusal çıkar fikrinin, rant yerine toplumsal yarara göre düzenlemelerin hayat bulması ancak bu yolla mümkün olacak.(15.8.2000)

25 Temmuz 2000 Salı

Kentsel Gelişim

İnsan toplumsal bir varlık. Topluluk halinde yaşıyor. Hem kendisinin hem de toplumun
sürekliliğinin sağlanması için üretmek zorunda. O nedenle insan için temel sorun üretim araçlarının kime ait olduğu değil, bu üretim araçlarından nasıl yararlanıldığı ve elde edilen ürünlerin nasıl paylaşıldığı sorunudur. Diğer bir deyişle insanın tarihi, kendi yarattığı ürünlerinin nasıl paylaşılacağı mücadelesine göre yazılıyor. Kentler de buna göre şekilleniyor.

Kentleşme sürecini sulama ve tarımın gelişmesi ile birlikte giderek artı-ürün elde edilmesi sonucunda gerçekleşen toplumsal bölünmenin başlattığını biliyoruz. Antik çağ öncesinden başlayıp Yunan ve Roma kentlerine; feodal toplum düzenin pisikoposluk kentlerinden kent devletlerine; oradan mutlak monarşiye ve giderek Rönesans dönemi ile birlikte günümüze kadar uzanan kapitalist ve sosyalist kent modellerine kadar, öncelikli kaygı, toplumsal bölünmeye denk düşen iktidarın korunması ve sürdürmesi olmuştur.
Tarihsel olarak kentlerin kimliğini ortaya çıkamaya yarayacak en temel ölçü toplumsal iş bölümün nasıl oluştuğudur. Üretim, paylaşım, tüketim ve bunlara uygun mekanlardaki insan ilişkilerinin kuralları nasıl belirlenmektedir?  Bütün bu sürecin işleyişi ve düzenlenmesinde söz sahibi olanlar kimlerdir? İktidar-muhalefet, yöneten yönetilen, seçme-seçilme imkanları, köken ve cinsiyetler arası ilişki ve diğer uygulamalar toplulukta yer alanların ortak mutabakatına dayalı mıdır? Yerleşimlerde var olan veya elde edilen zenginlik kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusunda karar verilen ortamlar ne kadar demokratiktir?
Çok rahatlıkla söylenebilir ki; yaşadığımız kentler geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin kullanıldığı yerleşimlerin adı olmuştur. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçınılmazdır. Bir tarafta streil, ayrıcalıklı ve korunaklı alanlar, diğer tarafta her an her türlü tehdite açık, güvensiz, geleceksiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu yaşam.
Ama yine de tarih boyunca elde edilmiş kazanımlar, siyasi sosyal ve ekonomik haklar vardır. Bunlar aynı zamanda insan emeği ile elde edilen ürünlerin, ortak bir akılla değerlendirebildiğini ortaya koyan kazanımlardır. Gelinen aşamanın yeterli ve hakkaniyete uygun olmadığı da ayrı bir gerçekliktir ama şurası açık ki ancak bu kazanımlar sayesinde yerleşimlerde yaşanan dayatmalara, dışlanmışlıklara, yoksunluklara, haksızlıklara karşı çıkabiliyoruz. Kendi hayatımız üzerinde düşünme, tartışma, benzer düşüncede olanlarla yan yana gelme imkanı buluyor ve daha iyi koşullarda yaşamak örgütlü bir çaba içinde olunması gerektiğini düşünüyoruz. Göstermelik ve yalnızca kontrolü elinde tutanların beklentilerine yanıt veren kurumların değişmesini; herkesin serbestçe yararlanabileceği, temel ihtiyaçlarının karşılandığı kamusal denetim kanallarının oluşturulmasını istiyoruz. Yerleşimlerde yaşayan insanlara, yaşadıkları alanlar üzerinde karar verme imkanları tanınmasını, kent yönetimlerine doğrudan ve etkin katılım kanalları oluşturulmasını artık daha yüksek sesle ifade edebiliyoruz.
İnsanlığın kazanımları hayata müdahil olmanın şartlarını da kolaylaştırıyor ve olgunlaştırıyor. Teknolojik gelişme bu ivmeyi daha da hızlandırılıyor. Bu açıdan kentlere kimlik kazandıran kentsel hareketler artık daha avantajlı.
Demokratikleşme, kentsel düzenlemelerde vazgeçilemeyecek bir yöntem haline gelecek. Biraz da bu nedenle katılım sözcüğü bütün partilerin savunduğu bir kavram oldu. Her ne kadar mevcut statükodan yararlanmak isteyenler, yetkilerini paylaşmaya yanaşmadan yalnızca ‘’danışma’’ düzeyindeki katılımı yöntem olarak geliştirmeye çalışsalar da, yurttaşlar; gönüllü kuruluşlar, dernekler, mahalle meclisleri ve diğer sivil oluşumlar aracılığı ile konuttan, sağlığa, eğitimden, üretime ve tüketime kadar kendilerini ilgilendiren her konunun aşağıdan yukarıya tartışılarak çözümlenmesi yolunda  ‘’etkin katılıma’’ sahip çıktıkça, ‘’statükocuların’’ hiçbir inandırıcılıkları olmayacak.
Bu anlamda kentsel gelişmeler bizleri, dayatmalara karşı demokrasi tercihinde bulunmaya zorluyor. Kendisinden yararlananlar dahil hiç kimse için güvenli olmayan despotizme karşı herkes için gerekli olan demokrasi mücadelesi daha da istenir hale geldiğine kuşku yok. Ama zihinlerde yaşatılan demokrasinin kimseye yarar sağlamayacağı da çok açık. Çünkü eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir işleyişten menfaatleri zarar görenler, ellerindeki imkanları kendiliğinden bırakmak niyetinde olmadıkları gibi en şiddetli dayatmaları da desteklemekten çekinmiyorlar. O nedenle geleceğin kentleri o kentlerde yaşayan insanların kent yönetimlerine katılımlarının etkinliğine bağlı olarak ya demokratik bir hayatın mekanları olacak ya da geniş halk kesiminin hayatlarını ’’tevekkülle’’ geçirecekleri ‘’azap haneler’’ olmaya devam edecek. (25.7.2000)

15 Haziran 2000 Perşembe

Kentli Dayanışması

Kent yaşamları karmaşık gibi görünse de bugün için eşitsiz ve acımasız bir paylaşımın
fotoğrafından başka bir görüntü vermiyor. Çok geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği, bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin de kullanıldığı ortamlardır kentler. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçılmaz. Bir tarafta steril ve korunaklı alanlar; diğer tarafta her an her türlü tehdide açık, güvensiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu bir yaşam…

Bu ‘’zorunluluklar’’ ve ‘’dayatmalar’’ dünyasından çıkış yolu bulunabilir mi?

İnsanın maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirmesi, birlikte yaşadığı çeşitli toplumsal ve siyasal çevreleri etkileyip dönüştürmesine bağlı. Bunun bilinen iki yöntemi var. Birisi şiddet ve güç kullanarak, zora dayalı bir toplumsal yapı oluşturmak, ikincisi gözlem, deneyim, birikim ve bilgileri aracılığı ile çevresini ikna ederek düşüncesine gönüllü katılımı sağlayacak demokratik, özgürlükçü bir toplumsal yapı oluşturmak.

Kuşkusuz her iki yolda da yasalar ve kurallar olacaktır. Birinci seçenekte mevcut yapının sürdürülmesi baskı ve yasaklamalara dayalı olacak. İkinci seçenekte ise demokratik ortamın sağlanmasına yönelik maddi ve hukuksal araçlara ihtiyaç duyulacaktır. Hukuksal araçlar, yasalar ile güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerdir. Maddi araçlar ise zenginlik kaynaklarının az sayıda özel kişinin elinde toplanmadığı, toplum içinde dengeli bir şekilde dağıtıldığı, bilgiye ulaşmanın ve bilginin topluma ulaşmasının engellenmediği demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yapıyı gerektirecektir.

Yaşama hakkı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı öncelikle güvenli ve korkusuz bir ortamda yaşama imkanlarına sahip olmayı, kendimiz ile ilgili konuları ‘’bilmeyi’’ , bilgi ve düşünceyi ‘’açıklayabilmeyi’’ ve katılımı sağlamak için de ‘’ yaygınlaştırmayı’’ zorunlu kılar. Ancak hepimiz biliyoruz ki iktidar sahipleri ve yönetenler kendi istek ve hedeflerine yönelik faaliyetlerinin bilinmesinde yol açıcı ve bonkör davranırken; kendilerine ters düşen girişimlerde ise engelleyici, giderek kısıtlayıcı ve yasaklayıcı bir tutum içinde olmaktan çekinmemektedirler. Buna bağlı olarak da alınan kararlarda ve uygulamalarda geniş halk kesiminin tercihlerini kolaylıkla görmezden gelebilmektedirler.

Bu nedenle yaşadığı mekanlarda kendi sözünün de dinlenmesini isteyen, kamusal çıkarları zedelemeden, kentlerin; o kentlerde yaşayanlarca birlikte yönetilmesi gerektiğini savunanlar, siyasi anlayışı, cinsiyeti, kökeni, inancı, dili ne olursa olsun bir araya gelerek kentsel sorunlara birlikte çözüm bulma yollarını geliştirmenin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu hissedebiliyorlar. Çünkü kentte yaşanan sorunlar herkesin ortak sorunları. Tıpkı içme suyu, alt yapı, ulaşım, katı atık sorununu herkes için aynı derecede önemli olması gibi; ortak alanlarımızın, kıyıların, ormanların, yolların kullanımı, kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi gibi tercihler ve bu tercihlere uygun modeller de, hepimizi yakından ilgilendiriyor. Özellikle küreselleşme adı altında ulusal ve uluslar-üstü sermayenin yeni Pazar arayışlarının hız kazandığı bu dönemde hemen her yerleşimde kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin nasıl değerlendirileceği ve temel hedeflerinin neler olması gerektiği konusunda; kamusal çıkarlara öncelik verenlerin birlikteliklerine ve dayanışma içinde olmalarına şiddetle ihtiyaç var.

Antalya’da da meslek odalarının, demokrasi platformu, Kent Gönüllüleri Dayanışması gibi gönüllü oluşumların, yönetenlerin fütursuz ve hukuka aykırı işlemlerinin bir ölçüde dizginleme işlevini üstlendiklerini biliyoruz. Ancak bu tür oluşumların siyasal seçenek geliştirmekteki imkansızlıkları ve kapsayıcı olmamaları, yönetilenlerin kent yönetiminde sözlerinin dinlenmemesinin başlıca nedeni.

Kamusal yararı gözetmeyen uygulamalara muhalif olduğu kadar kamunun çıkarlarını gözeten seçenekleri kendi hayatlarında geliştiremeyen oluşumlar kolaylıkla etkisizleştirebildiği gibi inandırıcılıklarını da kaybedebiliyorlar.

O nedenle bulunduğumuz alanlarda kentte yaşanan gelişmeleri tartışmak, her türlü bilgiyi kamuoyu ile paylaşmak, dayanışma içinde olmak ve giderek ülke yönetiminin bir parçası olan yerel yönetimleri kentlerde yaşayanların birlikte yöneteceği katılımcı, paylaşımcı, açık ve denetlenebilir bir yönetim yapısına katkıda bulunmak ve buna uygun örgütlenebilmek son derece önemli. Bu çaba ne kadar çoğulcu, akılcı, bilimsel, çağdaş, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü olursa o kadar toplumu her rengine seslenmiş, bir o kadar da bu düzenden canı yananlara kucak açmış olacaktır. Ancak bu sayede ‘’zorunluluklar ve dayatmalar’’ dünyasına karşı kendi kendimizin sesi olabiliriz. (15.6.2000)

1 Mayıs 2000 Pazartesi

1 Mayıs

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden itibaren kutlanan, 12 Eylül öncesinde olduğu

2 Ocak 2000 Pazar

Yerel Yapılanma

Yerel yönetimler, devletin ekonomik yasalarınca belirlenen politikalarını yansıtan ve bu
yolla ekonomik gelişme üzerinde etkide bulunması istenen bir bütünün parçalarıdır. O nedenle belirli bir toplumda yerel yönetimler üzerinde geliştirilecek bir düşünce veya model, her şeyden önce benimsenen devlet yapısını ve işleyişini de doğrudan ilgilendirmektedir.

Doğrudan üretim sürecine müdahalede bulunma tekeline sahip olan devlet, yerel yönetimlere de üretim sürecini yeniden düzenleme işlevini yüklemektedir. Bu işlevin sürekliliğinin güvence altına alınmasını da devlet üstlenmiştir. O nedenle altyapı, ulaşım, mekanın örgütlenmesi, genel sağlık, dış koşulları yerine getirmek ve değişim sürecinin ve tüketimin sürdürülmesi için gerekli önlemleri almak üzere yerel yönetimlerin ekonomik, sosyal ve hukuksal düzenlemelerine merkezi yönetim yön vermektedir.
Bu düzenlemelerin finansman kaynağı ve yaygınlığı doğal olarak ülkenin gelişmişlik ve sermaye birikiminin gerçekleşme düzeyine, yerli veya yabancı sermayenin ilgi ve etkinliğine göre değişkenlik göstermektedir. Bu anlamda yerel yönetimler;
1-Sermaye birikimine dolaylı ve doğrudan katkıda bulunurlar. Bu katkıyı mal, hizmet ve para(kredi) alımı yoluyla kaynak aktararak, rant geliri yaratan kararlar üreterek, rant dağıtarak; fiziksel altyapı yatırımları yaparak sürdürürler.
2-Nüfusun fiziksel ve kültürel varlık koşulları için gerekli en az temeli sağlayarak iş gücünün yeniden üretimine katkıda bulunurlar.
3-Yönetim olgusuna içsel olan düzenliliği ve düzeni sağlama-koruma işlevini yerine getirirler.
Olağan koşullarda ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde ve dolayısıyla devletin yönetiminde söz sahibi olanlar yerel yönetimlerde de söz sahibidir. O nedenle hem merkezi hem de yerel yönetimlerin esas olarak toplumsal yapıda var olan farklı çıkarları dengelediği, tarafsız ve toplumsal çatışmaların üzerinde bir konuma sahip olduklarından söz edilmez. Aynı şekilde toplumsa sınıf ilişkilerini görmezden gelerek ‘’halkın gereksinmelerini karşılamak- halka kentsel hizmet sunmak’’ gibi yuvarlak yaklaşımlarla yerel yönetimleri değerlendirmek gerçekçi değildir.
Zira yerel belirleyiciler de hem üretim, hem dolaşım, hem de tüketim çeşitliliği alanında, genel olarak sermayenin dünyasının parçasıdır ve onun pazardaki yerine ve ihtiyaçlarına göre hareket etmektedirler. Başlangıçta devlet yapılanmasının himayesinde geliştirilen, giderek devleti kontrol eden ve yönlendiren konuma ulaşan sermayenin şimdi de küreselleşme politikalarına koşut, uluslararası sermaye ile iç içe ‘’pazardan daha fazla pay almaya’’ yönelik girişimleri artık yerel hayatı doğrudan ilgilendirir duruma gelmiştir. Bu durum merkezi yönetimi farklı düzenlemeler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bu ‘’hiyerarşik’’ ekonomik ilişkiler, yerel parçaların konumunu ve gelişmesini doğrudan belirler hale gelmektedir. Bu süreçte yerel unsur, bölgesel-ulusal hatta ulus üstü büyüklükteki sermaye gruplarına ve üst düzeylerde belirlenen tercihlere bağımlı hale gelmektedir. Ama bu tercihin politika haline dönüştürülmesi ve emredici bir güçle uygulamaya konulma tekeline sahip olan merkezi nitelikteki siyasi karar organlarına duyulan ihtiyaç devam etmektedir.
Bu nedenle merkeziyetçilik varsa yerel yönetimler güçsüzdür yaklaşımı çok anlamlı değildir. Örneğin 1930 tarihli Belediye yasası en geniş yetkilerle ve ayrımsız bütün yerel yönetimler için temel oluşturmakta iken, merkezi yönetimin tercihli uygulamalarına engel teşkil etmemiştir. Bu nedenle kapitalist üretim ilişkilerini çevreye yayılma merkezi olarak seçilen İstanbul, Ankara, İzmir her zaman ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur. Bu amaçla kırsal belediyelerin kaynakları kentsel belediyelere aktarılmıştır. Bu tercihlere bağlı olarak hangi yerleşmelerde sınai birikim için altyapı gerekiyorsa kaynaklar o yerleşme belediyelerine doğru aktarılmıştır.
Bugün, dış ve iç dinamiklerin, zorlamasına bağlı olarak, gerçekleştirmek istenen yeniden yapılanma sürecinde, yerel yönetim kurumlarına yüklenmek istenen yeni işlevler yine merkezi yönetimin emredici gücüyle sürdürülmektedir. O nedenle sorun ‘’ vesayet’’ ve ‘’özerklik’’ ikilemine sıkıştırılmayacak kadar ekonomik ve siyasi bir sorundur. Yerel kurumlaşmaya ve özel olarak yerel yönetimlere ilişkin her reform talebi temel de toplumsal sınıf ve kesimler arasında yeni bir denge arayışıdır. Denge sistem içinde bulunamadığında, iktidarda bulunan güç, yerel örgütlenmeyi kendi gücüne koşut olarak yenden kurmak istemektedir.
Böyle bir yapılanmada, planlama, katılım, demokrasi, açıklık hatta seçimler bile göstermelik kalmakta, esas amaca hizmet ettiği ölçüde kullanılmak istenmektedir. Doğal olarak bu yaklaşımın bir sonucu olarak çarpık ve sağlıksız yapılaşma, yerel imkanların yararlanılmasında yaşanan adaletsizlikler, kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin özelin çıkarlarına uygun yeniden düzenlenmesi, gelirin devlet bütçesi içindeki yeri, zaman içinde merkeze çekilen kimi görevlerin bulunması, merkezin son söz sahibi oluşu, yerel yönetimlerin ‘’güçsüzlüklerini’’ kanıtlamamaktadır. Çünkü kentleşme ve yapılaşmaya ilişkin bu bütün olumsuz sonuçlar mevcut kapitalist yapılanmanın sorunlarıdır.(2.1.2000)

10 Aralık 1999 Cuma

İnsan Hakkı

İnsan, yalnızca fiziki bir varlık değil aynı zamanda sahip olduğu ve kullanıldığı hakları ile
-
Bültenimize Katılın