25 Temmuz 2000 Salı

Kentsel Gelişim

İnsan toplumsal bir varlık. Topluluk halinde yaşıyor. Hem kendisinin hem de toplumun
sürekliliğinin sağlanması için üretmek zorunda. O nedenle insan için temel sorun üretim araçlarının kime ait olduğu değil, bu üretim araçlarından nasıl yararlanıldığı ve elde edilen ürünlerin nasıl paylaşıldığı sorunudur. Diğer bir deyişle insanın tarihi, kendi yarattığı ürünlerinin nasıl paylaşılacağı mücadelesine göre yazılıyor. Kentler de buna göre şekilleniyor.

Kentleşme sürecini sulama ve tarımın gelişmesi ile birlikte giderek artı-ürün elde edilmesi sonucunda gerçekleşen toplumsal bölünmenin başlattığını biliyoruz. Antik çağ öncesinden başlayıp Yunan ve Roma kentlerine; feodal toplum düzenin pisikoposluk kentlerinden kent devletlerine; oradan mutlak monarşiye ve giderek Rönesans dönemi ile birlikte günümüze kadar uzanan kapitalist ve sosyalist kent modellerine kadar, öncelikli kaygı, toplumsal bölünmeye denk düşen iktidarın korunması ve sürdürmesi olmuştur.
Tarihsel olarak kentlerin kimliğini ortaya çıkamaya yarayacak en temel ölçü toplumsal iş bölümün nasıl oluştuğudur. Üretim, paylaşım, tüketim ve bunlara uygun mekanlardaki insan ilişkilerinin kuralları nasıl belirlenmektedir?  Bütün bu sürecin işleyişi ve düzenlenmesinde söz sahibi olanlar kimlerdir? İktidar-muhalefet, yöneten yönetilen, seçme-seçilme imkanları, köken ve cinsiyetler arası ilişki ve diğer uygulamalar toplulukta yer alanların ortak mutabakatına dayalı mıdır? Yerleşimlerde var olan veya elde edilen zenginlik kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusunda karar verilen ortamlar ne kadar demokratiktir?
Çok rahatlıkla söylenebilir ki; yaşadığımız kentler geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin kullanıldığı yerleşimlerin adı olmuştur. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçınılmazdır. Bir tarafta streil, ayrıcalıklı ve korunaklı alanlar, diğer tarafta her an her türlü tehdite açık, güvensiz, geleceksiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu yaşam.
Ama yine de tarih boyunca elde edilmiş kazanımlar, siyasi sosyal ve ekonomik haklar vardır. Bunlar aynı zamanda insan emeği ile elde edilen ürünlerin, ortak bir akılla değerlendirebildiğini ortaya koyan kazanımlardır. Gelinen aşamanın yeterli ve hakkaniyete uygun olmadığı da ayrı bir gerçekliktir ama şurası açık ki ancak bu kazanımlar sayesinde yerleşimlerde yaşanan dayatmalara, dışlanmışlıklara, yoksunluklara, haksızlıklara karşı çıkabiliyoruz. Kendi hayatımız üzerinde düşünme, tartışma, benzer düşüncede olanlarla yan yana gelme imkanı buluyor ve daha iyi koşullarda yaşamak örgütlü bir çaba içinde olunması gerektiğini düşünüyoruz. Göstermelik ve yalnızca kontrolü elinde tutanların beklentilerine yanıt veren kurumların değişmesini; herkesin serbestçe yararlanabileceği, temel ihtiyaçlarının karşılandığı kamusal denetim kanallarının oluşturulmasını istiyoruz. Yerleşimlerde yaşayan insanlara, yaşadıkları alanlar üzerinde karar verme imkanları tanınmasını, kent yönetimlerine doğrudan ve etkin katılım kanalları oluşturulmasını artık daha yüksek sesle ifade edebiliyoruz.
İnsanlığın kazanımları hayata müdahil olmanın şartlarını da kolaylaştırıyor ve olgunlaştırıyor. Teknolojik gelişme bu ivmeyi daha da hızlandırılıyor. Bu açıdan kentlere kimlik kazandıran kentsel hareketler artık daha avantajlı.
Demokratikleşme, kentsel düzenlemelerde vazgeçilemeyecek bir yöntem haline gelecek. Biraz da bu nedenle katılım sözcüğü bütün partilerin savunduğu bir kavram oldu. Her ne kadar mevcut statükodan yararlanmak isteyenler, yetkilerini paylaşmaya yanaşmadan yalnızca ‘’danışma’’ düzeyindeki katılımı yöntem olarak geliştirmeye çalışsalar da, yurttaşlar; gönüllü kuruluşlar, dernekler, mahalle meclisleri ve diğer sivil oluşumlar aracılığı ile konuttan, sağlığa, eğitimden, üretime ve tüketime kadar kendilerini ilgilendiren her konunun aşağıdan yukarıya tartışılarak çözümlenmesi yolunda  ‘’etkin katılıma’’ sahip çıktıkça, ‘’statükocuların’’ hiçbir inandırıcılıkları olmayacak.
Bu anlamda kentsel gelişmeler bizleri, dayatmalara karşı demokrasi tercihinde bulunmaya zorluyor. Kendisinden yararlananlar dahil hiç kimse için güvenli olmayan despotizme karşı herkes için gerekli olan demokrasi mücadelesi daha da istenir hale geldiğine kuşku yok. Ama zihinlerde yaşatılan demokrasinin kimseye yarar sağlamayacağı da çok açık. Çünkü eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir işleyişten menfaatleri zarar görenler, ellerindeki imkanları kendiliğinden bırakmak niyetinde olmadıkları gibi en şiddetli dayatmaları da desteklemekten çekinmiyorlar. O nedenle geleceğin kentleri o kentlerde yaşayan insanların kent yönetimlerine katılımlarının etkinliğine bağlı olarak ya demokratik bir hayatın mekanları olacak ya da geniş halk kesiminin hayatlarını ’’tevekkülle’’ geçirecekleri ‘’azap haneler’’ olmaya devam edecek. (25.7.2000)
-
Bültenimize Katılın