17 Kasım 2014 Pazartesi

ÇHD toplantısında yapılan konuşma metni…

17.11.2014 günlü hukukçu yerel yöneticilerin bir araya gelmesini sağlayan ÇHD toplantısında
yapılan konuşma metni…


Merhaba,   

Değerli meslektaşlarım, konuklar ve basın mensupları….
Kentli dayanışması toplantımıza hoş geldiniz.
Yaklaşık 40 yıllık süreçte bugüne kadar Antalya’da yerel yönetimlerde rol almış hukukçularla bir aradayız.
İller bankası zamanlarından, yerel yönetimlerde özerklik ve bütün şehir düzenlemelerinin tartışılmakta olduğu 40 yılın hikayesi, ülkemizde ve kentimizde önemli dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir…
Çağdaş Hukukçular olarak, hukukçu kimliğimizden yola çıkarak yerel yönetimler pratiği içinde yer alan meslektaşlarımızla bir araya gelmek, bilgi ve deneyimlerini aktarabilecekleri bir platform oluşturmak istedik.
Sonraki hedefimiz bu platformu genişletmek, kent yaşamına müdahil olmak isteyen, kendisiyle ilgili alınan kararlara etki etmek, söz sahibi olmak isteyen her kesimle bir araya gelerek; çalışma ve mücadele yöntemlerini birlikte tayin etmek istiyoruz.
Değer yargılarımız, beklentilerimiz ve eşitsiz yaşam koşulları hukukçular arasında da farklı bakış açıları ve duruşlara neden olsa da ;
bu farklılıklar meslektaş olarak bir araya gelmemize, yaşam alanlarımızda yaşanan ortak sorunlara kafa yormamıza ve çözüm geliştirmemize engel olmadığını düşünüyoruz.
Hukukçu olarak yaşadığımız kentte yapabileceklerimiz nelerdir?
Evrensel hukuk değerlerinin uygulanabilmesi için hangi yollara başvurabiliriz ?
Kuşkusuz ki hukukçu olmak, hukuka aykırılığın ve hukuksuzluğun ne anlama geldiğini, sonuçlarının neler olduğunu bilmek bir yurttaş ve yönetici olarak önemli bir avantajdır. Ama yine kuşku yok ki yalnızca mevzuat üzerinden kent politikasını tanımlamak ve yürütmek de mümkün değildir.
Bilindiği gibi hukukun siyasal iktidar tarafından bu denli araçsal bir şekilde kullanıldığı bir başka dönem yaşanmamıştır. Hangi yasanın ne zaman, ne şekilde ve hangi amaçla değiştirildiğini takip edemez durumdayız… Tüzük, yönetmelik ve genelge gibi alt hukuk normlarının da günlük olarak değiştirildiği bir dönemde yaşıyoruz.
Yasaların bu kadar hızla, torba torba değiştiği bir ortamda, artık hukuk güvenliğinden bahsedilemeyeceği ortadadır.
Onun için hukuk eliyle yaşam alanlarımıza yapılan saldırılara karşı mesleki dayanışma içinde olmak hepimize iyi gelecek.
Bugün muhaliflerine “bizim bilincimizle düşünemedikleri için bizi ve ne yapmak istediğimizi anlayamıyorlar diyen;
ve yüzyıllık bir parantezi kapatacağız iddiasıyla hareket eden; demokratik taleplere, tepkilere karşı baskı ve korku ortamı yaratmakta darbe dönemlerini aratmayan bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız.
Yukarıdan aşağıya toplumsal yapımıza, gündelik yaşantımıza, bilincimize, davranışımıza müdahale eden siyasi iradeye karşı çok renkli, çok sesli, çok kültürlü, çok dilli hayatı savunmak;
bu amaçla bir araya gelebilmek,
hepimiz için ertelenemez bir ihtiyaç olduğuna inanıyoruz.
Despotik bir devlet uygulaması ile,
sözümona yüzyıl öncesinin hesaplaşması adı altında ;
küreselleşme zamanlarının neo-liberal düzeninden aslan payını elde etmek uğruna her türlü saldırganlığı kendine hak gören bu egemen anlayışın; topluma empoze etmeye çalıştığı biat hukukuna karşı; toplumsal hak ve özgürlüklerimiz için mücadele etmek, bundan zarar gören tüm toplum kesimleriyle dayanışma içinde olmak hukukçuların mesleki bir sorumluluğu olduğunu düşünüyoruz.
Değerli meslektaşlar,
Özellikle gezi direnişinden sonra, kent ve çevreye dair politik ilginin toplumda hızla yaygınlaştığını da görüyoruz. Türkiye tarihindeki en büyük toplumsal direniş, çevre ve kentle ilgili olmuştur. Ama yine de vurdumduymazlık ve hukuk tanımazlık hiçbir hız kaybetmeden aynen devam etmektedir.
Geçen hafta Soma’da yaşananlar…
Binlerce zeytin ağacının bir günde köklenmesi… Üstelik ” acele kamulaştırma“ denilen bir yöntemle köylünün elinden adeta gasp edilmesi…
Yargının ise her zamanki gibi çevre cinayetinin işlenmesinin ardından verdiği kararda ironik bir biçimde yapılan tüm işlemin yasadışı olduğunu ve zeytinlik alanlarda kömür çıkarılamayacağını ifade etmesi…
Siyasal iktidarın da hemen bir gün sonra, zeytinlik alanlarla ilgili kanunu değiştireceğiz, açıklamaları….
En yakın yaşanılan bu örnek olay bile kentlerimizin ve geleceğimizin çok ağır bir tehdit altında olduğunu ortaya koymaktadır.
Kentsel yaşam ve çevreye ilişkin sorunlarda Antalya’nın da önemli sorun merkezlerinden biri olduğunu birlikte yaşıyoruz.
Doğu Karadenizden sonra en fazla HES projesinin olduğu il Antalya…
Gazipaşadan , Kaş’a onlarca projenin bir kısmı bitti. Bir kısmının ise inşaatı devam ediyor.
Dere tipi HES’lerin Antalya’da nasıl bir ağır doğa tahribatı yaptığını, köylerimizi, tarımımızı nasıl etkilediği artık görülmeye başlandı.
Sadece HES değil, taşocakları ve mermer ocakları da Antalya’nın doğasını hızla yok ediyor.
Konuşulacak çok konu var….
birkaç kilometrelik bir güzergah için referandum uygulaması, ücretsiz şezlong ve şemsiye uygulaması adı altında özel işletme olmadan olmaz noktasına getirilen, başıboş bırakılan sahiller, yıllarca kentte yaşamakta olmasına karşın deniz kenarını hayatında hiç görmemiş yurttaşlar, sağlıksız ve güvensiz mahalleler ve ancak parası olanların yararlanabileceği ticarileştirilmiş kamusal alanlar ve piyasalaştırılmış kamusal hizmetler….
Kamusal yararı gözetmeyen, bilimsellikten uzak, hukuka aykırı, göz boyayan açıklamalar arkasında gizlenen ısmarlama uygulamalara girmeyeceğim.
Kadim olduğu kadar güncelliği hiç yok olmayan kentin demokratik planlama sorunları yanında, kentsel dönüşüme ilişkin yaklaşımlar ve 6360 sayılı yasa ile değişen büyük şehir kanunu önemli konular olarak hepimizi yakından ilgilendiriyor. Yeni düzenleme ile büyük şehrin tanımı, alanı, yetki ve görevleriyle birlikte bir anlamda Türkiye’de yerel yönetim sistemi bütünüyle değiştirildiğini söylesek abartmış olmayız.
İlçe belediyeler dışındaki tüm belediyelerin kaldırıldığı, Köylerin de mahalle haline getirildiği bu düzenlemenin yaşamımıza ne şekilde etkileyeceğini; büyükşehirde merkezileşen yetkilerin nasıl sonuçlar doğuracağının henüz farkında değiliz.
Ama şunu biliyoruz. 20-30 yıl öncesinin Dünya Bankasının, OECD’nin, İMF ve Birleşmiş Milletler eliyle küresel sermayenin yeniden yapılandırma adı altında havza bazında yönetim organlarının oluşturulması programı şimdiki hükümet eliyle sonuçlandırılmış oldu.
Bundan sonra büyük şehir aracılığı ile havza bazında pazarlamalar, ihaleler, yatırımlar dönemi başlayacaktır.
Bu gelişme de göstermektedir ki yerel yönetimler “ yerel ihtiyaçların karşılandığı – halka kentsel hizmetin sunulduğu” gibi yuvarlak yaklaşımlarla değerlendirilecek bir alan değildir.
her şeyden önce benimsenen devlet yapısının, siyasi ve ekonomik işleyişinin bir parçası, ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde söz sahibi olanların belirleyici olduğu bir alandır.
Buna bağlı olarak yerel belirleyiciler, üretim, dolaşım ve tüketim alanında büyük pazarın ihtiyaçlarına ve ilgisine göre şekillenmekte ve hareket etmektedirler.
Toparlamak gerekirse yerel yönetimler irili ufaklı kişisel, özel pek çok ricacının, talebin ve beklentinin uçuştuğu bir alandır. Ve bu tüm yerel yöneticileri oyalayan, bunaltan bir durumdur…
Ama esas olarak yerel yönetimlerden; yerel düzenliliği sağlama-koruma işlevi ile kentte yaşayan nüfusun fiziksel ve kültürel varlık koşulları için gerekli en az temeli sağlayarak işgücünün yeniden üretimine katkıda bulunması beklenmektedir.
Daha da önemlisi mal, hizmet ve kredi alımı yoluyla kaynak aktararak, rant geliri yaratan kararlar üreterek, rant dağıtarak, fiziksel alt yapı yatırımları yaparak sermaye birikimine dolaylı ve doğrudan katkıda bulunurlar.
Kuşkusuz bu katkı kentin gelişmişlik düzeyine, iç ve dış egemen dinamiklerin o kentteki etkinliğine ve ilgisine göre değişkenlik göstermektedir.
Değerli meslektaşlarım,                            
Yaklaşık 40 yıllık hikayemiz de aslında bugünlere nasıl geldiğimizi resmediyor. Ve bu resimdeki 2 önemli aktör burada yan yana oturuyor. Sayın Tonguç ve Sayın Subaşı...

Bugünlerin önünü açmak adına gerçekleştirilen 12 eylül askeri darbesini ve sıkıntılarını yaşayan 
Sayın Tonguç...
Artık kentin falezlerinden sızmaya başlayan lağıma ve alt yapı sorununa çözüm bulmak üzere kaynak arayışı için çıktığı yolda, ulus-üstü sermayenin aracı kurumları dünya bankasının, Avrupa Yatırım bankasının verdiği kredi karşılığı her türlü dayatmasını kabul etmek zorunda bırakılan Sayın Subaşı.

Böyle ifade ediyorum, çünkü Sayın Subaşı da açıklamalarında “başka seçeneğimiz yoktu” diyordu.
Bu gelişmelerden her birimizin farklı sonuçlar çıkarması mümkündür. Ama sanıyorum temel sorunumuz her dönemde toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edilmek istenmesidir. Toplumun en geniş kesimlerinin siyaset dışında ve örgütsüz bırakılmak istenmesi, birbirimize hasım haline getirmek isteyen söylemlerden ve politikalardan vazgeçilmemesi; yüksek siyasetin saflaşmaları nedeniyle yaşam alanlarımızdaki ortak ve gündelik sorunlarda birlikte hareket edemiyor oluşumuz, menfaat gruplarının işini alabildiğine kolaylaştırmakla kalmıyor kendi geleceğizi kendi ellerimizle heba etmemize de neden olmaktadır.
Değerli meslektaşlarım,
Konuyu daha fazla uzatmadan sözü sizlere bırakmak istiyorum.
Sizlerin yerel yönetim pratiklerinizden bizlerle paylaşmayı düşündüğünüz, toplumun yönetime katılım kanallarının oluşmasında izlenmesini önereceğiz yol ve yöntemler neler olabilir ? Bu kanallar yöneticiler için gerekli midir yoksa ayak bağı olarak mı görülmektedir ?
Herkese iyi gelecek en iyi yöntemin kentsel yaşama ait bilgilerin paylaşılması, kente dair atılacak adımların ilgili her kesimle tartışılması, uygulamaların denetlenmesini sağlayacak kanalların her koşulda herkese açık tutulması için neler önerirsiniz ? Bunun için mutlaka yasal düzenleme mi gerekmektedir ?
Toplantımızın başarılı geçmesi dileğiyle
Katılımız, önerileriniz ve katkılarınız için şimdiden çok teşekkür ederiz.
-
Bültenimize Katılın