26 Aralık 2017 Salı

AKDENİZ KENT PARKINDA NELER OLUYOR ?

Kente karşı işlenen suçlarda birinciliği kimseye kaptırmamaya kararlı görünen Türel

8 Aralık 2017 Cuma

TOKİ’ DEN KENTE VE MELTEM MAHALLESİNE TOKAT

Kentin merkezinde- Meltem mahallesinin denize bakan ön kısmında yer alan 33.000 kişilik

24 Kasım 2017 Cuma

SENİ SENDEN ALAN... SENİ SENSİZ BIRAKAN PROJELER

Yazının başlığı ne taraftan baktığınıza göre anlam kaymasına neden olabilir…


Sermaye dünyasını ve çıkar gruplarını gözeten bir yerel yöneticiyseniz kolaylıkla yoldan çıkmanıza neden olan kamusal alanların ve ortak alanların; kentlerde yaşayan sıradan insanlardan biri olarak baktığınızda buraların hava, su, güneş kadar değerli olduklarını görürsünüz…  


Kent planında yer alan sıradan bir parkın bile ticarileştirilmesi, özel beklentilere tahsis edilmesi, tek tek bütün kent sakinlerinin nefes borularına çimento dökülmesinden bir farkı bulunmamaktadır. 

O nedenle yerel yöneticilerin bize ait olanı bizden alan, bizi birbirimizden koparan,  hepimizin ortak amaçlarına tahsis edilmiş, korunması gereken toplumsal, doğal, yaşamsal özelliklere sahip değerlerimizi çıkar çevrelerinin beklentilerine göre düzenleyen her adımı, her projesi kente ihanettir.

Geçtiğimiz günlerde Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkilileri Konyaaltı sahil projesi ve Boğaçayı Projesi hakkında meslek odalarına açıklamalarda bulundular…

Her iki projenin teknik ekipleri farklıydı ama Konyaaltı ilçesinin iki yakasını bir araya getirileceği  iddiasıyla tanıtımlar yapıldı…

Bilindiği gibi Konyaaltı sahil projesi 3 yıldır gündemde… Boğaçayı projesi ise son 3 yerel yönetim seçiminin malzemesi olarak kullanılmaya devam ediliyor…  

Konyaaltı sahil projesinde bir kısım meslek odaları üzerinden;  Boğaçayı projesinde ise ithal akademisyenler üzerinden puan toplanmaya çalışılan ama her durumda bildiğini okuyan, bu nedenle her iki projeyi de yazboz tahtasına dönüştüren bir yerel yönetim anlayışı ile karşı karşıya olduğumuz hepimizin malumu…   

Bir başka ortak özellik her iki projede de sahil işgali var… Her ikisi de kamusal alanları ticarileştiriyor.

Bu projelerle kamusal çıkardan çok elde edilecek rant gözetiliyor… 1990 modeli yerine 2020 modeli satalım derken ekonomik ömrünü tamamlamamış mevcut yapılar, 3 yıl boyunca atıl durumda bırakılan üst ve alt yapı değerleri bir çırpıda gözden çıkarabiliyor… Bu tüccar kafa kamusal kaynaklarımızı, en çabuk ulaşılabilir, en yaygın kullanılan sahil şeridimizi sermaye dünyasının beklentileri uğruna har vurup harman gibi savurabiliyor. Planlama ilkelerine aykırı olarak yeni yapılaşma alanları oluşturuyor… Boğaçayı projesi ile kentin simgesi olan, dünyanın nadir güzelliklerinden birine sahip olan Konyaaltı sahilinin doğal yapısına müdahalede bulunuyor ve kıyı erozyonuna neden olacak adımlar atılıyor…
 
Bütün bunlar alt belediyeler by pass edilerek yapılıyor…Belli ki pasta çok değerli rant kardeşliğine bile tahammül edilemiyor… Rantı kollamak, kendi aralarında rant paslaşması ile sonuca gitmek isteniyor…

Oysa Konyaaltı sahil projesi meslek odaları katılımlı ve Mimarlar Odası koordinasyonunda, jürili bir yarışma sonucu elde edilmiş, seçilen proje renk renk resimlerle kamuoyuna ilan edilmişti… Şu anda ödül alan bu projenin adı var,  kendisi yok desek yeridir… Zira eski Beach Park alanında detayları kamuoyuna açıklanmayan imalatların başlatıldığı açıklandı.
 
Boğaçayı Projesi için çizilen resimler ise rekor sayıya ulaşmış olsa gerek… Dere yatağına yapılmak istenen, mavinin en güzel tonlarında süzülen en modern tekneler, boy boy, çeşit çeşit marinalı resimlerden eser kalmadı… Ama bu resimleri servis eden yerel yöneticiler,  yarım ağız da olsa özür dilemek yerine, inanılması zor bir pişkinlik içinde nasıl da demokrat ve katılımcı bir yaklaşımla bu hayallerinden vazgeçtiklerini açıklamakta sakınca görmüyorlar.
Oysa Boğaçayı projesinde zuhur eden ithal akademisyenler ve global şirketlerle yürütülen yerel/ulusal/uluslararası kampanyalarda boğa gibi akan çayı nasıl ıslah ederek dere yatağının içinde km lerce  denizi dolduracaklarını,  40 km daha sahil kazandıracaklarını, dere yatağını binlerce teknenin konaklayacağı marinalarla donatacaklarını anlata anlata bitiremiyorlardı.

Bilgiye ulaşma ve söz söyleme kanallarının her daim müdahale altında tutulması sayesinde, yüz kızarma duygusunu çoktan yitiren yöneticiler ve etrafındaki teknik heyet artık kendilerine neden teşekkür edilmediğinin hesabını sorma seanslarına başladı.
    
Düşünebiliyor musunuz ? Yaz boz tahtasına dönmüş Konyaaltı sahili projesinin 1. Dereceden sorumlu yarışma düzenleyicisi, 3 yıl sonra, danışmanlığını üstlenerek işlerini yürütmekte olduğu Büyükşehir Belediyesi ANTEPE inşaat firması adına konuşma yapıyor ve bu projeye kefil olduğunu söyleyebiliyor…    

Boğaçayı rüyasının sahibi ise rüyasından uyandığında dere yatağında marina fikrinin buhar olduğunu görüyor ama adeta bir çocuk gibi madem dere yatağına marina ve 40 km sahil yapamıyorum o zaman havuz gibi, DSİ’nin sorumluluğunda olan dere yatağına denizi taşıtacağım diye tutturuyor…  Bu da yetmiyor sahilin 1/7 sini işgal ederek DLH’ne Büyük Limana bitişik yeni bir Liman daha yaptıracağını açıklıyor… Plansız, alt yapısız yeni açılacak yapılaşma alanları da Boğaçayı projesinin bonusları olsun isteniyor…  

Havuz problemine dönüşen Boğaçayı projesi…

İhtiyaç, maliyet, eko sistem, su kaynakları, erozyon, doğal yapı gibi bütün eleştirileri “tatlı su ve deniz suyu kamasına” takarak, bütün bir kentle, kentin bütün uzmanlık kuruluşlarıyla, kentin akademisyenleriyle açıkça dalga geçiliyor… Referans ise dere yatağına marina yapılacağı ilan edilen merasimlerde boy göstermekten çekinmeyen ithal akademisyenler… Onlar sayesinde bütün musibetler, her türlü risk, carcur edilecek kamusal kaynaklar sihirli bir değnek gibi ortadan kalkacak…     

Geldiğimiz bu durumu vahim olarak nitelemek, sanıyorum haksızlık olur… Madem otorite böyle buyurmakta, o zaman yapacak bir şey yok diyen bakışların varlığı bile beyinlerin dumura uğradığını, kente ihanetin en çıplak haliyle zuhur ettiğini kabul etmemiz gerekiyor…
   
Denilebilir ki ülke tek adamla yönetiliyor. Tek bir “imasının” yeterli olduğu bir tek adama bağlı ama kente karşı sorumsuz yöneticilerle geleceğimiz yerin şimdikinden farklı olması beklenemezdi.  Kent dinamiklerini kaale almadan Bakanlar Kurulundan geçirilen Boğaçayı projesi; kamalar, havuzlar derken kendini en çevreci proje ilan edip, teşekkür bekleyebilecek kadar ileri gidilebiliyorsa, bu kendi çalıp kendisinin oynama yönteminin nelere kadir olduğunu ortaya koymaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Unutulmadan belirtilmeli ki DSİ’nde görevli iken Boğaçayı taşkın önleme çalışmalarını yürüten, iltimas geçmediği için sürgün edilen  İnş.Müh.A.Necati Ateş’in geçtiğimiz aylarda hazırladığı ve Kent Konseyine sunduğu BOĞAÇAY TAŞKIN KORUMA PLANLAMA RAPORU da ortaya koymaktadır ki 4300 debiyi esas alan taşkın önleme uygulamaları çevreci olmasından ziyade fantezi yanı ağır basmaktadır.

Aynı şekilde Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Doç Dr. Nihat Dipova’nın çalışmaları da bu proje ile ilgili muhtemel riskleri ve neden olacağı doğa tahribatlarını ortaya koymuştur…

Jeoloji Mühendisleri odası başkanı Ali Keleş’in “…yapmayın etmeyin, yer altı kaynak sularını kurutmayın, doğal yapıyı bozarak sahil boyunca erozyona neden olacaksınız, su kalitesini bozacak, denizi de kirleteceksiniz eleştirileri olabilecek en gayriciddi açıklamalarla geçiştirilmek isteniyor…

Neyse ki meslek odaları eşgüdüm kurulu yani kentin hemen hemen bütün meslek odaları Boğaçayında boğulan bir yerel yönetim anlayışını nihayet deşifre ederek ortak bir basın toplantısı ile Boğaçayı Projesi rüyasından uyanılması gerektiğini ifade ettiler.

Dere yatağını 1.5 metre kazıp, 750 metre denizi içeriye taşımanın yanlışlıklarını, risklerini sıraladılar. Büyük Limana bitişik yeni bir liman yapılmasından vazgeçilmesi gerektiğini dile getirdiler.   

Biraz zahmetli ve biraz zaman alacak ama hiç kuşku duyulmasın ki bu global zamanların Sülün Osman türevleri, yerel yöneticilik adı altında iki yakayı birleştireceğim derken mutlaka yakayı ele verecekler…

Katar emirleri, MIMIP emlak fuarları, Amerika menşeili ulusüstü sermaye şirketleri, ithal akademisyenleri ile kol kola dillendirilen istihdam yaratma öyküleri, resimli rüya serileri, Antalya sevdalı nağmeleri belki emlak spekülatörlerine, kamusal kaynaklarla beslenen çıkar çevrelerine, seçmen tabanına fazlasıyla hoş gelebilir ama kent dinamikleri tavrını belirlemiş durumdadır; sel gider kum kalır, kimse zoruna güvenmesin, zorla güzellik olmayacak.  

16 Kasım 2017 Perşembe

BÜTÜN UMUT EMEĞİNİN DEĞERİNE, HAKKINA SAHİP ÇIKABİLENDE

Pek çok Baro, dolaylı veya dolaysız, savunma dokunulmazlığına sahip çıktı…


Av.Selçuk Kozağaçlı’ nın gözaltı ile sorgulama sürecine ve tutuklama gerekçelerine itiraz etti…


Gerçi çağdaş hukukçuların meseleyi hissedilir ve anlaşılır kılma çabaları, savunma hakkının korunması hassasiyetine sağladığı önemli katkı da takdire şayandı…
 
Ama yine de bazı taşlar yerinden oynamadı… Ağırlığını korudu… Uluslararası hukuk örgütleri dahi ses verdi, Türkiye Barolar Birliği ses vermedi….
 
Oysa sorun şu veya bu avukat, onun siyasi görüşü olmadığı besbelliydi. Suçlamaları destekleyen delillerin göstermelik olduğu da ayan beyan ortadaydı.
 
Savunma hakkının esamesi bile dikkate alınmazken böyle bir temsiliyetin neyin peşinde olunduğu tartışılması bu nedenlerle kaçınılmaz görünüyor...
 
Zira bu durum ister istemez, yerinden oynamayan taşların siyasi otorite ile buluşma noktalarını da akla getiriyor. O nedenle de tartışma bütün bir toplumu doğrudan ilgilendirdiği için her alanda ele alınmayı hak ediyor.
 
Yaz boz kurallar… kollamalar kayırmalar… fetvalar… ahkamlar…delilsiz, ispatsız işinden gücünden etmeler, süründürme operasyonları ve bir kısır döngü haline getirilen gözaltılar, tutuklamalar ile bütün bir toplumun onuru ve geleceği üzerine kurulmak istenen bir tezgah ile karşı karşıya bırakıldığımızı görmemek insanın doğasına aykırı bir durum olsa gerek…
 

Siyasi iradenin arkasında hizaya girenler de dahil olmak üzere yasama ve yürütme ile birlikte yargısal faaliyetlerin de kötüye kullanıldığı konusunda kimsenin tereddüdü bulunmadığı zamanları yaşamaktayız…
 
Sahip çıkılması gereken savunma dokunulmazlıklarının, hukuksal güvencelerin kendi mahallesinden olmayanlar için kolaylıkla bir kenara bırakılabilme kapasitesini aşamamış olmak, temsiliyet makamında olanlar için elbette önemli bir sorundur.
 
Ancak bununla yetinmeyip, meslektaşı için hazırlanan mizansende yer alan alakasız delilleri destekler nitelikte açıklamalar yaparak, yargısız infaza imkan sağlamak, savunulabilir bir meslek etiği, kabul edilebilir bir temsiliyet olamaz…
 
Hepimizin hayatına hükmederek sürdürülmek istenen iktidar oyunları, kapısı açık bırakılan hemen hemen bütün resmi veya gayri resmi kurumların meşruiyetini, bağımsızlığını, güvenilirliğini alıp götürdü. Kamu otoritesinden bağımsız olmak zorunluluğu bulunan meslek örgütü temsilcilerinin mesleki ilkelerine aykırı yakışıksız ve teslimiyetçi söz ve davranışları ise bu gelişmeleri olağanlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
 
Etrafımız bu denli mağduriyetlerle, hak ve özgürlük gaspları ile çevrilmişken, önü alınamaz keyfiyetler sonucunda her an herkesin başına ne gelebileceği tedirginlikleri bütün bir toplumu sarmışken, bu dalgaların nimetlerinden yararlanmaya, elindekinden olmadan, daha da fazlasına sahip olmaya kendilerini kaptıranlar toplum vicdanlarında çoktan mahkum oldular…
 
Şurası açık ki bu ülkenin okumuşlarının büyük çoğunluğu ile köşe başlarını tutmuşları her kriz döneminde daha da köşeleşiyorlar. Kraldan çok kralcı olmayı vazife ediniyorlar… Derinden gelen dalgaların üstünde kalmak adına mesleki ilkelerini çiğnemekten çekinmiyorlar… Masumiyet kuralını hiç duymamış gibi davranabiliyorlar.
 
Hiç merak etmesinler. Herkes birbirini tanıyor. Barış, adalet ve özgürlük denilince “… mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul’unun sözde aydınlarının kalıntıları” yakıştırmasında bulunabilecek kadar kendini kaybeden temsiliyet zavallılığı er ya da geç ama mutlaka tedavülden kalkacaktır…
 
Akademisyen, gazeteci, mühendis, avukat, öğretmen, işçi… meslek odası veya sendika… hangi meslekten olursa olsun, bütün bu olumsuz pratiklerden sonra, siyasi iradeden bağımsız, ayrım yapmaksızın meslek etiğine ve haklarına sahip çıkacak örgütlülük ve mücadele ile dayanışma içinde toplumsal olandan yana, keyfiyetten uzak siyaseti mümkün kılacaktır. 
Bütün umut emeğinin değerine, hakkına sahip çıkabilende…

2 Kasım 2017 Perşembe

KONYAALTI SAHİLİNDE BİTMEYEN SENFONİ

Geçtiğimiz günlerde Antalya Büyükşehir Belediyesi, yarışma sonucu elde edilen Konyaaltı sahil düzenleme projesinin 2 etap halinde tamamlanacağını duyurdu.


Daha önce üç kez ihaleye çıkarılan projeye yatırımcı çıkmadığı belirtilen açıklamada, önümüzdeki yaza yetiştirmek üzere çalışmaların Büyükşehir Belediyesine bağlı ANTEPE şirketi tarafından gerçekleştirileceği belirtildi.

1.etap “Varyant çıkışından Hill Side Su Otele kadar olan proje maliyeti 52 milyon TL,

2.etap Mini City den Boğaçayı’na kadar olan çalışmalar da bir ay içinde başlanacağı duyuruldu ancak maliyeti açıklanmadı.

1.etap için Beach Park içerisindeki yapıların yıkıldığı, zeminde yer alan parke taşı ve betonarmelerin söküldüğü, altyapının da bir buçuk ayda tamamlanacağı planlanıyor.

Bu bölüm içinde Atatürk Parkı’ndan Beach Park’a iniş için iki adet asansör, ticari üniteler, oyun alanları, spor alanları, kafeteryalar, güneşlenme terasları yer alacak. Koruluk alan içinde yeni yürüyüş ve bisiklet yolları yapılacak. Alanda bulunan amfi tiyatro aynı şekilde korunarak, kültür ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapacak. Bölge araç trafiğine kapatılacak.

2.Etap Mini City’nin oradan Boğaçayı’na kadar olan çalışmalar da Konyaaltı sahili karayolu transit trafikten arındırılıp, tek şeritli, servis amaçlı kontrollü bir trafik olacak

Büyükşehir Belediyesinin kendi imkanları ile gerçekleştireceği açıklanan bu projenin Varyanttan Büyük Liman’a uzandığı, sosyal alanlar, meydan, kültür merkezleriyle yeşil alanların denize kadar kesintisiz ulaşacağı, önünde hiçbir engel ve duvar olmayacak şekilde vatandaşın sahilden yararlanabileceği şekilde düzenleneceği Boğaçayı projesi ile bütünlük içinde tamamlanacağı açıklandı….

Konyaaltı sahil projesinin öyküsü hatırlanacağı üzere Büyükşehir Belediyesinin 2014 yılında Mimarlar Odasının koordinasyonunda diğer meslek odalarının da katılımıyla gerçekleştirilen bir yarışma ile başlamıştı.

Böylece bu projede Belediyenin keyfi ve kamu yararına aykırı uygulamalarına meslek odalarını da ortak ettiği proje yarışmalarından biri olarak kayda geçmişti…

Nitekim Büyükşehir Belediyesinin yarışma sonucu elde edilen proje üzerinde istediği değişikliği yapma yetkisinin olması, projenin yönetim planının tapuya işlenmemiş olması, mülkiyet ihtilafları çözülmeden yarışma düzenlenmiş olmasının esas zararlarını kentte yaşayanlar çekmeye devam etmektedir.

O nedenle açıklanmaya muhtaç bazı konuların cevaplanmasını istemekte yarar bulunmaktadır…

**Öncelikle yarışma ile elde edilen proje ile şu anda uygulanmak istenen proje arasındaki farklar ve gerekçeleri açıklanmalıdır…

**Beach parkta yıkıldığı açıklanan yapıların, zemin taşların ve alt yapının ekonomik ömrü tamamlandığı için mi ortadan kaldırılmıştır ?

**Minicity yatırımı için Büyükşehir Belediyesi şimdiye kadar ne kadar masraf yapmıştır ? Bu alan neden ortadan kaldırılmaktadır ?

**Kapanan karayolunun ihdası hangi yasal düzenlemeye dayalı olarak Büyükşehir Belediyesi adına tescil edilmiştir. ?

**Yarışma Projesinin yönetim planı var mıdır ? Konyaaltı sahil şeridinin kullanımına ilişkin tapuya işlenmiş Belediye Meclisince kabul edilmiş bir yönetim planı var mıdır ? Yoksa Büyükşehir Belediyesi yatırımı tamamladıktan sonra işletmecilik kriterleri neler olacaktır ?

**Halen faal olan ve Büyük Limana kadar gerçekleştirilen imalatların bu projedeki akibeti ne olacaktır ?

Bilindiği gibi Büyükşehir Belediyesi Konyaaltı sahillerini 29 yıllığına 130 milyon TL den başlamak üzere ihaleye çıkarmıştı ve bu ihalelere katılan olmamıştı.

Bu koşullarda bu alanı işletecek firmanın bu parayı çıkarması için denize girişin bile turnikeli hale getirmesinin kaçınılmaz olduğu ifade edilerek eleştirmiştik.

Oysa tartışılmaya gerek bile olmayacak kadar açık ki kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilmelidir. Kıyılar, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, bu durumu engelleyici hiçbir uygulama söz konusu edilmemelidir. Tapusunda yönetim planı kaydı olmayan işletmecilik anlayışı olsa olsa sahil şeridinin menfaat çevrelerine peşkeş çekmenin bir başka yöntemi olacaktır.

Büyükşehir Belediyesi para kazanacağım diyerek 130 Milyondan az olmamak üzere ihaleye çıkardığı sahil şeridini şimdi kendisi yaptığına göre aradaki farkı tamamen tüccar zihniyeti içinde belirlediği de anlaşılmış olmalıdır.

Kaldı ki tamamı kamusal alan olan Varyanttan itibaren Büyük Limana kadar uzanan proje alanında ancak parası olanların yararlanabileceği yatırımların varlığı, buraların kamusal niteliğini ortadan kaldırmaması mümkün değildir.

Bu alan ne belediyelerin, ne de ticaret erbabının zenginleşme alanı olarak görülmemelidir.
Aksine dünyanın göz bebeği ve tüm Antalyalı’ların en kolay, en çabuk, en masrafsız denizinden, güneşinden, kumsalından yararlandığı bir sahil şeridi olarak, bu özelliklerinin geliştirilmesinden başka bir önceliği olmamalıdır...

Bu alanda esas olarak ihtiyaç duyulan konu, temiz deniz, temiz sahil, temel ihtiyaçların karşılanacağı, duş, wc, kabin, gölgelik, şezlong gibi aparatların tıpkı park ve bahçelerde kullanılabildiği gibi ücretsiz karşılanması ve güvenliğinin sağlanmasıdır…

Yerel yöneticiler herkesin serbestçe ve eşit koşullarda yararlanması için sahile nasıl daha kolay ulaşılabilir, nasıl daha güvenli ve sağlıklı koşullarda yararlanılabilir üzerine imkan sağlaması gerekirken sahillerimizin tamamen ticarileştirilmesi, zenginleşme aracı olarak değerlendirilmek istemesi, esas olarak parası olanlara hitap eden yatırımlara öncülük etmesi en hafif deyimiyle kente karşı işlenen bir suçtur. Kentlilerin güvenini kötüye kullanmaktır...

Konyaaltı projesi ile birleştirileceği ilan edilen ve yıllarca hayal satmanın bir aracı haline getirilen Boğaçayı projesinin de farklı kamu kuruluşlarının yetki alanında olmasına karşın kendine pay çıkarma ve nemalanma açıkgözlülüğü içinde yürütülen bir proje olduğu artık iyice anlaşılmıştır.

Dere yatağının ıslahı ve korunmasından sorumlu olan DSİ nin her çalışmasında Boğaçayı projesinin start aldığı açıklamaları yapan Menderes Türel’in 1.5 metre kazı sonrası denizin 750 metre içeriye alınacağına ilişkin söylentilerine de açıklık getirmesi ve bu komediye son vermesi gerekmektedir. Bu haliyle birkaç yıl içinde Boğaçayının tıpkı sahil şeridini beslediği gibi kazılan çukuru da dolduracağı gerçeğine karşın, girişilecek böyle bir girişim kente karşı işlenen bir suç değil açık bir cinayet olacaktır… Yeraltı kaynak sularına verileceği zararın, heba edilecek kamuya ait zenginlik kaynaklarının hesabını vermeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir…

Aynı şekilde hiçbir bağlantısı olmamasına karşın Boğaçayı projesinin bir parçası olarak dile getirilen Konyaaltı sahilinde Büyük Limana bitişik 1.2 kmlik uzunlukta yeni bir liman yapılması girişimi de açık bir sahil işgali niteliğindedir.

Halen halkın yararlandığı sahil şeridinin bir kısmını kapatma sonucu doğuracağı son derece açıktır. Boğaçayının girişine kadar fiilen denizden yararlanma koşullarını ortadan kaldıracak niteliktedir. Ancak öngörülen bu liman alanı da Büyükşehir Belediyesine tahsis edilmiş, tasarrufu altında olan bir alan değildir.

Bir kısmı Ulaştırma ve Denizcilik Bakanlığının faaliyet alanında ve esas olarak Antalya Valiliğinin denetiminde olan, denizlerin korunması amaçlı deniz kirliliği ve deniz kazalarına karşı bölgesel acil müdahale alanı olarak belirlendiği tespit edilen bu alanda liman yapılacağını ilan etmek, ne denli keyfi ve kendinden menkul kararlarla kent yöneticiliği yapıldığını göstermektedir.

Büyükşehir Belediyesi “bul karayı al parayı” yöntemiyle kenti yönetmekten vazgeçmelidir… Kentin belirlenen ihtiyaçlarına göre hareket etmelidir… Planlama ilkelerine saygılı davranmalıdır. Yanıltarak, abartarak, göz boyayarak iş yapıyormuş gibi değil toplumsal ihtiyaçlara, ortak alanlardan herkesin eşit ve serbestçe yararlanma ilkelerine göre yatırım tercihlerinde bulunmalıdır…

20 Ekim 2017 Cuma

Diyemiyorsak yetti gari...

Belediye Başkanlarını tek taraflı irade/dayatma ile istifaya zorlamalar, istense de
istenmese de müftülere nikah kıyma yetkisinin çıkarılacağı vurguları olsa olsa güç bende, hukuk benim deklarasyonlarıdır.

Ne pahasına olursa olsun iktidar hesaplarıyla ilgilidir.
 
Ama aynı zamanda istişare/müşavere diyerek “ihanet” ile “hüsnü kabul” arasında, bir “araf” yöntemiyle toplumu yönetmek istenmesinin itiraflarıdır…
 
Şurası açık ki partili tek adamda cisimleşen devlet katından yansıyan her hamle, toplumu demokratikleşme ve barış içinde birlikte yaşama koşullarından hızla uzaklaştırıyor…
 
Eğitimde, sağlıkta, ticarette “helal” yaşam operasyonları da gerçekte tek adam muhafazakarlığını inşa etmeye yarıyor…
 
Bu koşullarda OHAL’in kaldırılma ihtimalini düşünmek bile abesle iştigal etmek anlamına geliyor…
 
Kabul etmeliyiz ki devletin ancak tek adam siyasetiyle yönetilebilir hale gelmesinden birinci derecede sorumlu olanlar “kapitallerinden” başka hiç bir değer umurlarında olmayan kapitalistler ve varlıklarını borçlu oldukları pazar kavgalarıdır, emperyalizm sarmalıdır…
 
O nedenle dinin metalaştırılması dahil her yolu mubah gören yönetim anlayışlarına mahkum edilmek isteniyoruz…
 
Zor kullanana teşvik, cellada kurban, katile mağdur denmiş kimin umurunda, yeter ki saltanatlar sürsün…
 
Oysa böyle bir piyasanın güvencesi olarak kullanılmak istenen hiçbir değer, eşitsiz yaşam koşullarından, insanın ve doğanın talanından, kıyıcılıklardan kendini sorumsuz tutması mümkün değildir…
 
Hiç birimiz bu sarmalı hak etmiyoruz. Çünkü bu haliyle her an bir ağa, bir oltaya takılan balıkların yaşamlarından, özgürlüklerinden fazlasına sahip değiliz… Gelecek güvencemiz olmadığı gibi, günün ne getireceğinin belirsizliği içinde yaşamaya zorlanıyoruz.
 
Elbette bu durum zorunluluklar dünyasının sonucu olarak gösterilemez .
 
Acılarıyla, ayrımcılığıyla, yoksunluklarıyla topluma fazlasıyla belletilmek istendiği gibi emeğin, haklarımızın, özgürlüklerimizin dünyası fani; dayatmanın, sömürünün, saltanatın dünyası olsun gani gani diyedir bunca mukadderat öyküleri…
 
Zaten tarih de böyle söylüyor, devlet katında saltanat kendiliğinden bırakılmıyor…
 
Toplumsal olandan yana bir muhalefet, toplumcu bir akıl ve yönetim anlayışı geliştirilemediği sürece fanilere hakkıyla hukukuyla insanca yaşama imkanı tanınmıyor…
 
Diyemiyorsak yetti gari...

20 Eylül 2017 Çarşamba

Sahilde İşgal…

Dünyanın en ünlü plajlarından olan KONYAALTI Plajının 7 de 1’i, yaklaşık 1,2 km
lik alanda, yeni bir LİMAN yapılmak isteniyor.


Bu amaçla hazırlanan yeni liman resimleri Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından, “Boğaçayı Yat Limanı Projesi ÇED sürecine Halkın katılımı toplantısı” ile “görücüye” çıkarıldı. 

Bakanlar Kurulu kararı ile resmileştirilen, kent meclisine getirilmeyen, kamuoyu ve uzman kuruluşlarla paylaşılmadan, ÇED etiketiyle prosedür geçiştiren bir liman projesi dayatması ile karşı karşıyayız…

Öncelikle belirtmeliyiz ki bu proje Türel yönetiminin tam bir oldu bitti ile kente dayattığı SAHİL İŞGALİ operasyonudur… Ama aynı zamanda Boğaçayı çevresinde imara açılan ve açılacak alanlarda, yap işlet devret yatırımlarında beklentileri, verilen sözleri gerçekleştirme hamlesidir…

Oysa liman yapılmak istenen alan, 2009 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Teknik araştırma ve Uygulama Genel Müdürlüğünce gerçekleştirilen “ANTALYA BÜTÜNLEŞİK KIYI ALANLARI YÖNETİM PLANI PROJESİ NİHAİ RAPOR’unda yeni bir liman alanı olarak öngörülmemektedir.

Bir ihtiyaç olarak kentsel planlamada da yer almamaktadır…

Bilgisayar kurgularıyla gerçekleştirilmek istenen bu liman, Türel Yönetiminin anlayışına uygundur ama kamusal kaynakların heba edilerek en kısa yoldan iktidar çevresi için zenginleşme aracı olarak kullanılmak istenilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır…

Zira kıyının mevcut durumu, talepler, kamu yararı, kentsel yaşamın ve kıyının kullanımı ve ekonomik potansiyeli, doğal ve kültürel değerleri, yasal statüler ve nihayet kazanılmış haklar etrafında değerlendirildiğinde, Konyaaltı sahilinde gerçekleştirilmek istenen bu yeni liman, bilimsel ve toplumsal ihtiyaçlara dayalı olmadığı içindir ki esas itibariyle OHAL zamanlarının ürünü olarak tepeden inme yöntemlerle yol almayı tercih etmiştir…

Bakanlar kurulu kararı ile resmi gazetede yayımlanarak hiç soluklanmadan ihale hazırlıklarına başlanması bu yüzdendir….

Toplumsal muhalefetin, meslek odalarının her yönden kıskaca alındığı, itiraz edenlerin günah keçisi ilan edildiği, seslerini duyurma imkanlarının kısıtlandığı, olmadı karalandığı, daha olmadı hukuk dışı yöntemlerle toplumdan tecrit edildiği koşullarda Boğaçayı Projesi kapsamında Konyaaltı sahilinde liman projesinin hayata geçirilmesi tesadüfi değildir…  

DÜŞÜNÜLEN ANTALYA’NIN GELECEĞİ DEĞİLDİR…
Esas olan planlama ve uygulama yetkisi olan kurumlar ile tüm kullanıcılar arasında eşgüdümü gerçekleştirecek modeller geliştirmektir… Kuşkusuz ki bu tür modellerde göz önüne alınacak öncelikli ilke kamu kullanımına açık az sayıda kalan alanları korumaktır. 

Söz konusu olan uluslararası üne sahip Konyaaltı sahil şeridi olduğuna göre yalnızca kentlilerin değil yerli yabancı denizden güneşten kumsaldan yararlanan milyonların haklarına sahip çıkmak öncelikle kent yöneticilerinin görevidir…

Kıyı ekosisteminin biyo çeşitliliğini korumak, kıyı kesiminde yer alan doğal ve kültürel doğal değerlerin gelişimini sağlamak, bozulma olan alanlarda önleyici ve tedavi edici yöntemleri geliştirmek ve bütün bu yaklaşımları aynı zamanda bir bütün olarak “kent hakkı” olarak ele almaları gerekirken, aksi yönde kararlarla, oldu bittilerle kıyıyı, doğal kullanımını ve kamusal niteliğini ortadan kaldırmak kente ihanet etmekle eş anlamlıdır…      

Boğaçayı dere yatağına liman yapamamanın kefareti olarak hepimizin ortak kullanım alanı olan Konyaaltı  sahil şeridinde kendinden menkul yöntemlerle liman yaparak, bu kamusal ortak alanda güneşten, denizden ve sahilinden yararlanma imkanlarımızın elimizden alınmak istendiği son derece açıktır…

Bütün bir kentin beton yığını haline getirilmesi yetmiyormuş gibi şimdi de sahillerimizi, denizimizi, kamusal haklarımızı daha da betonlaştırmak istemeleri kabul edilemez bir uygulamadır…

Rant sağlamanın ötesinde rant kollayan bu liman projesi ile dünyaya mal olmuş, kentin en gözde, en vazgeçilemez, en kolay erişilebilir, gece gündüz serinlenen, güneşlenen, dinlenilen, eğlenilen, dostça, kardeşçe, serbestçe bir araya gelinen, hepimize ait Konyaaltı sahil şeridini İŞGAL etmek isteyenler bilmelidir ki;

3-500 tekne bahane edilerek milyonların hakları gasp edilemez…

O nedenle Türel Yönetimi ganimet avcılığına son vermelidir…20.09.2017

26 Ağustos 2017 Cumartesi

İnsanileştiremediğimiz Koşullar …

Anayasa referandumundan sonra beklenen uyum yasaları KHK lerle düzenlenmeye devam ediliyor..

Siyasi iradenin öngördüğü devlet yapısı ve yönetim anlayışı her KHK ile parça parça ilan ediliyor.

Son olarak Milletvekili hakkında açılacak soruşturmalarda TBMM devreden çıkarıldı. Herhangi bir milletvekili hakkında herhangi bir bahane ile suç üstü hükümleri bile uygulanabilir ve sarf ettiği bir sözden dolayı derhal derdest edilebilir...

MİT'in CB'na bağlanmış olmasının ilanı ise bir nevi malumun resmileştirilmesi anlamını içeriyor....
Böylece tek adamın tek bir işareti, tek bir sözü ve tek bir bakışı ile devlet aygıtını emrine amade hale getirilmesinin taşları hızla döşeniyor...

Yakında tutuklanacak kişiler de KHK ler ile yayımlanırsa şaşırmamak gerekiyor...

Oysa bir Fransız yargı kararında da ortaya konulduğu gibi suçlamalar ile en temel hakkımız olan insanca yaşama hakkı hiç kimsenin tekeline bırakılamaz...

"... Adam bahçesindeki elmaları hırsızlardan korumak için denediği hiçbir yol sonuç vermeyince bahçesini çepeçevre demir parmaklıklara kapatıp, elektrik akımı verir. Bir kaç gün sonra demir parmaklıklar üzerinde kavrulmuş bir çocuk cesedi bulunur. Adam, mahkemede ısrarla demir parmaklıklara hırsızlığı önlemek için elektrik akımı verdiğini savunur. Ancak; bahçe sahibi, adam öldürme suçundan dolayı mahkum edilir… "

Kuşkusuz ki esas olan yaşam hakkımızdır... Sahiplikler, iktidarlar, güç ve dayatma, kin ve nefret, kendisi gibi düşünmeyene reva görülen işkence ve eziyet kimseyi vazgeçilmez kılmaz... kendinden menkul zora dayanan veya kendi dışındakileri yok sayan varlık nedenleri kimin kendi sonunu hazırlamamış ki ?

Nuriye ve Semih' in yargısız infazlarla işlerinden ihraç edilmelerine karşı başlattıkları açlık grevleri sürmekte iken teröristlikle suçlanarak haklarında dava açılması ve tutuklanmaları "at binenin kılıç kuşananın" devlet versiyonu olarak sahne aldı. Ama bu eğitim emekçilerinin kendi yaşamlarıyla vicdanlarımıza kazıdıkları mahcubiyetlerimizi siyasi irade mi tedavi edecek... ?

KHK ile İhraçlara karşı oluşturulan komisyonun kendisi haksız uygulamalarının itirafları değil mi ki bu insanların işe iade edilmesini istemek suç oluyor... ?

Avukatlık faaliyetlerinin Antalya ÇHD şube başkanı Deniz Yıldırım'ın tutuklanması için yeterli görüldüğü koşullarda hangi meslek güvenle sürdürülebilir halde olabilir ki ?

Bütün bir toplumu saran bu keyfi ve haksız uygulamaların neden olduğu mağduriyet yaraları giderek derinleşirken, siyasi iradenin tek adamlık hükümranlığına karşı toplumsal dayanışmanın taşlarını hızla döşemenin kaçınılmazlığını hep birlikte yaşamaktayız...

O nedenle kimse adaleti, hakkı, hukuku kendi çatısı altında aramamalı... Kimse kimseyi kendi bulunduğu yerde beklememeli...

Zamanı ve koşulları kendi içimizde olsun insanileştiremeden, keyfiliklere ve adaletsizliklere son veremeyiz....

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Esas Sorun Biziz

Siyasi iradenin toplumu top yekün sindirme operasyonlarının esas olarak devleti
kendisi için yönetmek üzere kurguladığı konusunda hiç bir kuşku yok ...

İktidarın görünen yüzü buna "terörist temizliği" derken, "yeni bir devlet" kuruluyor söylemi de dolaşımdan düşürülmüyor...
"Ak sevda 16. yılında milletin emrinde daima birlikte" sloganının gerçekte bir "kara sevdaya" dönüştüğünü de hep birlikte yaşamaktayız...
Zira hangi milletin emrinde ve kimlerle birlikte olduğunu sektör sektör, branş branş, mezhep mezhep, aidiyetler, cinsiyetler, nedamete erenler ve yandaşlığın bin bir çeşit halleriyle dizi filmler kıvamında izliyoruz...
Ve ak denilen bu sevda öyle bir kara sevda halini alarak yürümekte ki : gerçekleşebilirliği imkansız, zamanın ve ihtiyaçların gerisinde kalmış, parlatılmaya çalışılan dinsel ritüellerle ve dogmatik öğretilerle kendini kabul ettirmek istiyor... Bu amaçla her türlü eziyeti, sıkıntıyı ve yoksunlukları bütün bir topluma reva gördüğünü ortaya koyuyor...
Bu süreçte umutsuz bir aşkın peşinde, melankolik bir körlük içinde, kendinden menkul kriterlerle suç ve ceza kavramlarının yeniden tanımlandığına tanık olmaktayız... O nedenle bu kadar fütursuz ve bu kadar saldırgan bir dil kullanabiliyorlar...
O denli ayıplarının ve kıyımlarının farkındalar ki kimse paylaşmasın, ülke dışına aktarılmasın diyebilecek kadar evrensel değerlere kapanma, zamana hükmetme sevdasına kapılmış durumdalar...
Klişe sloganlar ve haykırışlar, taşıma ve besleme kalabalıklar kimseyi aldatmasın...
Vatan millet Sakarya denilince her türlü engeli aşacaklarını umsalar da kendileri için vatan, millet ve başkomutan peşinde oldukları sürece, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini, sevdalarını başkalarına dayatmamaları gerektiğini er ya da geç görecekler...
Elbette herkes farkında, tek adama bağlı parti devleti buyurganlığına mahkum edilmek isteniyoruz...
Sağımız solumuz tedirginlikler, ihbarlar, gizli tanıklar, hiç bir maddi delile ihtiyaç duyulmaksızın hak ve özgürlükleri gasp eden keyfilikler ve emirlere amade kamusal görevlilerle çevrili...
Ülkemizin zenginlik kaynaklarına el koyan, eşitsizliklerin, sömürünün ve talanın sahipleri, hep bana hep bana diyen düzenbazlıklar, işbirlikçiler, yancılar... sefillikleri ve çaresizlikleri sadakalarıyla avutan, bu yolla kendine bağlamak isteyen insafsızlıklar... hep zorla, masallarla, ninnilerle, gücü elinde tutanların sevdalarıyla var oldular...
Ancak şurası çok açık ki emeğine, hak ve özgürlüklerine sahip çıkanlar, vicdan ve adalet diyen Kürtler, yolundan dönmeyen Aleviler, Kadınlar, gençler, dışlananlar, sahipsiz bırakılanlar... inanç ve kökenlere bakılmaksızın hep birlikte kendi ortak sevdalarını kuramadıkları sürece daha çok oldu bittiye getirilen sevdalara katlanarak, başlarından savmaya çalışarak yaşamaya devam edecekler...
O nedenle esas sorun geçen 16 yılda değil, bir araya gelemeyen toplumsal dinamiklerde... kayıtsız şartsız özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, laik bir ülkede yaşama iradesini ortaya koyamayanlarda...

4 Ağustos 2017 Cuma

Zamana Hükmedilmez

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisi kaldırıldı…

1964 yılında “sanat şenliği” olarak başlayan ve ülkemizde yapılan film festivallerinin en uzun ömürlüsü olan bu festivalin ulusal film yarışmaları Türel yönetiminin açıkladığı karar doğrultusunda 3. kez kesintiye uğramış oldu…

1979 yılında yaşanan kesinti, yarışmaya katılan Yavuz Pağda’nın yönettiği Yolcular, Yavuz Özkan’ın yönettiği Demiryol ve Ömer Kavur’un yönettiği Yusuf ile Kenan filmleri yasaklanıp, bazı bölümleri kesilmek istenmesi üzerine tüm yapımcı ve yönetmenler festivalden çekilme kararı almıştı. Bu nedenle 16. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin uzun metraj yarışması iptal edilmişti.

1980 yılında ise 13-20 Eylül tarihleri arasında yapılması planlanan festival başlamadan bir gün önce 12 Eylül askeri darbesinin sıkıyönetim ilanı sonucu iptal edilmiş ve o sene de film festivali yapılamamıştı. .

1979 yılında sansüre karşı tepki, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle yapılamayan film yarışmaları 48. Festival kapsamında kısmen de olsa telafi edilmek istendi ve 32 yıl sonra 2011 yılının festival programında oluşturulan jüri ile “geç gelen Altın Portakal ödülleri” verilmişti…

Türel yönetiminin Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisini kaldırma kararının da, yasaklamaların, sansürün ve darbeden farksız OHAL koşullarının yaşandığı bir dönemde hayata geçirilmiş olması tesadüf olmasa gerek… 

Bu kesintinin ömrü ne kadar sürer ve ne zaman telafisi mümkün olur bilinmez ama bir bütün olarak sinema dünyasının bu karara destek vermediğini hep birlikte tanık olduk.

Hiç kuşku yok ki Türel yönetimi, 54 yıllık tarihi olan, Türkiye sinema dünyasına mal olmuş bu film festivalinin esas sahiplerinin, sanatçıların, yapımcıların, imalatçıların, eleştirmenlerin, seyircilerin beklentilerini, görüşlerini hiçe sayan, onları değersizleştirmek isteyen bir karar vermiştir.

Menderes Türel’in “hayal dünyası” olarak yansıtılmak istenen bu sürecin de tıpkı yıllarca kullandığı Kanal İstanbul kadar önemli saydığı Boğaçayı projesi yaklaşımından farklı bir yanı bulunmamaktadır…

Boğaçayı projesinde doğa koşullarına ve neden olacağa maddi zararlara karşın,  sanki mucize gerçekleştiriliyormuş gibi takınılan edalar ve göz boyayan görseller 3 yerel seçimde kullanılmıştı. Şimdi de aynı şekilde ulusal film kategorisini iptal edilerek devam edilmek istenen uluslararası Antalya film festivali ile ilgili sarf edilen süslü sözler, markalaşma ve cazibe merkezi yaratma söylemlerinin kendince puan toplama, daha büyük bütçelerle oynama, içi boş bir kendini kanıtlama hevesi olarak görülmesi abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.   

Ancak bu kez, Antalya’nın kendisi ile gurur duymasına vesile olan, 54 yıl boyunca sıradan insanlarını da içine alarak geliştirdiği, kentin ve ülkemizin parçası olmuş bir ulusal film festivalinden söz ediyoruz… Ve bu ulusal film festivalinin ruhuna, işlevine ve sinema dünyamıza vurulmak istenen bir darbe gerçekliği ile karşı karşıyayız…

Türel yönetimi tıpkı 2. Dönem yönetime geçer geçmez sanatçıların toplanma, paylaşma, eserlerini sergileme  yeri olan ANSAN’ı polis zoruyla tahliye etmesi gibi, Antalya’lı sanatçılara reva gördüklerini bu kez Yeşilçam dünyasına uygulamaktadır.

Hiç kuşku yok ki bu karar eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, müftülere nikah kıydırma, öğrencilere matematikten önce cihat kavramının belletilmesi operasyonlarından farklı bir boyut taşımamaktadır…

Kontrol edemediği, kendine benzetemediği, dönüştüremediği alanları etkisizleştirmek, gözden düşürmek ve giderek kendisinden olanlarla yeniden kurumsallaşma sürecinde sıranın Antalya film festivaline geldiği açıkça görülmektedir.

Kent sakinleri olan bitenin farkındadır… Türel yönetiminin devrim olarak nitelendirdiği hamlelerinin her birinin aslında karşı devrimin adımları olduğunu bizzat yaşamaktadırlar…

Kentte yaşayanlar, yaşam alanları için kendilerini ifade etmek istediklerinde onları kimin “zavallı” yerine koymak istediğini, kimler tarafından dışlandıklarını, hangi çevrelerin kayıtsız ve şartsız söz sahibi olduklarını gayet iyi bilmektedirler.

Zira, yeşil alanları, çevik kuvvetler, TOMALAR eşliğinde, neredeyse yerlerde
sürükledikleri kentlilerle birlikte betonlaştırmak isteyen bir kent yönetiminden bahsediyoruz…

Sahil şeritleri peşkeş çekilen, kamu arazileri, otogarı satılığa çıkarılan… Dağları, ormanları delik deşik… Menfaat çetelerinin kol gezdiği…Yaşam alanı savunucularının acımasızca katledildiği…

İşsizlikleriyle, hayat pahalılığıyla, emlak vergileriyle, kentsel dönüşüm master planıyla bütün dar ve sabit gelirli yurttaşlarını kent dışına sürgün etme hazırlığı içinde olan bir kentin sakinleriyiz…  

Ve “Kadınlar plajı” açmakla övünen ama cinsiyetçiliğini ve sahil işgalini dinsel referanslarla bertaraf etmek isteyen, denetimsizliğin kol gezdiği, keyfiyet şampiyonu, turistik olsun diye ölümüne koşturulan atların cansız bedenlerinin caddelerinde terk edildiği, gelişmiş ülkelerin gelmekten imtina etmeye başladığı “dünya kenti” Antalya’dan bahsediyoruz… 

Onun için bir kez daha söyleyelim ki iktidar olmanın dayanılmaz hafifliği ile alınan bu tür kararlarla zamana hükmetmek mümkün değildir. Savurganlık ve mirasyedilik örneği olarak tarihe geçilebilir ama her alanda olduğu gibi konunun taraflarıyla birlikte yapılacak değerlendirmelere, toplumsal gerçekliklerimize dayalı olmayan karar ve uygulamalar ne sinema dünyamıza ne de kentimize bir katkı sağlamayacaktır… 04.08.2017

21 Temmuz 2017 Cuma

OHALden Başka Hallere Bakalım

Deprem üzerine depremler yaşıyoruz…


İstanbul kentleşmesinin sular altında kaldığı günlerden sonra, yıldönümünde kurumsallaştırılmak istenen OHAL depremi ve Ege depremi doğa kanunları ile sömürünün/kıyımın kanunlarını bir kez daha karşı karşıya getirdi. Yaşam ile ölüm, varlık ile yokluk, kardeşlik ile düşmanlık arasında gidip gelen ömürlerimizi bir kez daha sorgulamamızı sağladı…
Bu karmaşık duyguların yaşandığı günlerde, sözümüzün, ilişkilerimizin iktidar icazeti ile geçerli veya geçersiz sayılacağı, 15 temmuz anma/kutlamaları ile bir kez daha tescil edildi.
Görüldü ki bu etkinlikler de iktidarın kendisini kayıtsız şartsız kabul ettirmesinin bir aracı olarak kullanılırken, kendi referanslarıyla devleti yeniden örgütlemek istedikleri bir duruş olarak sergilendi…
OHAL ilanının 1. yılının sonunda ortalama bir algıyla denilebilir ki, siyasi irade “kırıcılık” ve “kıyıcılık” ile ayakta kalmanın yollarını döşemek istiyor…
Verilen mesajlar ve uygulamalar çok açık.
İş adamları toplantısında kim nereden bakıyorsa öyle görmeli denildi. Güvencesiz, ucuz, örgütsüz, adeta köle, sürüsüne bereket, üstelik her daim grevsizlik ile mahkum bir emek dünyası yaratmakla övünüldü.
Yargısız infazlarla yürütülen bu hak kırıcılıklarının, doğa ve insan kıyımlarının adı haline gelen OHAL uygulamalarının, yoldan çıkmışlığın/çıkarılmışlığın mecburiyet halleri olarak yansıtılmak istenmesi ise en başından beri hiç inandırıcı olmadı.
Çünkü toplumun birbirinden kopukluğu, nemelazımcılığı, sindirilmişliği, yandaşlığı gibi özellikleri bir yana, gündelik hayatında iç içe olduğu işsizliklere, yoksunluklara, hayat pahalılığına, sürgünlere, dışlanmalara, dayatmalara, yargısız infazlara… daha da vahimi iktidar çevresinin malı götürmelerine, kayrılmalarına, racon kesmelerine, şatafat ve sefahatlarına mecburi katlanmalarının da, zora dayalı olarak sağlanmakta olduğu, herkesçe son derece farkında olunarak yaşanmakta…
Son günlerde yaşanan, hak ihlallerini takip eden ve bu ihlalleri kamuoyu ile paylaşmaktan başka işlevleri ve çalışmaları olmayan insan hakları savunucularının tutuklanması sınır ötesini aşarak dış dünya tarafından da fark edildi…
Ama bütün bu olup bitenler arasında muhalefeti sıkıştırmak hevesiyle fotomontaj fotoğraf servisi yapmaktan çekinmeyen bir hukuk profesörünün bakan olamama serzenişleri de görüldü…
TBMM 15 temmuz darbe girişimi araştırma komisyonu başkanının “yavuz hukukçu ev sahibini bastırır” hamlesi ile siyasi partilerin ortaklaşa hazırladığı rapora son dakikada tek taraflı eklemeler yapıldığının ortaya çıkması ile manipülasyonsuz işlerin yürümediği daha iyi anlaşıldı…
Hukuksal düzenlemelerin anlamını yitirdiği, hukuk uygulayıcılarının da “odun kırıcının hınk deyicisi” durumuna getirilmek istendiği bir atmosferde yaşamaya zorlandığımızı, görmek isteyenler görebiliyorlar…
Denilebilir ki OHAL'li 1 yılın sonunda, toplum karşılaştığı “depremlerle” kanayan yaralarının hangisine, nasıl derman bulacağının arayışı içinde…
Örneğin bu sürecin mağdurlarından, açlık grevleriyle “yara olduk kanar olduk” diyen Nuriye ve Semih için acilen adım atılması gerekmektedir. Kim ne derse desin karşılaştıkları haksızlığın giderilmesi ve işe iade edilmeleri talebiyle yaşamlarını ortaya koyarak başlattıkları açlık grevleri 135. güne ulaşırken bütün bir toplumda açtıkları mahcubiyet yarasına merhem olunabilir ve işlerine iade edilerek yaşama döndürülebilirler...
Yara acısı canın hissedildiği yerdir...
Mahcubiyet yarası ise duyguların kaybedilmediğini, hayatta olduğunu, itiraz edebileceğini, hakkını arayabileceğini gösterir...
Zamanın işleyişini insanileştirmek için herhangi bir engelimiz yok…

-
Bültenimize Katılın