10 Ağustos 2015 Pazartesi

Can Pazarında Siyaset Olmaz

Genel seçim sürecinde partililer ile birlikte hem merkezi yöneticiler hem de yerel
yöneticiler seçim çalışmalarında aktif rol aldılar. Özellikle hükümet ve belediyeler sorumluluk alanlarında elde hazırda ne varsa yetiştirip, tamamlamaya, seçmenin beğenisine sunmaya çalışırken, “fikri projeler” bile piyasada önemli bir yer kapladı… 

Boy boy ilanlar, açılışlar, toplantılar, yaldızlı sırmalı göz alıcı görüntüler, etkili olabileceği düşünülen her türlü söylem ve ikna aracı bu piyasanın birer malzemesi olarak tüketildi… Kapitalizmin, bir bütün olarak yaşamın her alanında gerçekleştirmek istediği tüketim toplumu modeli, gözle görünen, elle tutulan ve kulağa hitap eden her ayrıntıda kendini gösterdi, kullanıldı ve atıldı…

Böylece partiler, adaylar, anketler, vaatler, seçmenler, oylar sırasını savdı… şimdilerde sıra partileri etkileyen iç ve dış dinamikler, pazarlıklar ve olasılıklarda… sonuçta hükümet kurulamazsa belirsizlikler bakımından ucu açık bir sürece giriyoruz denilebilir…  

Kuşkusuz bu durumu demokratik hayatın kaçınılmaz bir sonucu olarak görebilir, hatta bu piyasada  hangi fikir, hangi duruş nasıl prim yapıyorsa ona göre pozisyon almanın gereğinden söz edebilirsiniz…

“Kullan-at” modeli ile millet iradesinin nasıl oluştuğu veya oluşturulmak istendiğine ilişkin iyimser yorumlar geliştirebilirsiniz…

Olasılıkları kimlerin, kimler adına, kimlerle değerlendirdiğini çözmeye çalışabilir, buradan hareketle seçim barajlarını makul görebilir, istikrar adına seçmenin iradesine sınır koymayı içinize sindirebilirsiniz…

Hazine yardımı ve egemen çevrelerin maddi desteği nedeniyle zaten eşit olmayan koşullarda başlayan bir seçim yarışında, kamu görevlilerinin kendine yakın siyasi görüşe avantaj sağlamak üzere kamusal statülerini ve kamusal kaynakları seçim malzemesi haline getirmelerini de olağan karşılayabilirsiniz… 

Dahası kimi yerleşimlerin böylesi dönemlerde ekstra hizmetlere, yol, park, oyun sahası gibi açık veya kapalı mekanlara kavuştuğunu, kimi ihtiyaçların çok daha hızlı giderildiğini, yurttaşların da ancak seçim dönemlerinde devlet ve yönetici katında itibar gördüklerini, önemsendiklerini, önerilerinin ve şikayetlerinin dinlendiğini, adam yerine konulmuş olmanın nimetlerinden yararlanmak gerektiğini bu nedenle sık sık seçim yapılmasını da savunabilirsiniz…  

Kabul etmeliyiz ki ülkemiz koşullarında esas kazançlı, belirleyici ve etkin olanın devleti zenginleşme aracı olarak kullanmak isteyen siyaset tacirleridir …

Her seçim döneminde tekrarlandığı gibi gelir adaletsizliği, eşitsizlikler, yoksunluklar üzerinden oy toplanmakta ama yine bunlar üzerinde statü, servet ve güç kullanılmaktadır… 

Neo liberal hegomanyanın devlet düzeni üzerinde hakimiyet kurmaya başladığı 12 eylül ve ANAP hükümetlerinden bugüne ve son olarak da AKP döneminde her şey o kadar ayan beyan, gizlisiz ve saklısız yürütülüyor ki hemen her konuda ulus üstü sermaye güçlerinin belirleyici olduğu “ekonomi ve siyaset piyasasının” direktifleri doğrultusunda yol alıyoruz… 

ABD, AB ilişkileri, İsrail kartı, Ortadoğu savaş stratejileri, İncirlik kullanımı, Kürt sorunu pazarlıkları, büyük yatırım kararları bu piyasada yer alan dinamiklerin ilgisi ve ağırlığına göre şekilleniyor…

Bu bağımlılık ilişkilerinin partiler ve seçimler üzerindeki belirleyiciliğini, seçimleri ancak devlet partisi olmayı hak edenlerin kazandığını, bunun için neo liberal hegomanik ilişkilerin icazeti gerektiğini tartışmanın çok özel bir anlamı olmasa gerek…

Egemen çevrelerin (neo liberal anlayışın) siyaseten temsilciliğine soyunan siyasi partiler ve aktörleri bu statükonun devamı koşulunu kabul ettikleri ölçüde, siyasette-ekonomide ikbal ve güç elde etmeleri şaşırtıcı olmasa gerek…

Bu durumu ört bas etmek isteyen yorumlar veya millet iradesi güzellemeleri de inandırıcılığını çoktan yitirmiş durumda…

Yurttaşlara kendilerini yönetecek yönetimi belirleme imkanı sunulduğu yanılsamasına neden olan bu koşulları; zeki, cevval olup ucundan kıyısından durumdan vazife çıkaran ve ödüllendirilmeye layık hizmet sunabilecek çevrelere fırsat yaratan bir ortam olarak değerlendirmek sanıyorum abartılı bir yaklaşım olmayacaktır…

Zira biliyoruz ki neo-liberal sistemin söz sahipleri tıkandığı anda yıkıcıdır, yok edicidir, en yakın destekçisini bile kolaylıkla gözden çıkarmaktan çekinmez, demokrasicilik oyunlarıyla zaman öldürmez…   

Tarihsel ve kurumsal olarak öyle bir atmosfer içindeyiz ki yurttaşların önemli bir kısmının kökeni, inancı, düşüncesi, cinsiyeti, işi, yaşam biçimi ve tercihleri nedeniyle resmi temsiliyetten olduğu kadar toplumsal hayattan da dışlanmalarını ve horlanmalarını son derece olağan karşılayan hatırı sayılır bir kesim var toplumumuzda…

Güya farklı partiler var, yönetimler yurttaşların oylarıyla belirleniyor, seçimler yapılıyor ama egemen yapı (neo-liberal yapı) kendisiyle ters düşen her düşünce ve davranışı derhal bünyesinin dışına atabiliyor… Bu eylemin hukuka uygun olması gibi kaygı da taşınmıyor… Zira devlet zırhı failleri koruyor…    

Seçimlerden sonra yaşanmakta olan ve belirsiz, kaotik bir ortama sürüklendiğimiz kaygısını derinleştiren gelişmeler esas olarak bu toplumsal yapımız ve devlet aklı kullanılarak gerçekleştiriliyor… Kişisel veya partisel beklentiler bu yapıya endeksli olarak kurgulanıyor…

HDP’nin  çıkışı, topladığı oy, hükümet ve başkanlık hesaplarını bozmuştur ama devlet katında yaşanan endişe, bu çıkışın daha da geniş tabana yayılabileceği kaygısıdır… Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere, hesaplara ayakbağı olması endişesidir…

Seçim sonrasında da net olarak görüldü ki toplumu, en ilkel duyguları üzerinden ayrıştırmak isteyen MHP ve AKP ikilisi, terör ve misak-ı milli argümanları üzerinden aslında bütün bir toplumu terörize eden tarafta yer aldılar… Belli ki bu yapıdan beslenmekten fayda umuyorlar… Yine belli ki kartlar yeniden karılmak istenirken, pazarlık gücü elde etmek adına canlara kıyılmasında sakınca görmüyorlar…

Şurası son derece açık ki resmi veya gayri resmi terör ve şiddetten medet uman siyasal anlayışlar, toplum olarak da, birey olarak da hiç birimizin geleceğine, yaşama hakkına, düşünce dünyasına olumlu katkı sunacak bir değere sahip olamazlar…  

Konjonktürel şartların bir sonucu olarak da görülse, hep birlikte yaşadık ki 2,5 yıl boyunca yaşanan çatışmasızlık sürecinde teröre, şiddete, dayatmalara karşı çözüm bulmak üzere taraflar bir araya geldiler… 

Toplum çatışmasızlık halinin devamı süresince kullanılan dilin değiştiğini, karşılıklı diyaloğu ve birbirini anlama çabasını ve sonunda deklare edilen mutabakat metnini izledi… En çok karşı çıkanlar dahi bu süreçte daha dikkatli konuştu…

Şimdi bütün bunlar yalandı, oyundu, müsamereydi deniliyor…

Umduğu faydayı bulamadığı gerekçesiyle oyun bozanlık ettiği söylenenler belli ki oyun içinde oyunlar üretiyorlar, pazarlık aracı olarak yurttaşlarının canlarını ortaya koyabiliyorlar…  

Ne var ki kim kimin üzerine ne bahane üretirse üretsin… her şey çok açık…

Tarihsel olarak toplumsal yapımızın bir parçası, öz be öz bize ait olan bu sorunu yıllardır kendi kendimize, kendi içimizde çözememenin acı sonuçlarını hep beraber yaşamaya devam ediyoruz…

Oysa, çocuklarımızın, yakınlarımızın, tanıdık-tanımadık bütün yurttaşlarımızın bulanık bir ortamda kim vurduya gitmeden yaşama hakları olduğunu savunmak hepimizin en doğal ve en temel hakkıdır… Yaşama hakkına saygı göstermek, yaşamayı, yaşatmayı mümkün kılacak seçenekler üzerinden siyaset yapılmasını istemek yurttaşlık hakkımızdır…
Çünkü yaşam olmadan siyaset de olmaz, teorisi de olmaz…

İnsan olmaz, toplum olmaz, devlet olmaz…

Dış dinamiklerin hesapları, bu hesaplardan kendilerine menfaat çıkarmaya hazır çevreler, ayrışma ve çatışmanın aktörleri, çok sesli, çok dilli ve çok kültürlü toplumsal hayatımızda kutuplaşmaya neden olan söylemler eşliğinde kurulan bu can pazarı siyasetine bir an önce son vermelidirler…

Seçimler boyunca sergilenen boy boy ilanlar, açılışlar, toplantılar, flamalar, renkli balonlar, yaldızlı sırmalı göz alıcı bütün o görüntüleriniz, söylemleriniz, projeleriniz hepsi sizin olsun…
Biz birlikte, insanca, kardeşçe yaşamak istiyoruz…10.08.2015
 
-
Bültenimize Katılın