Yaşam alanlarımızın “yerel ihtiyaçları karşılayan ve bunlara yönelik hizmetleri sunan” yerel yöneticiler aracılığı ile yönetildiği söylenir… Ancak mevzuat ve uygulamalar bakımından konu bu kadar da sade değildir. Zira yöneticilerimiz de sonuçta benimsenen devlet yapısının, siyasi ve ekonomik işleyişin, ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde söz sahibi olanların veya olmak isteyen anlayışların aktörleri olarak yaşam alanlarımızda sahne alırlar…
Yerel aktörler, herhangi bir alanda ihtiyacın olup olmadığı ve varsa hangi ihtiyacın giderilmesine öncelik tanınacağı, bu ihtiyacın hangi yolla ve kimlerin aracılığı ile çözüleceği konularında tasarruf sahibidir… Bu aktörlerin öncelikleri belirlerken kimlerin etki alanında kalarak kararlar aldığı, kaynakların neye göre kullanıldığı ise yaşam pratiğinde kendisini göstermektedir.
En kaba hatlarıyla denilebilir ki, son 20-30 yıllık süreçte küresel sermaye kuruluşlarının direktifleri ile yeniden yapılandırılan ve piyasa koşullarına terk edilen kamusal hizmetlerin hemen tamamı ticarileştirildi ve yerel aktörler de bu büyük pazarın ihtiyaçlarına ve ilgisine göre şekillendi. O nedenle yerel yönetimler tam anlamıyla sermaye dünyasının, iktidar ve çevresinin beklentilere uygun olarak zenginleşme, palazlanma alanı oldu.…
Artık tartışmasız bir şekilde yerel yönetimlere aktarılan kaynak, gerçekleştirilen yatırım, üretilen rant ve rant paylaşımı dolaylı veya doğrudan, esas olarak sermaye dünyasının havuzunda toplanıyor. Bu sürecin sonucunda ulaşımdan temizliğe, elektrikten suya, park bahçe işlerinden otopark sorununa kadar aklımıza gelen her türlü olağan işler bile piyasa koşullarına terk edilmiş durumda. Bugün hiç olmadığı kadar neo-liberal saldırılara boy hedefi haline getirildiğimiz zamanları yaşamaktayız Ve böyle giderse gelecek günlerde bugünleri de arayacak kadar vahim gelişmeler yaşayacağımızı öngörmek için ekonomist, toplum bilimci olmaya gerek yok sanırım.
O nedenle toplumsal olandan yana, demokratik planlama, katılımcı yönetim gibi uygulamaların ülkemizde karşılığını ve muhatabını bulmak neredeyse imkansız hale geldi…
Yöneticilerin tüccar, yönetilenlerin müşteri olarak konumlandırıldığı bu koşullarda, yatırımları da projeleri de, yerel ihtiyaçları karşılamak üzere sunulan hizmetler olarak tanımlamak mümkün görülmüyor…Zira temas ettiğiniz her projede ve yatırımda sermaye dünyasının, yandaşlarının, işletmecilerin, pazarlamacıların öngörüsü ve beklentileri öne çıkmaktadır.…
Onun için bu tür konular pek halkın gözü önünde tartışılmaz, Onun için kimi girişimler için fikir projesi, göç yolda düzelecek naifliği içinde kendinizi ve halkı avuttuğunu düşündüğünüz sözleri sarf etmekte sakınca görmezsiniz.
Örneğin Konyaaltı projesi, Boğaçayı ve Dokuma projesi bugünlerin gündeminde olan konular..
Mülkiyet ve planlama sorunları çözülmeden düzenlenen, katılımcıları arasında da kriterleri bakımından tartışmalı bir yarışma sonucunda Konya altı sahil şeridi projesinde öngörüldüğü söylenen ticari alan yoğunluğu ile beraber sahil şeridinde denizden yararlanmanın da ancak parası olanlara imkan tanıyacağı kaygısı çok mu abartılı bir kaygıdır ?
Yer altı su kaynaklarına vereceği zarara kesin gözüyle bakılan Boğaçayı projesi, dere yatağının debisiyle oynanması, 40 km deniz suyunun içeriye taşınacak olması gibi düzenleme söylemleri karşısında yurttaşların kullanacağı suyun başına gelecekleri ve kış aylarında azgınlaşan Boğaçay’ını düşündükçe saçlarının diken diken olması gereksiz bir telaş mıdır ?
Henüz bir proje olarak dahi ortaya konulmamışken, alanın değerlendirileceği açıklamasının ardından “dokuma kurtarıldı” diye ortalığa atılanların; kimin ne yapacağı, nasıl olacağı bile belli olmayan projeler için dahi peşinen kime ve neye dayanarak kefil oldukları merak uyandırmaz mı ?
Toplumun zenginlik kaynaklarını, ormanları, zeytinlikleri, dereleri, denizleri, tarihsel mirasları paraya tahvil edilebilecek her ne varsa her şeyi kenti güzelleştirme, esnafı, tüccarı memnun etme, istihdam alanı yaratma adı altında projelendiren, itiraz edenlere “bizim bilincimizle düşünemedikleri için bizi ve ne yapmak istediğimizi anlayamıyorlar diyen ve yüzyıllık bir parantezi kapatacağız iddiasıyla hareket eden bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız.
Tüm bu yaşadıklarımız bizim gerçekliğimizdir.
Madem ki yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya gündelik yaşantımıza, bilincimize, davranışımıza müdahale eden siyasi ve ekonomik bir atmosferden geçiyoruz; o halde bize düşen hayata, insana ve doğaya dair yapabileceğimiz, söyleyebileceğimiz her şey için kafalarımıza örülen duvarları yıkabilmek, hiç bir egemenlik alanına teslim olmamak, benim doğrum senin doğrundan daha gerçekçidir demeyi bir kenara bırakabilmek, üstümüze üstümüze çöken şu kara bulutları görebilmek…. çok renkli, çok sesli, çok kültürlü, çok dilli, eşitlikçi, özgürlükçü demokratik bir hayatı hesapsız, takıntısız, önyargısız, önkoşulsuz, teklifsiz savunabilmek, hep beraber ortak alanlarımıza, kamusal kaynaklarımıza sahip çıkabilmek, kentsel hizmetlerin müşterisi olarak görünen dar ve sabit gelirli, emeği ile geçinen toplumun en geniş kesimleriyle dayanışma içinde olabilmek…
Kısacası zaman dayanışma zamanıdır…28.01.2015
Hiç yorum yok:
Yaz yorum