4 Aralık 2000 Pazartesi

Her Şey Bize Bağlı

Geçici veya kalıcı olarak yerleştiğimiz yaşam alanlarımızın her biri adeta sorun yumakları
halinde. Hemen her türlü ilişkimiz düğümlenmiş durumda ve sorunları çözmek yerine ertelemekten veya yok saymaktan başka çıkış yolu bulunamıyor. İstisnasız herkes mevcut toplumsal yapıdan ve uygulamalardan yakınıyor. Ama yine de herkes çıkış yolunun bulunması için kendi dışındaki çevrelerden çare bekliyor.

 Bir insanın veya kurumun başkalarından çare bekler durumda bırakılmasına neden olmak sanırım onlara yapılabilecek en büyük kötülük. Doğrudan kendimiz ile ilgili konularda bile düşüncemiz sorulmuyor, hemen her konuda başkaları bizim adımıza karar alıyor. Üstelik, hem bütün olup biten her şeyin bizlerin yararı için olduğu söyleniyor, hem de sırası gelince kısılmak istenen hatta yok edilmek istenen bir hedef haline getiriliyoruz. Bir yönetim ve paylaşım sorunu yaşadığımızı görmemek mümkün değil.

 Bu durumu yalnızca temsiliyete dayalı bir yönetim şeklinin sonucu olarak göstermek de düşünülemez,  her konuda aynı ada milyonlarca insanın görüşüne başvurmak ve böylece bir tavır geliştirmek imkansız. Ama, tek tek bütün insanların kendilerine değer verildiğini hissettiği, kendi düşüncelerinin de önemsendiği, kendisi ile ilgili konularda karar süreçlerine katıldığı bir toplumsal yapı, diğer deyişle demokratik ilişkiler de imkansız değil.

 Ancak bu özleme engel olan hem merkezi hem yerel yönetimler düzeyinde gözle görülür birkaç neden var. Toplum genel olarak örgütsüz. Özellikle mevcut sorunların mağdurları kurtarıcı bekliyor. Örgütlü olanlar ise ya güçsüz ya da teslimiyet sınırında yürüyorlar. Kararlar ‘’tepede’’ alınıyor ve ‘’hiyerarşik’’ bir yöntemle uygulanıyor ve bu uygulamanın sürdürülmesinden çıkarı olanlar gerekirse zor dahil her yola başvuruyorlar. Yasalarımız, yasaklar manzumesinden ibaret. Kamusal alanlarımız giderek daralıyor ve özelleştiriliyor. Bireysel yarar toplumsal yararın üstünde tutuluyor. Birey olarak (bu arada ülke olarak da) ‘’yardımsız’’ ayakta duramayacağımızı düşünüyoruz. ‘’Ayrıcalıklara’’ , yönetenlere yakın olmak, hiç olmazsa onlara aykırı düşmemek önemli bir meziyet sayılıyor.

Kendine bu oyun içinde bir rol edinmek isteyenlerimiz kadar, bu yaşam biçiminden rahatsız olanlarımız da var.

Biliyoruz ki, hepimiz için yaşam, ‘’yerel olandan’’ başlıyor. Konutumuz, mahallemiz, bölgemiz, belediyemiz ve kentimiz… Yerel olan ile ne kadar ilgiliysek, merkezi yönetimlerle de o kadar ilgiliyiz demektir. Yaşamımıza ne kadar sahip çıkarsak  o kadar yöneticileri boş bırakmamış olacağız. Her bir kişinin yaşantısı, hiçbir yöneticinin yeteneğine, performansına bağlı kalmayacak kadar değerli. Her birimiz birer dünyayız. Hiçbir yöneticiye kendi dünyamızı bize dar etmesi, kendi bildiğini okuması için yetki vermiyoruz.

Ama böyle devam ederse; yaşadığımız alanların ‘’getirisi’’ oranında her birimizden hava parası da istemeye başlayacaklar.

En temel ihtiyaç maddemiz “su”yun nasıl ticarileştirildiğini hep birlikte yaşadık…
 
Diğer taraftan oksijen depolarımız, yeşil alanlarımız, yüzlerce canlının yaşadığı kolaylıkla yapılaşmaya açılabildiği gibi taş ocakları, mermer ocaklarıyla gözden çıkarılabiliyor…
 
‘’Hava ve Su’’, olmazsa olmaz. Yaşayamazlar diye düşünmüyorlar. Düşünmedikleri gibi yetinmiyorlar da.
 
 İşte size yerelden merkeze birkaç örnek. Sorun yerelden başlıyor. Yerel ne kadar boş bırakılırsa, merkez daha da fütursuz oluyor. Ülkesini ‘’muhtaç’’ haline getirmiş yöneticilere muhtaç olmadığımızı göstermek için ‘’ Yereli’’ boş bırakmayalım. Yaşam alanlarımıza, ormanlarımıza ve suyumuza sahip çıkalım. Sahip çıkalım ki kimse bu kenti de, bu ülkeyi de kendi mülkü gibi görmesin.

Ortak Alanlarımız

Kent sözcüğünün latince kökeni olarak belirtilen ‘’civitas’’ insan topluluklarının
buluştuğu bir mekanı tanımlıyor. Günümüzde ise ‘’belediye’’ olarak ortak (veya birbirlerine bağlı) çıkarları bulunan insan topluluklarının bir araya geldiği, kısmen özerk idari birimler olarak yapılaşmış, kamu hizmetleri sunan, kendi kendini yöneten yaşam merkezleri anlamını içeriyor.

Bu tanımın ne kadar sahici olduğu, hayatta ifadesini bulup bulamadığı ayrı bir tartışma konusudur. Sosyal, ekonomik ve toplumsal hayatımızı sürdürdüğümüz yerleşimlerin tarih boyunca değişerek ve gelişerek bugünlere ulaştığını da göz önüne alınarak, hemen bütün kentlerin benzer özelliklerinin, ortak çıkarları olan insanları bir araya getirdiğini, ticaret, kültür ve teknoloji alış verişlerine sahne olduğunu söylemek mümkündür.
 
O nedenle, yaşantımıza anlam veren bir ortamda, birlikte kullanılan, hepimize ait ortak alanlarımız var. Paylaşmayı sağlayan ve birlikteliği çoğaltan bu mekanların varlığı sayesinde kendimizi geliştirir, birikim ve deneyimlerimizden karşılıklı yararlanır, dinlenir, eğlenir, yüz yüze gelip, temas halinde bulunuruz. Kendimizi yeniden üretmemiz, bilgi ve deneyimlerimizi nesilden nesile aktarmamız da bu sayede gerçekleşir. Bu amaçla kentlerin ortak alanlarına kamusal alanlar denilmiş özel ve kişisel beklentilere kapalı tutulmak istenmiştir.
 
Çünkü ait olma duygusu vermeyen mekanlar ancak sahipleri için anlamlıdır.
 
Ne var ki bugün, hemen bütün yerleşimler eşitsiz gelişmenin acı reçetelerini fazlasıyla yaşıyorlar. Gelir adaletsizliği sonucunu doğuran acımasız, vahşi bir dünya düzeni bütün yerleşimleri etkisi altına almış durumda. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler her alanda belirleyici, bu nedenle doğal ve insani değerle kolaylıkla gözden çıkarılabiliyor. Yaşam standardı bakımından insanlar ve ülkeler arasındaki mesafe giderek büyüyor. Bir tarafta artan oranlarda yoksulluk ve yoksunluk çeken nüfus, diğer tarafta sınırsız bir tüketim ortamı; bir tarafta gelecek güvencesi olmayan işsiz veya her an işinden olabilecek çok geniş bir kesim, diğer tarafta sermaye sahiplerinin kar beklentisine güdümlü yatırımlar ve işletmecilik anlayışı. Ve kentsel hayata anlamını veren kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin işlevlerinden hızlı bir uzaklaşma, mümkün olan her alanda liberalleşme politikaları egemen hale geliyor.
 
Toplumlar ve ülkeler arasında yaşanan bu haksız ve insafsız rekabet ilişkilerinin kentsel yaşamımızı çekilmez hale getirdiğine kuşku yok. Doğal olarak liberalleşmenin nimetlerinden yararlananlar için sorun görünmüyor. Ama ya o önemsenmeyen, dışlanan ve sürekli kentlerin dışına itilen dar ve sabit gelirliler, emeği ile geçinenler, işsizler, yoksullar için ne düşünülüyor?
 
İstisnasız bütün yöneticiler mevcut kötü koşulları ortadan kaldırma vaadi ile iş başına geliyorlar. Ama var olanı korumaya yönelik inşa edilmiş hiyerarşik bir yapılanma, verilen bütün sözleri eritip, yok etmeye ayarlı. Ayrıca iktidarda olmanın avantajları ve olanaklarıyla oluşturulan tahkimat ve cezbedici kanallar yukarıdan aşağıya toplum içinde parçalanmalara ve kamplaşmalara neden olduğu kadar, güçten düşürülen, örgütlenmesi engellenen karşı duruşlar her türlü yolla toplumdan dışlanmak isteniyor.
 
Mevcut statükodan yararlananlar, ondan kendi lehlerine durum yaratmak isteyenler arasında sürüp giden bu amansız mücadele, beraberinde gizliliği, kayırmayı, rüşveti, yolsuzluğu, suç ve şiddeti kent yaşamlarının olağan görüntüleri haline getirmiştir. Hemen her gün kendini tekrarlayan bu ilişkiler, cansız, beton, cam ve çelik yığınları içindeki o sevgisiz, güvensiz, sahte ilişkiler kendimizi daha çok çaresiz, yalnız ve yetersiz hissetmemize neden olmaktadır. İşsizlik, gelecek güvencesinden yoksunluk ise karamsarlığı, umutsuzluğu ve mutsuzluğu büyütmekle kalmamakta, yaşadığımız kente yabancılaştıran iktidara ve güce tapınmanın, giderek kendisi dışındaki her şeye boş vermişliğin çare olabileceği duygusunu geliştirmektedir.
 
Bunun için yerellerden başlayarak bir yönetim anlayışı ve yaşam biçimi olarak ortak alanlarımızı korumak, geliştirmek ve çoğaltmak, doğrudan bugünümüz ve kendi geleceğimiz üzerine tutum almakla eş anlamlıdır.
 
Kamusal alanların kamunun yararına kullanılması ve fırsat eşitliğinin sağlanması, bireylerin ayrıcalıksız gelişmelerinin de yolunu açacaktır. O nedenle, herkesin ortak kullanımına tahsis edilen, hepimizin yararlanmasına açık, en temel, en asgari ihtiyaçlarımız olan okul, hastane, park, bahçe, spor, kültür gibi sosyal donatı alanlarının, orman, sahil gibi kamu arazilerinin ve kamusal hizmetlerin kamusal menfaatlere aykırı olarak birer zenginleşme aracı olarak kullanılmak istenmesi ve bu hizmetlerden yalnızca parası olanların yararlanabileceği koşulların dayatılması karşısında, olup biteni kabullenmek yerine, bu aşamada meşru savunma hattı oluşturmak ve kendi mekanlarımızı kendimizin yöneteceği, denetleyeceği yeni bir yönetim anlayışı geliştirmekten başka seçenek görülmemektedir.
 
Yaşamlarımızı anlamlı kılmanın yolu, kendi dışımızdakilerle ortak paydalarımızı genişletmek ve hepimize ait olan ortak alanlarımızı sahiplenebilmekten geçiyor… 

1 Eylül 2000 Cuma

1 Eylül

Barış, insanlığın en önemli ortak özelliklerinden biri. Bütün halklar, bütün insanlar

15 Ağustos 2000 Salı

Ben Yerine Biz

Usulsüzlük, kamusal çıkarlar yerine özel çıkarları gözeten düzenlemeler, hiç tükenmeyen
yolsuzluk iddiaları ve menfaat gruplarını kayırma neredeyse yerel yönetimlerin olağan uygulamaları haline geldi.

Gelir adaletsizliği ve bu adaletsizliği sürekli yeniden üreten bir toplumsal düzen içinde yaşıyoruz. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler yerel yönetimlerde de belirleyici. Bu nedenle doğal ve tarihi dokular yok edilebiliyor. Zenginlik kaynaklarımız menfaat gruplarının ellerinde çarçur ediliyor. Yasalarda yer alan yaptırımlar ise çoğu zaman yönetim erkinde veya yakınında olanlar için işletilemezken, daha çok savunmasız, güçsüz ve yoksul insanlar için uygulanabiliyor.
 
Aşırı trafik yükü, her türlü kirlilik, düzensizlik, fırsatçılık, eğitim, sağlık, konut problemleri yanında iki ayrı yaşam biçimi hemen bütün kentlerin esas görüntüsü haline geldi. Giderek artan sayıda dışlanan, horlanan, yoksullaşan nüfus kendi halinde yaşamaya terk edilirken; steril, korunaklı, lüks koşullarda yaşayan bir azınlık, kentlerin mevcut olanaklarından fazlasıyla yararlandırılıyor.
 
Gizlilik, kayırma, yetkiyi kötüye kullanma, nihayet adına seçildiği kente yabancılaşma adeta vazgeçilmez bir senaryonun parçası gibi her dönemin değişik aktörleri aracılığı ile oynamaya devam ediyor.
 
Bu oyun bozulabilir mi? Toplum halinde yaşamamızın bir sonucu olarak, tasada, kederde, yoksulluk ve yoksunlukta ortak olmamız istendiği kadar; sevinçte ve mevcut imkanlardan birlikte yararlanma konusunda da ortak değerler geliştirilebilir mi?

Hiç kuşkusuz ki ‘’mevcut düzenin’’ dışına itilenler, seslerini daha örgütlü ve gür olarak çıkarmayı becerebildikleri ölçüde, bu ortak değerlerin geliştirilmesi bir ihtiyaç olarak kabul görecek.
 
Doğallıkla o zaman da depremler, sel felaketleri olsa da sonuçları bu kadar dehşet ve acı verici olmayacak, üstelik kıyı düzenlemelerinden yalnızca parası olanlar yararlanmayacak, parklar, bahçeler, oyun sahaları bu denli işlevsiz ve bakımsız olmayacak, yollar, araçlar, yayalar ise birbirlerini kendilerine rakip görmeyecek, alış veriş-merkezleri özel çıkarlar için kamuya ait ortak kullanım alanlarını işgal edemeyecek, çöpler toplanacak ama ne zaman patlayacağı belli olmayan bomba merkezleri olmayacak, kamusal yatırımlar birer zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi bu yatırımlardan yararlananlar birer ‘’yolunacak kaz gibi’’ görünmeyecek.
 
Şurası açık ki toplumsal yarar ile rant ters orantılıdır. Rant oluşturmak veya ranttan yararlanmak üzere, her koşulda menfaat çevreleri lehine alınan kararlara uygulamasını beklersiniz; toplumu dayatma ve zorlama ile yönetmek istediğinizi ortaya koymuş olursunuz. Kaçınılmaz olarak bu durum ikiyüzlü politikaların, başkaları adına düşünmenin, başkaları için mekan düzenlemenin kapısını açacaktır. Bu ise eşitsiz gelişimin, gelir adaletsizliğinin, paylaşımda dayatmaların kurumsallaştığı yaşam biçiminden başka bir şey olmayacaktır.
 
O nedenle, öncelikle başkalarının da kendi hayatları üzerinde söz söylememe hakkı olduğunu kabul etmek, bu kaostan bıktığını düşünen her insanın boynunun borcu olsa gerek.
 
‘’Ben’’ yerine ‘’Biz’’ duygusunun, özel çıkar yerine kamusal çıkar fikrinin, rant yerine toplumsal yarara göre düzenlemelerin hayat bulması ancak bu yolla mümkün olacak.(15.8.2000)

25 Temmuz 2000 Salı

Kentsel Gelişim

İnsan toplumsal bir varlık. Topluluk halinde yaşıyor. Hem kendisinin hem de toplumun
sürekliliğinin sağlanması için üretmek zorunda. O nedenle insan için temel sorun üretim araçlarının kime ait olduğu değil, bu üretim araçlarından nasıl yararlanıldığı ve elde edilen ürünlerin nasıl paylaşıldığı sorunudur. Diğer bir deyişle insanın tarihi, kendi yarattığı ürünlerinin nasıl paylaşılacağı mücadelesine göre yazılıyor. Kentler de buna göre şekilleniyor.

Kentleşme sürecini sulama ve tarımın gelişmesi ile birlikte giderek artı-ürün elde edilmesi sonucunda gerçekleşen toplumsal bölünmenin başlattığını biliyoruz. Antik çağ öncesinden başlayıp Yunan ve Roma kentlerine; feodal toplum düzenin pisikoposluk kentlerinden kent devletlerine; oradan mutlak monarşiye ve giderek Rönesans dönemi ile birlikte günümüze kadar uzanan kapitalist ve sosyalist kent modellerine kadar, öncelikli kaygı, toplumsal bölünmeye denk düşen iktidarın korunması ve sürdürmesi olmuştur.
Tarihsel olarak kentlerin kimliğini ortaya çıkamaya yarayacak en temel ölçü toplumsal iş bölümün nasıl oluştuğudur. Üretim, paylaşım, tüketim ve bunlara uygun mekanlardaki insan ilişkilerinin kuralları nasıl belirlenmektedir?  Bütün bu sürecin işleyişi ve düzenlenmesinde söz sahibi olanlar kimlerdir? İktidar-muhalefet, yöneten yönetilen, seçme-seçilme imkanları, köken ve cinsiyetler arası ilişki ve diğer uygulamalar toplulukta yer alanların ortak mutabakatına dayalı mıdır? Yerleşimlerde var olan veya elde edilen zenginlik kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusunda karar verilen ortamlar ne kadar demokratiktir?
Çok rahatlıkla söylenebilir ki; yaşadığımız kentler geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin kullanıldığı yerleşimlerin adı olmuştur. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçınılmazdır. Bir tarafta streil, ayrıcalıklı ve korunaklı alanlar, diğer tarafta her an her türlü tehdite açık, güvensiz, geleceksiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu yaşam.
Ama yine de tarih boyunca elde edilmiş kazanımlar, siyasi sosyal ve ekonomik haklar vardır. Bunlar aynı zamanda insan emeği ile elde edilen ürünlerin, ortak bir akılla değerlendirebildiğini ortaya koyan kazanımlardır. Gelinen aşamanın yeterli ve hakkaniyete uygun olmadığı da ayrı bir gerçekliktir ama şurası açık ki ancak bu kazanımlar sayesinde yerleşimlerde yaşanan dayatmalara, dışlanmışlıklara, yoksunluklara, haksızlıklara karşı çıkabiliyoruz. Kendi hayatımız üzerinde düşünme, tartışma, benzer düşüncede olanlarla yan yana gelme imkanı buluyor ve daha iyi koşullarda yaşamak örgütlü bir çaba içinde olunması gerektiğini düşünüyoruz. Göstermelik ve yalnızca kontrolü elinde tutanların beklentilerine yanıt veren kurumların değişmesini; herkesin serbestçe yararlanabileceği, temel ihtiyaçlarının karşılandığı kamusal denetim kanallarının oluşturulmasını istiyoruz. Yerleşimlerde yaşayan insanlara, yaşadıkları alanlar üzerinde karar verme imkanları tanınmasını, kent yönetimlerine doğrudan ve etkin katılım kanalları oluşturulmasını artık daha yüksek sesle ifade edebiliyoruz.
İnsanlığın kazanımları hayata müdahil olmanın şartlarını da kolaylaştırıyor ve olgunlaştırıyor. Teknolojik gelişme bu ivmeyi daha da hızlandırılıyor. Bu açıdan kentlere kimlik kazandıran kentsel hareketler artık daha avantajlı.
Demokratikleşme, kentsel düzenlemelerde vazgeçilemeyecek bir yöntem haline gelecek. Biraz da bu nedenle katılım sözcüğü bütün partilerin savunduğu bir kavram oldu. Her ne kadar mevcut statükodan yararlanmak isteyenler, yetkilerini paylaşmaya yanaşmadan yalnızca ‘’danışma’’ düzeyindeki katılımı yöntem olarak geliştirmeye çalışsalar da, yurttaşlar; gönüllü kuruluşlar, dernekler, mahalle meclisleri ve diğer sivil oluşumlar aracılığı ile konuttan, sağlığa, eğitimden, üretime ve tüketime kadar kendilerini ilgilendiren her konunun aşağıdan yukarıya tartışılarak çözümlenmesi yolunda  ‘’etkin katılıma’’ sahip çıktıkça, ‘’statükocuların’’ hiçbir inandırıcılıkları olmayacak.
Bu anlamda kentsel gelişmeler bizleri, dayatmalara karşı demokrasi tercihinde bulunmaya zorluyor. Kendisinden yararlananlar dahil hiç kimse için güvenli olmayan despotizme karşı herkes için gerekli olan demokrasi mücadelesi daha da istenir hale geldiğine kuşku yok. Ama zihinlerde yaşatılan demokrasinin kimseye yarar sağlamayacağı da çok açık. Çünkü eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir işleyişten menfaatleri zarar görenler, ellerindeki imkanları kendiliğinden bırakmak niyetinde olmadıkları gibi en şiddetli dayatmaları da desteklemekten çekinmiyorlar. O nedenle geleceğin kentleri o kentlerde yaşayan insanların kent yönetimlerine katılımlarının etkinliğine bağlı olarak ya demokratik bir hayatın mekanları olacak ya da geniş halk kesiminin hayatlarını ’’tevekkülle’’ geçirecekleri ‘’azap haneler’’ olmaya devam edecek. (25.7.2000)

15 Haziran 2000 Perşembe

Kentli Dayanışması

Kent yaşamları karmaşık gibi görünse de bugün için eşitsiz ve acımasız bir paylaşımın
fotoğrafından başka bir görüntü vermiyor. Çok geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği, bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin de kullanıldığı ortamlardır kentler. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçılmaz. Bir tarafta steril ve korunaklı alanlar; diğer tarafta her an her türlü tehdide açık, güvensiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu bir yaşam…

Bu ‘’zorunluluklar’’ ve ‘’dayatmalar’’ dünyasından çıkış yolu bulunabilir mi?

İnsanın maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirmesi, birlikte yaşadığı çeşitli toplumsal ve siyasal çevreleri etkileyip dönüştürmesine bağlı. Bunun bilinen iki yöntemi var. Birisi şiddet ve güç kullanarak, zora dayalı bir toplumsal yapı oluşturmak, ikincisi gözlem, deneyim, birikim ve bilgileri aracılığı ile çevresini ikna ederek düşüncesine gönüllü katılımı sağlayacak demokratik, özgürlükçü bir toplumsal yapı oluşturmak.

Kuşkusuz her iki yolda da yasalar ve kurallar olacaktır. Birinci seçenekte mevcut yapının sürdürülmesi baskı ve yasaklamalara dayalı olacak. İkinci seçenekte ise demokratik ortamın sağlanmasına yönelik maddi ve hukuksal araçlara ihtiyaç duyulacaktır. Hukuksal araçlar, yasalar ile güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerdir. Maddi araçlar ise zenginlik kaynaklarının az sayıda özel kişinin elinde toplanmadığı, toplum içinde dengeli bir şekilde dağıtıldığı, bilgiye ulaşmanın ve bilginin topluma ulaşmasının engellenmediği demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yapıyı gerektirecektir.

Yaşama hakkı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı öncelikle güvenli ve korkusuz bir ortamda yaşama imkanlarına sahip olmayı, kendimiz ile ilgili konuları ‘’bilmeyi’’ , bilgi ve düşünceyi ‘’açıklayabilmeyi’’ ve katılımı sağlamak için de ‘’ yaygınlaştırmayı’’ zorunlu kılar. Ancak hepimiz biliyoruz ki iktidar sahipleri ve yönetenler kendi istek ve hedeflerine yönelik faaliyetlerinin bilinmesinde yol açıcı ve bonkör davranırken; kendilerine ters düşen girişimlerde ise engelleyici, giderek kısıtlayıcı ve yasaklayıcı bir tutum içinde olmaktan çekinmemektedirler. Buna bağlı olarak da alınan kararlarda ve uygulamalarda geniş halk kesiminin tercihlerini kolaylıkla görmezden gelebilmektedirler.

Bu nedenle yaşadığı mekanlarda kendi sözünün de dinlenmesini isteyen, kamusal çıkarları zedelemeden, kentlerin; o kentlerde yaşayanlarca birlikte yönetilmesi gerektiğini savunanlar, siyasi anlayışı, cinsiyeti, kökeni, inancı, dili ne olursa olsun bir araya gelerek kentsel sorunlara birlikte çözüm bulma yollarını geliştirmenin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu hissedebiliyorlar. Çünkü kentte yaşanan sorunlar herkesin ortak sorunları. Tıpkı içme suyu, alt yapı, ulaşım, katı atık sorununu herkes için aynı derecede önemli olması gibi; ortak alanlarımızın, kıyıların, ormanların, yolların kullanımı, kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi gibi tercihler ve bu tercihlere uygun modeller de, hepimizi yakından ilgilendiriyor. Özellikle küreselleşme adı altında ulusal ve uluslar-üstü sermayenin yeni Pazar arayışlarının hız kazandığı bu dönemde hemen her yerleşimde kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin nasıl değerlendirileceği ve temel hedeflerinin neler olması gerektiği konusunda; kamusal çıkarlara öncelik verenlerin birlikteliklerine ve dayanışma içinde olmalarına şiddetle ihtiyaç var.

Antalya’da da meslek odalarının, demokrasi platformu, Kent Gönüllüleri Dayanışması gibi gönüllü oluşumların, yönetenlerin fütursuz ve hukuka aykırı işlemlerinin bir ölçüde dizginleme işlevini üstlendiklerini biliyoruz. Ancak bu tür oluşumların siyasal seçenek geliştirmekteki imkansızlıkları ve kapsayıcı olmamaları, yönetilenlerin kent yönetiminde sözlerinin dinlenmemesinin başlıca nedeni.

Kamusal yararı gözetmeyen uygulamalara muhalif olduğu kadar kamunun çıkarlarını gözeten seçenekleri kendi hayatlarında geliştiremeyen oluşumlar kolaylıkla etkisizleştirebildiği gibi inandırıcılıklarını da kaybedebiliyorlar.

O nedenle bulunduğumuz alanlarda kentte yaşanan gelişmeleri tartışmak, her türlü bilgiyi kamuoyu ile paylaşmak, dayanışma içinde olmak ve giderek ülke yönetiminin bir parçası olan yerel yönetimleri kentlerde yaşayanların birlikte yöneteceği katılımcı, paylaşımcı, açık ve denetlenebilir bir yönetim yapısına katkıda bulunmak ve buna uygun örgütlenebilmek son derece önemli. Bu çaba ne kadar çoğulcu, akılcı, bilimsel, çağdaş, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü olursa o kadar toplumu her rengine seslenmiş, bir o kadar da bu düzenden canı yananlara kucak açmış olacaktır. Ancak bu sayede ‘’zorunluluklar ve dayatmalar’’ dünyasına karşı kendi kendimizin sesi olabiliriz. (15.6.2000)

1 Mayıs 2000 Pazartesi

1 Mayıs

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden itibaren kutlanan, 12 Eylül öncesinde olduğu

2 Ocak 2000 Pazar

Yerel Yapılanma

Yerel yönetimler, devletin ekonomik yasalarınca belirlenen politikalarını yansıtan ve bu
yolla ekonomik gelişme üzerinde etkide bulunması istenen bir bütünün parçalarıdır. O nedenle belirli bir toplumda yerel yönetimler üzerinde geliştirilecek bir düşünce veya model, her şeyden önce benimsenen devlet yapısını ve işleyişini de doğrudan ilgilendirmektedir.

Doğrudan üretim sürecine müdahalede bulunma tekeline sahip olan devlet, yerel yönetimlere de üretim sürecini yeniden düzenleme işlevini yüklemektedir. Bu işlevin sürekliliğinin güvence altına alınmasını da devlet üstlenmiştir. O nedenle altyapı, ulaşım, mekanın örgütlenmesi, genel sağlık, dış koşulları yerine getirmek ve değişim sürecinin ve tüketimin sürdürülmesi için gerekli önlemleri almak üzere yerel yönetimlerin ekonomik, sosyal ve hukuksal düzenlemelerine merkezi yönetim yön vermektedir.
Bu düzenlemelerin finansman kaynağı ve yaygınlığı doğal olarak ülkenin gelişmişlik ve sermaye birikiminin gerçekleşme düzeyine, yerli veya yabancı sermayenin ilgi ve etkinliğine göre değişkenlik göstermektedir. Bu anlamda yerel yönetimler;
1-Sermaye birikimine dolaylı ve doğrudan katkıda bulunurlar. Bu katkıyı mal, hizmet ve para(kredi) alımı yoluyla kaynak aktararak, rant geliri yaratan kararlar üreterek, rant dağıtarak; fiziksel altyapı yatırımları yaparak sürdürürler.
2-Nüfusun fiziksel ve kültürel varlık koşulları için gerekli en az temeli sağlayarak iş gücünün yeniden üretimine katkıda bulunurlar.
3-Yönetim olgusuna içsel olan düzenliliği ve düzeni sağlama-koruma işlevini yerine getirirler.
Olağan koşullarda ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde ve dolayısıyla devletin yönetiminde söz sahibi olanlar yerel yönetimlerde de söz sahibidir. O nedenle hem merkezi hem de yerel yönetimlerin esas olarak toplumsal yapıda var olan farklı çıkarları dengelediği, tarafsız ve toplumsal çatışmaların üzerinde bir konuma sahip olduklarından söz edilmez. Aynı şekilde toplumsa sınıf ilişkilerini görmezden gelerek ‘’halkın gereksinmelerini karşılamak- halka kentsel hizmet sunmak’’ gibi yuvarlak yaklaşımlarla yerel yönetimleri değerlendirmek gerçekçi değildir.
Zira yerel belirleyiciler de hem üretim, hem dolaşım, hem de tüketim çeşitliliği alanında, genel olarak sermayenin dünyasının parçasıdır ve onun pazardaki yerine ve ihtiyaçlarına göre hareket etmektedirler. Başlangıçta devlet yapılanmasının himayesinde geliştirilen, giderek devleti kontrol eden ve yönlendiren konuma ulaşan sermayenin şimdi de küreselleşme politikalarına koşut, uluslararası sermaye ile iç içe ‘’pazardan daha fazla pay almaya’’ yönelik girişimleri artık yerel hayatı doğrudan ilgilendirir duruma gelmiştir. Bu durum merkezi yönetimi farklı düzenlemeler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bu ‘’hiyerarşik’’ ekonomik ilişkiler, yerel parçaların konumunu ve gelişmesini doğrudan belirler hale gelmektedir. Bu süreçte yerel unsur, bölgesel-ulusal hatta ulus üstü büyüklükteki sermaye gruplarına ve üst düzeylerde belirlenen tercihlere bağımlı hale gelmektedir. Ama bu tercihin politika haline dönüştürülmesi ve emredici bir güçle uygulamaya konulma tekeline sahip olan merkezi nitelikteki siyasi karar organlarına duyulan ihtiyaç devam etmektedir.
Bu nedenle merkeziyetçilik varsa yerel yönetimler güçsüzdür yaklaşımı çok anlamlı değildir. Örneğin 1930 tarihli Belediye yasası en geniş yetkilerle ve ayrımsız bütün yerel yönetimler için temel oluşturmakta iken, merkezi yönetimin tercihli uygulamalarına engel teşkil etmemiştir. Bu nedenle kapitalist üretim ilişkilerini çevreye yayılma merkezi olarak seçilen İstanbul, Ankara, İzmir her zaman ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur. Bu amaçla kırsal belediyelerin kaynakları kentsel belediyelere aktarılmıştır. Bu tercihlere bağlı olarak hangi yerleşmelerde sınai birikim için altyapı gerekiyorsa kaynaklar o yerleşme belediyelerine doğru aktarılmıştır.
Bugün, dış ve iç dinamiklerin, zorlamasına bağlı olarak, gerçekleştirmek istenen yeniden yapılanma sürecinde, yerel yönetim kurumlarına yüklenmek istenen yeni işlevler yine merkezi yönetimin emredici gücüyle sürdürülmektedir. O nedenle sorun ‘’ vesayet’’ ve ‘’özerklik’’ ikilemine sıkıştırılmayacak kadar ekonomik ve siyasi bir sorundur. Yerel kurumlaşmaya ve özel olarak yerel yönetimlere ilişkin her reform talebi temel de toplumsal sınıf ve kesimler arasında yeni bir denge arayışıdır. Denge sistem içinde bulunamadığında, iktidarda bulunan güç, yerel örgütlenmeyi kendi gücüne koşut olarak yenden kurmak istemektedir.
Böyle bir yapılanmada, planlama, katılım, demokrasi, açıklık hatta seçimler bile göstermelik kalmakta, esas amaca hizmet ettiği ölçüde kullanılmak istenmektedir. Doğal olarak bu yaklaşımın bir sonucu olarak çarpık ve sağlıksız yapılaşma, yerel imkanların yararlanılmasında yaşanan adaletsizlikler, kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin özelin çıkarlarına uygun yeniden düzenlenmesi, gelirin devlet bütçesi içindeki yeri, zaman içinde merkeze çekilen kimi görevlerin bulunması, merkezin son söz sahibi oluşu, yerel yönetimlerin ‘’güçsüzlüklerini’’ kanıtlamamaktadır. Çünkü kentleşme ve yapılaşmaya ilişkin bu bütün olumsuz sonuçlar mevcut kapitalist yapılanmanın sorunlarıdır.(2.1.2000)
-
Bültenimize Katılın