13 Aralık 2016 Salı

Dayanışmanın kaçınılmazlığı

Geçmişten bugüne terör eylemleri üzerine söylenmeyen söz, alınmayan önlem kalmadı ama
ardı arkası kesilmeksizin toplumun canı yanmaya devam ediyor…

Kuşku yok ki bu yolla, istisnasız hepimizin hayatlarına kast edilirken, angajmanlarından bağımsız düşünemeyenler yazık ki hala kendi lehlerine sonuçlar çıkarmanın hesaplarını yapıyorlar.
Nasıl ki bu hayatta çalıp çırpmadan, başkalarının haklarına el koymadan ve bunların teşviğini ve desteğini sağlayan siyasi-ekonomik otoriteye dayanmadan zengin olunamıyorsa, terör belasının da organizasyonunu, zeminini, fırsatını ve zamanlamasını iktidar ve pazar oyunlarına bağlamadan bunca yıldır hayatlarımıza kast edilemeyeceği son derece açık…
Ama gelin görün ki ne siyasi irade ve ne de herhangi bir yönetici bütün bu olup bitenlerden hiç bir sorumluluk duymuyor.
Temel sorunumuz o ki, bir yol, bir köprü çöktüğünde hukuki ve cezai sorumluluğunu resmi ilgilisinden talep etme imkanlarına sahip olan bu toplum, tonlarca bombanın kentin en işlek merkezlerinde patlatılmasının ve yüzlerce parçalanan ve yitip giden hayatların siyasi sorumluluğunu sorgulamaktan imtina etsin isteniyor.
Bu travmatik ve kaotik ortamın, izlenen iç ve dış politikalarla hiç ilgisi olmadığını veya tamamen dış güçlere atfedilmesi herhalde mümkün olmasa gerek. Hiç kuşku yok ki toplumsal dayanışma olmadan, içerde ve dışarda yurttaşlarıyla ve komşularıyla barışa odaklı politikaları hayata geçirmeden kendi kendimizi tüketmenin ötesinde emperyalizmin her türlü sorunumuzu kaşıyarak müdahalelerine açık bir ülke olmaya devam edeceğiz.
Suriye batağında emperyal rüyalara kapılmanın, demokratikleşme yerine şiddeti ve yasaklamaları öne çıkarmanın, toplumu dini referanslar ve cemaatler üzerinden yönetme girişimlerinin, bu oluşumda yer alan cemaatin darbe kalkışmasına karşı ilan edilen OHAL’in, OHAL bahanesiyle devleti yeniden yapılandırma ve muhalif temizliğine uzanan karar ve uygulamaların, giderek derinleşen ekonomik çöküntünün siyasi sorumluları;
şimdi de tek adam rejimi dayatmalarıyla, bütün bir toplumu adeta ya yok oluş ya da despotizm seçenekleri arasına sıkıştırmak istiyor.
Ancak şurası son derece açık ki bu toplum;
*ne siyasileştirilen İslamı, *ne kutsallık atfedilen herhangi bir kişiyi, *ne kimlik siyasetlerini, *ne başkanlık senaryolarını,
*ne İŞİD’i, ne TAK’ı, *ne de hunharca yöntemlerle kendini var etmek isteyen herhangi bir anlayışı;
ve bütün bu dayatmalarla üzeri örtülen ve giderek daha da çekilmez hale getirilen eşitsizlikleri, yoksunlukları, sömürü üzerine kurulu bu vahşi düzeni kabullenmeyen, her fırsatta itirazlarını ortaya koyan büyük bir çoğunluğa sahiptir.
O nedenle toplumsal yaşamın ve insanın doğasının, var oluşumuzun bir gereği olarak kendimizi ifade etme, savunma, denetleme mekanizmalarını bloke etmek isteyen, hamasetin elden bırakılmadığı söylemlerle ülkenin tek el, tek adam, tek zihniyet ile yönetilmesi gerektiği dayatması ile riyanın, oldu bittinin, kendi lehine durum yaratmanın her türlü senaryosu ancak ve ancak toplumsal dayanışma ile bertaraf edilebilir. Çünkü hiç bir toplum ne yok olmayı ister, ne de despotizmi.
Yeter ki toplumsal olandan yana çoğunluğun içinde yer alanlar çok sesliliği, çok renkliliği, çok kültürlülüğü, çok dilliliği dayanışmanın kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak görsün.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Konyaaltı Sahilinin Kullanımı Nasıl Olmalı ?

Konyaaltı’nda, deniz, sahil, güneş ile yüzme, dinlenme, güneşlenme fikrinin eylemli olarak bir araya
gelmesi çok eskilere dayanmadığını biliyoruz… 

Sosyolojik olarak deniz ve denize yakın araziden yararlanmanın verimsiz ve gereksiz olarak değerlendirilmesi, yayla kültürünün baskınlığı yakın zamana kadar denizden yararlanma fikrinin gelişmesine engel teşkil etmiş… 

1950 li yıllardan sonra kenti ziyaret eden misafirler, bürokrasinin ve ticaret dünyasının ileri gelenleri, derme çatma yapılarla, obalarla sahilden ve denizden yararlanmanın ilk kalıcı örnekleri olmuşlar…  

Turizmin, kentin gelişiminin esas dinamiklerden biri haline gelmesine paralel olarak da sahil düzenlemeleri hem yerel yönetimlerin hem de merkezi yönetimlerin vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır.

Sahil düzenlemelerinde temel ilke nedir ?

Düzenlemeye konu alan sahil şerididir. Deniz kıyısıdır. Nelerin nasıl ve hangi koşullarda yapılabileceği hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk normlarıyla belirli bir standarda kavuşmuş durumdadır.

Kısaca bu alan tamamen kamusal bir alandır. Çok çok özel nedenlerle ve uygun şartlara sahipse liman gibi istisnai bazı durumlar dışında kamuya kapatılmaması zorunludur. Diğer bir deyişle kıyı ve sahil şeritlerinden herkes eşit ve serbestçe yararlanmalıdır.

Durum bu merkezde olmasına karşın, bilinmektedir ki ülkemizin pek çok sahili kamunun serbestçe ve eşit olarak kullanılmasına kapatılmış durumdadır. Tatil köyü, çeşitli işletmeler, resmi veya gayri resmi kurum plajları gibi tesislerle sahil şeritlerinden ve denizlerden, göllerden yararlanma imkanları idarenin keyfiyetine bağlı olarak fiilen engellenmiştir. Bu durumun esas sorumluları yerel ve merkezi yönetimlerdir. Bu konuda da sicillerinin bozuk olduğunu belirtmeye herhalde gerek yoktur.

Konyaaltı sahili neden önemlidir ?

Konyaaltı sahilinin, dünyaca ünlü olmasının ve Antalya’nın simgesel bir kesiti olarak anılmasının esas nedeni; doğal yapısı ve temizliği kadar kent merkezinde herkese açık, yerlisi, misafiri ile en kolay ulaşabilen, serbestçe yararlanılabilen kamusal özelliğinin büyük oranda korunabilen nadir deniz kıyısı olarak kalmasıdır…

Konyaaltı sahillerinde hali hazır durum nedir ve ne yapılmak istenmektedir ?

Konyaaltı sahilleri boyunca geçmişten bugüne kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında inşa edilen lokantalar, büfeler, obalar, yüzme havuzu, dolgular, setteler gibi örneklerin hepsi kamusal alanların herkese açık ve herkesin serbestçe kullanım haklarını ihlal eden uygulamalar olarak tarihe geçmiştir.
Subaşı yönetimi döneminde ALKE A.Ş’ye yap-işlet-devret modeliyle Beach Park adıyla gerçekleştirilen; Konyaaltı Belediyesinin Beach Park’ tan limana kadar ihale ettiği sahil kullanımları sonuçları itibariyle bu alanları ticarileştiren, piyasalaştıran ve herkesin eşit ve serbestçe kullanım amacını ihlal eden uygulamalar olmuştur…

Bu uygulamalardan kast edilen yalnızca kıyı kenar çizgilerine aykırı yapılaşmalar, ruhsatsız yapılara işletme ruhsatı verilmesi, büfelerin cafeler haline getirilmesi, işgal edilen alanların büyütülmesi, sahilde kapatmalar vs.vs ihlallerden de öte ; masumane bir şekilde sahilden, denizden ve güneşten yararlanmak isteyen insanların artık belirli alanlara giremez, oralardan geçemez, hatta yan gözle bakamaz hale getirilmeleridir.   

Bugüne kadar gerçekleştirilen uygulamalar şunu ortaya koymuştur ki; 

Sahil parçalara bölünerek body guardlı özel hakimiyet alanları oluşturulmuştur. Boş bırakılan alanlarda ise halkın karayol dan denize doğru dikine olarak kullanabileceği koridorlar biçiminde kullanılması teşvik edilmiştir.  

Menderes Türel kıyı’cılığı

Böylesi fiili, ayrımcı, dayatmacı ve haksız durumlar dışında Menderes Türel yönetiminin gerçekleştirdiği Kadınlar Plajı uygulamasının da kıyı kullanımının kamusal niteliğine ve amacına aykırıdır… Yalnızca kadınlara yönelik bir kullanım kıyılardan herkesin eşit ve serbestçe yararlanma hakkının ihlalidir…

Aynı şekilde iptal edildiği açıklanmakla birlikte henüz kesin olarak nasıl bir düzenleme yapılacağı netlik kazanmayan Boğaçayı Projesinin de Konyaaltı sahillerini hepten yok edecek bir uygulama olarak konunun uzmanı çevrelerin tüylerini diken diken etmeye yetmektedir.   

Zira bu projenin son resimlerinde görüleceği şekilde gerçekleştirilmesi durumunda Konyaaltı sahillerinde erozyona neden olacak, sahili çakıl taşlarından mahrum ederek doğal yapısını olduğu gibi ortadan kaldıracak derecede tehlike ve risk taşımaktadır…

Bu proje ile gündeme getirilen Boğaçayı yatağı içindeki liman girişimi ve çay boyunca gerçekleştirilmesi düşünülen setteler nedeniyle deniz kıyısının beslenmesini engelleyeceği ve doğal yapısını tamamen deforme edeceği bilinmektedir.

Ayrıca mevcut limandan Boğaçayının denize döküldüğü alana kadar düşünülen liman yatırımı da hiçbir etüt, ihtiyaç tespiti, alan araştırması olmaksızın “ben yaptım oldu bitti” anlayışı ile Konyaaltı sahillerindeki yeni bir işgal yatırımı olarak, kamu yararı ilkesine aykırı yöntemlerle  dayatılmış durumdadır.

Konyaaltı sahilinde son hamle

Antalya Büyükşehir Belediyesinin, Mimarlar odası öncülüğünde, Şehir Plancıları odası, Peyzaj mimarlar odası gibi odaların içinde yer aldığı Konyaaltı sahillerine yönelik 2014 yılında gerçekleştirilen yarışma sonucunda elde edilen projeyi adeta yap boz tahtasına çevirdiği bilinmekte. Bununla da yetinmeyen Büyükşehir Belediyesi proje yarışma şartnamesinde açıklanan koşullardan tamamen farklı bir düzlem ve uygulama ile geçtiğimiz günlerde Konyaaltı sahillerini ihaleye çıkardı.  

Menderes Türel yönetiminin ilan ettiği ihale şartları kamusal alanların ticarileştirilmesinde ulaştığımız mertebeyi ortaya koyması bakımından önem taşıyor.

Meslek odalarımızın da neden olduğu fırsattan yararlanan Büyükşehir Belediyesinin, güya yarışma ile elde edilen sahil düzenleme projesini uygulamak istediği izlenimi ile hareket etmesinin hiçbir inandırıcılığının olmadığı konuyla ilgili çevrelerce biliniyor…

Kaldı ki bu yarışma ile elde edilen projeyi dilediği gibi değişikliğe uğratması, yönetim planının olmaması, tapuya işlenmemesi Menderes Türel için çok büyük bir nimet olarak kullanılmakta olduğu ihale koşullarıyla anlaşılmış olmalıdır…

Menderes Türel ile gelinen aşama, ayrımsız herkesin eşit ve serbestçe kıyılardan yararlanma ilkesinin uygulanmasında şimdiye kadar öngörülen halka koridor uygulamalarına dahi son vermeye zorlayan işletmecilik modelini önermiş olmasıdır…

Konyaaltı sahilleri 29 yıllığına ihaleye çıkarıldı. İhale bedeli 130 milyon TL den başlıyor.

Yıllık bedel 6 milyon TL. 5 yıllık peşin ödemeli. Ayrıca cirodan %1 pay alacak Büyükşehir Belediyesi. İhale edilen alan Varyanttan Sea Life otelinin karşısına kadar… Yaklaşık 3 km lik bir mesafe. Tamamı ihaleyi alan işletmecinin tasarrufu altında... Diğer bir ifade ile yılda 6.000.000 TL kira ödeyecek bir işletme bu parayı çıkarmak için bırakınız, çay, su fiyatlarını denize girişi bile turnikeli hale getirmesi kaçınılmaz görünüyor…

Ya da al takke ver külah, dostlar alış verişte görsün, devlet malı deniz yemeyen keriz düzeni bütün hızıyla devam edecek…  

Durum budur… Büyükşehir Belediyesi para kazanacağım ve kazandıracağım diye dünyanın göz bebeği ve tüm Antalyalı’ların en kolay, en çabuk, en masrafsız denizinden, güneşinden, kumsalından yararlandığı Konyaaltı sahillerini ihaleye çıkarması, kamusal alanları ticarileştirmesi, halkın öz malı olan sahillerden, denizden, güneşten yararlanmayı paralı hale getirmesi kabul edilemez bir yerel yönetim anlayışıdır. Halkına ihanetidir.

Sahil düzenlemesi nasıl olmalıdır ?

Şurası son derece açıktır ki Konyaaltı sahili boyunca denizden yararlanmayı engelleyecek ve bu alanın ticarileştirilmesine yol açacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir. Şezlong, şemsiye vs. türünden kıyı mobilyaları için kimseye sahilde alan tahsis edilmemelidir… Eğer bu mobilyalar olmalı deniliyorsa, ticari amaçlarla kiralanmamalı, herkesin ücretsiz kullanım imkanı sağlanmalıdır… Tıpkı park, bahçe, oyun sahası, spor alanlarındaki banklar, gölgelikler ve diğer aparatlar gibi ilgili belediyeler bu kıyı mobilyalarının da temininden, korunmasından ve uygun kullanımından sorumlu olmalıdır.

Ayrımcı uygulamaları destekleyen seçkinci anlayışların, paralı kullanımlarla kendilerine özel, “nezih”, “steril” alanlar yaratma niyetlerini kamusal alanlarda gerçekleştirmelerine izin verilmemelidir. Kamusal alanlarda öngörülen düzenlemeler ve etkinlikler asla dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmamalıdır.

Çünkü kamusal alan demek öncelikle sosyalleşmenin, kaynaşmanın, dinlenmenin, kendini yenilemenin, rutinin dışında yakınlarıyla ve diğer insanlarla dolaysız bir arada olmanın, kendin gibi olmayanlarla temas kurmanın, öğrenmenin, düşünmenin, okumanın, eğlenmenin, rahatlamanın, sayılamayacak kadar çok yediden yetmişe farklı duygu ve davranışın bir araya geldiği alan demektir. .
Bunun için öncelikle temiz deniz, temiz sahil, korunan doğa, kolay ulaşım ve wc-duş-içecek su gibi en temel ihtiyaçlara güvenli bir ortamda ucuz, kolay ulaşabilme ve zahmetsiz, külfetsiz, hijyenik koşullarda yararlanma imkanlarının sağlanması yeterli olacaktır. 

Paran yoksa yoksun, paran kadar yararlan demeyen, para harcamaya özendirip yönlendirmeyen,  ayrıştırıcı, dışlayıcı olmayan, yurttaşını zenginleşme aracı olarak görmeden öncelikle ihtiyaçlar üzerinden düzenlemeleri öngören, yani toplumcu, eşitlikçi, insan merkezli kamusal alan planlamaları ve uygulamaları zor değildir.

Yeter ki bu konuda irademiz olsun. Bu irade olduğu yerde kentsel yaşama ilişkin fikri olan her bireyin ve oluşumun kendisini içinde hissedeceği, sahiplenebileceği, oy hakkı, denetleme imkanı ve karar süreçlerinde söz hakkının olduğu yönetim anlayışlarını sahil düzenlemelerinde de hayata geçirmek mümkündür…

29 Ekim 2016 Cumartesi

Ne Yok Oluş, Ne De Despotizm

Yurttaşlarının değer yargılarına, farklılıklarına, geleceklerine kendi siyasi ve ekonomik beklentilerine
göre yön vermek isteyen yöneticilerin seçilmiş veya atanmış olmalarının veya hükümdar olmak istemelerinin bir önemi var mıdır ?

Böylesi durumlar, dayatma ve tahakküm araçlarının özgürlüklerden daha iyi organize edildiği yönetim biçimleri değil midir ?
 
Hedefi kalkınma, refah da olsa yurttaşlarına hükmetmeye kalkan, zenginlik kaynaklarını toplumla paylaşmayan, gelir adaletsizliğini derinleştiren Cumhuriyet, eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik olabilir mi ?
 
Referansları dine veya ırka dayalı olan siyasi oluşumların ayrımcı, dışlayıcı, ötekileştirici olmamaları, toplumsal olandan yana tutum almaları mümkün müdür ?
 
Şurası açık ki; hükümetler, iktidarlar ne kadar halktan çekiniyorlarsa, yönetimlerde söz yetki karar kanallarını kapatamıyorlarsa, halk o kadar daha örgütlü ve o kadar daha özgür demektir.
 
Cumhuriyetin esas amacı da budur...
 
Kabul edilmelidir ki cumhuriyeti İşimize geldiği kadarıyla kullandık. Cumhuriyet zenginleri yarattık ama hepimize ait olan zenginlikleri hakça ve adilane bir şekilde paylaşamadık, fırsat eşitsizliğini, geri kalmışlıklarımızı, güvencesizliklerimizi, kulluk ilişkilerini bertaraf edecek atılımları gerçekleştiremedik...
 
Artık hepimiz anlamış olmalıyız ki kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi yaşamayana hükmetmek, kendisi için yönetmek üzere kullanılan bir cumhuriyet olsa olsa menfaat çevrelerinin işine yarıyor, seçimler ve hukuk göstermelik kalıyor ve kimin başına ne zaman, ne geleceği belli olmayan bir yapıya bürünebiliyor...
 
Ve hiç kuşku yok ki böylesi bir cumhuriyet, çifte standartların, kendinden olduğu için hırsızı, uğursuzu, çoluk çocuk, kadın demeden sapıklaşanları dahi koruyanların, har vurup harman savuranların, altta kalanın canı çıksın diyenlerin, insafsızlıkların, talanın, sömürünün, yalanın, yasaklamaların, savaş çığırtkanlarının, tek sesliliğin, ötekileştirmelerin, kumpasların ve emperyalizmin oyuncak cumhuriyeti olabiliyor...
 
Sahici bir Cumhuriyet uğruna mücadele verenlere, aydınlanmanın yolunu açanlara Şükran duygularımla Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun...

Cumhuriyet

Yurttaşlarının değer yargılarına, farklılıklarına, geleceklerine kendi siyasi ve ekonomik

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Yarının Dersleri

15 temmuz başarısız darbe girişimi ile ortaya çıktı ki siyasetçiler, hukukçular, bürokratlar
hemen hepsi şikeye bulaşmış. Dolayısıyla bütün kurumlarda şike soruşturmaları devam ediyor.

Şike yapanları soruşturanlar da şikeye bulaştığı konusunda kuşku yok. Formül ve anahtar sözcük olarak kullanılan “aldatılmak”, en tepedeki yetkililer için geçerli bir mazeret kabul edilmekte ancak aşağıya doğru etkisini yitirmektedir. Belli ki tepedekiler, duruma göre tepe tepe kullanılacaklar.
 
Hiç kimse başına ne gelebileceğinden emin değil… mal, mülk, statü, para, pul, iş, güç, hak, hukuk, özgürlükler… kayda değer ne varsa her şey risk altında… Onun için her yer suç mahalli, herkes şüpheli…
 
Oysa ayakların baş olduğu bir devrim de yaşamadık… Ama derin bir endişe içinde gerçekleştirilen tasfiyede gösteriyor ki esas olarak yurttaşlar aldatılmış ve aldatılmaya da devam ediliyor. Onun için şeytanlaştırma seansları aralıksız devam ediyor. Belli ki bütün bu olup bitenlerin asli faillerinin önemli bir kısmı halen devlet katının en kilit mevkilerinde görevlerine devam ediyorlar. Gelin görün ki ne hesap veren, ne de hesap soran bir ortam, mecal ve niyet yok...
 
O nedenle çözülen devletin sıfırdan ele alınmasının formülü olarak "Yenikapı sahnesi" kurulması boşuna olmasa gerek… Davul boyunda tokmak başkalarının elinde sahnede olmak nasıl bir siyaset anlayışı bilinmez ama eski hamam eski tas ile, üstelik aynı suda iki kez yıkanılamayacağı biline biline, filmi başa sarmanın, bu milleti bu kadar hor kullanma siyasetini parlatmanın, kimseye bir faydası olmayacağı da çok açık…
 
Zira bugünlerde yaşadıklarımız yarının dersleri olarak kayda geçmektedir.
 
Millet iradesi denilen seçimlerin, öğrencisinden devlet memuruna düzenlenen sınavların kılıfına uydurma merasimleri olduğunun,
 
Devlet kurumları paylaşılarak yönetilmekle kalmayıp her güç odağının kendi hukukuna göre mevzilendiği ve güç topladığının,
 
Birbirlerinin gücüne muhtaç iken birbirlerini yere göğe sığdıramayanların, aynı zamanda birbirlerinin kuyularını kazmanın hesabını yapmaktan çekinmediklerinin,
 
Bunların ortak malzemesinin siyasal İslam olduğunun, alnı secdeye değme kriterine göre tercihte bulunduklarının, cemaat, tarikatlar aracılığı ile dinin siyasallaştırılması yoluyla iktidarın nimetlerinden yararlanmak istediklerinin, darbeye kalkışanlar da, darbenin muhatabı olanlar da aynı emperyal güçlerden beslendiğinin,
 
İcazetsiz, desteksiz, pazarlıksız ve ülkemizin tüm zenginlik kaynaklarını peşkeş çektirmeksizin ayakta duramadıklarının,
 
Ülkemizi bir iç savaşın eşiğine getirenlerin, Suriye batağına saplanmamıza neden olanların, ekonomik krizin, hayat pahalılığının, işsizliğin ve eşitsiz yaşam koşullarından yararlanmakla kalmayıp daha da derinleştirenlerin ders notları elden ele, dilden dile, omuz omuza çoğalacaktır.
 
Devleti Anonim şirket gibi yönetenler,
 
mega projeler adı altında çevre, tarih, kültür düşmanlığı yapanlar,
 
3. Köprü, 3. Havalimanı gibi yap-işlet-devret modelleriyle, halkın cebinden çıkacak hazine garantisiyle yerli-yabancı sermaye şirketlerini ihya etmeye endeksli yatırım yapanlar,
 
imam hatip eğitimini kurumsallaştırırken
 
nükleer santralleri, piyasacı sağlık kampüsleri, otoyolları, arsa teminleri, inşaat sektörü odaklı yandaş sermaye destekçiliği yapanlar, doğal kaynakların, kamusal alanların talanıyla övünenler,
 
“Türkiye Varlık Yönetim Şirketi A.Ş.” kurarak kamu kaynaklarının hesapsız denetimsiz harcamalarının önünü açanlar, proje bazında desteklenen yatırımlar için sermayeye sınırsız teşvik ve sınırsız muafiyet getirirken, emeği ile geçinenleri güvencesiz ve örgütsüz bir hayata mahkum edenler, unutmamalıdır ki; Tarih kötülüklerden, haksızlıklardan, adaletsizliklerden, iktidar uğruna uygulanan keyfiyetlerden sorulan hesapların tarihidir.
 
Kendilerini özgürce ifade etmek hakkıyla hukukuyla şerefiyle yaşamak isteyenler, bu yalan,sömürü ve talan siyasetine mutlaka son verecektir.

19 Ağustos 2016 Cuma

Türkiye sıfırdan yeniden yapılandırılıyor

Devlet yeniden yapılandırılıyor…


Siyasi irade; güvenlik, yargı, yönetim yapısını bir bütün olarak elden geçiriyor, tasfiye ve görevlendirme kriterlerini dahi tartışmaya imkan tanımadan kendi başına belirleyip uyguluyor.
 
Türkiye sıfırdan yeniden yapılandırılıyor
 
C Başkanı RTE nın yeni başdanışmanının İslam Ordu projesi olduğu, zaten bu konuyu askeri yetkililerle görüşme halinde olduğu belirtiliyor…
 
İmam hatip eğitimi bütün bir sistemin referansı haline getiriliyor.
 
Sermaye dünyası 2023 hedefini destekleme çağrısında bulunuyor.
 
Temsili Yenikapı koalisyonu dışındaki tüm çevreler hedef tahtasına konulmuş durumda…
 
Bir yandan OHAL ile ilgili veya ilgisiz yoğun bir şekilde devam eden gözaltılar, tutuklamalar, işten çıkarmalar, el koymalar...
 
diğer yandan birbirlerinden yararlandıkları ve birbirlerine güç verdikleri besbelli olanların isnatları ve itirafçı söylemleri ile kendilerini aklama ve karşıtını şeytanlaştırma seansları bütün hızıyla devam ediyor…
 
Yenilerine yer açmak adına hapishaneleri boşaltacak düzenlemeler yapmak durumunda kalan siyasi irade vatan, millet, demokrasi kavramlarına kendinden menkul anlamlar yükleyerek toplumu kendi kalıbında hizaya sokmak istiyor.
 
Şurası son derece açık ki devlet katından gelen her türlü işlem ve uygulamaya hukuk adı verilirken, buna ters düşen yurttaş davranışlarının ise suç olarak kabul edildiği zamanları yaşıyoruz…
 
Bu atmosferin sıradan tetikçilerinin ortalamaya aykırı görülen Hande Kader’i yakarak öldürmesi, sanatçıların, yazarların içeri alınması, gazetelerin kapatılması kimseyi şaşırtmıyor.
 
"Öyle bir badire atlattık ki… " ile başlayan ve sürdürülen sahne düzeni ile toplumun zapt u rap altında tutulmak istendiğini görmemek mümkün değil… Ne ekonomik sıkıntılar, ne antidemokratik uygulamalar, ne de siyasal pazarlıklar dert edilmiyor.
 
Öyle anlaşılıyor ki askeri darbe başarıya ulaşmadı ama darbe etkisini aratmayacak derecede etkisiz ve güdümlü hale getirilen muhalefet partileri, bu markajdan kurtulamamaları durumunda belki başka bir hale dönüştürüldüklerini dahi fark edemeyecekler…
 
Dini siyasallaştırarak devletin her katına nüfuz etmesine, darbe girişiminde bulunabilecek kadar palazlanmasına neden olanların sorgulanmasını, hesap vermesini ötelemek, olsa olsa başka cemaatların devlet içinde palazlanmasının önünü açacaktır.
 
Evrensel hukuk değerlerinin takipçisi olması gereken Barolar Birliğinin Başkanının feyz alması gereken yaşama hakkı, işkence yasağı, masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı, savunma hakkı, düşünce özgürlüğü gibi demokratik, laik, hukuk devletinin ilkeleri için mücadele vermesi beklenirken kendine göre ferahlama ve angajman arayışı içinde olması da gösteriyor ki ne yöneticilik ne de temsiliyet halleri kimsenin keyfiyetine bırakılmamalıdır...

8 Ağustos 2016 Pazartesi

İşte o zaman bu halk

Siyasi iktidarın çağrısıyla milyonlar meydanları doldurdu…


Biz milletiz Türkiye’yi darbeye teröre yedirmeyiz, denildi.
 
Dekorasyonlar, yitirilenler için edilen dualar, diyanetin temennileri, askeri erkanın sadakati, meclisin, hükümetin, muhalefetin kısmi temsilcilerinin millet, ümmet, vatan, iktidar ve al gülüm ver gülüm demokrasi güzellemeleri ve nihayet RTE nın sahne alması ile Yenikapı gösterileri sona erdi.
 
Hiç kuşku yok ki bu bir iktidar organizasyonu idi. Bütün imkanlar seferber edilmişti. İç ve dış dinamiklere verilecek mesajlar olabildiğince etkileyici ve coşkulu olması gerekiyordu.
 
Türk/İslam senteziyle; mevzubahis olan vatan/iktidar ise geri kalanın teferruat olmasıyla; bu amaç için kendini ortaya koyan halkın gücünü arkasına almasıyla; ganimet sunar gibi idam vaatleriyle; sıfırdan inşa edilecek Türkiye mesajıyla; partiler arasındaki seçiciliğiyle; daha açık, daha net, devam edilmek istenen yolun ne olduğu nasıl söylenebilirdi acaba?
 
Pratik gerçekliğimizdir…
 
Teferruatın ne olduğuna kim karar verirse versin, Türk’lüğün şanından ve İslamın rehberliğinden kim bahsediyorsa bahsetsin hepimiz çok iyi biliyor ve bizzat yaşıyoruz ki her fırsatta insafsızca ve her türlü düzenbazlıkla malı götürenler, işbirlikçilikte sınır tanımayanlar, kıyımda, soygunda, talanda başrol oynayanlar, emeği ile geçinenleri iliklerine kadar sömürenler hep bu değerleri kendilerine birer kalkan ve bölüp yönetmenin araçları olarak kullanmıyorlar mı ?
 
Onun için kim kime koltuk değneği olmak istiyorsa olsun, hangi insani değerlerimizi kim kirletiyorsa kirletsin, sahne dekorları arasında kim yer almak istiyorsa istesin, bu Yenikapı denilen kapı, hepimizin bildiği aynı hüsran kapısı…
 
Sorun o ki, meydanları dolduran milyonlar,
 
kapı kapı dolaşmadan, kimseye muhtaç olmadan, bileğinin hakkıyla işine gücüne sahip olmak için,
 
kökenine, inancına bakmaksızın kendileri gibi sömürülen, horlanan, dışlanan toplumun her kesimi ile dayanışma ve güç birliği için,
 
mahallesinde, kentinde, ülkesinde alınan kararlara demokratik yollarla katılımı ve denetim hakkı için,
ayrımsız tüm yurttaşlarının hak ve özgürlükleri için,
 
ülkesinin zenginlik kaynaklarının toplumsal olandan yana değerlendirilmesi için örgütlendiği ve meydanları doldurduğu zaman,
 
işte o zaman bu halk ne darbecilere ne teröre, ne de din ve köken tüccarlarına ülkesini yedirmeyecektir.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Devlet, millete değil, kendisine karşı OHAL ilan etti

Neredeyse yarım asırlık faaliyetleri kollanan, kolaylık sağlanan, ittifak çevresi olarak görülen
ve nihayet AKP hükümetleriyle birlikte devlet katına nüfuz etmelerinden sonra darbe girişiminde bulunan “FETÖ sorunu” “bir meczup ve müritlerinin tefrikası” halinde tartışılmaya devam ediliyor...
Kuşkusuz ki dinin siyasallaştırılarak, toplumun dini duyguları istismar edilerek güçlenen ama esas itibariyle her türlü maddi ve manevi sömürü araçlarını kullanan, eşitsiz yaşam koşullarının var ettiği, otorite ve resmiyetin kendisini kullanmasına imkan tanıdığı ölçüde palazlanan bu oluşum, varlığından medet umulan muhafazakar toplumsal yapının ve siyaset tarzımızın bir eseri olduğunu kabul etmemiz gerekiyor....

Ayrıntılar ortaya çıktıkça, siyasi iradenin, aldatıldığı ama bundan başka kusurunun olmadığı söylemi, taksiratlarının affı ikrarı ile demokrasiye sahip çıktığı için millete yönelik minnet duygularının vurgusu iç içe geçmiş durumda.
 
Bunun yanında “Devlet, millete değil, kendisine karşı OHAL ilan etti…” açıklamalarıyla çıkarılan KHK li gözaltılar, işten çıkarmalar, el koymalarla millete verilen ayar kadar, devlet de yeniden yapılandırılıyor.
 
Halkın "demokrasi nöbeti" ise yaratılan fiili durumun aksesuarı olmaktan öte işlev üstlenmedi. Bu geniş kitlenin biatçılığı ve kendinden olmayana yönelik ortaya koyduğu söz ve davranışları ile çok bariz bir şekilde manipüle edildiğini ortaya koydu.
 
ABD, AB, Rusya, Ortadoğu bağlantılarıyla, hesaba katmadan hareket edilemeyen bağımlılık ilişkileriyle resmedilen, beklentileriyle şüphe ve güvensizlik girdabına itilen Türkiye şimdi bütün kartlarını gözden geçiyor…
 
Bu toz duman arasında sorgusuz, sualsiz, tartışmasız zoraki kabullenişleri sağlayacak uygulamalar ve düzenlemelerden anlıyoruz ki bu durumdan da vazife çıkarılarak; sadakatları bizzat siyasi irade eliyle kontrol edilmek istenen askeri, yargısal ve sivil bürokratik yapı tam anlamıyla parti-devlet bütünleşmesine hizmet etsin, bu süreç de başkanlık rejiminin inşa edilmesinin bir vesilesi olsun isteniyor. Oysa devleti koruma adı altında kendi siyasetine göre seçicilik, devlet katında her türlü riyakarlığı, gizliliği, kirli ilişkileri, kumpasları, entrikaları olağanlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı üzerinde durulmayacak kadar açık bir konu…
 
Diğer taraftan da başarısızlığa uğrayan bu darbe girişiminin verdiği mesajlar ve devlet içindeki derinliği ve yaygınlığı ile dış dinamiklerin, küresel çetelerin, emperyalist oluşumların oyuncağı haline getirildiğimizi, yetkili veya yetkisiz kişilerin veya kurumların hiç bir güvenliğinin olmadığının ortaya çıkması siyaset aktörlerini daha temkinli davranmalarını, daha kucaklayıcı açıklamalar yapmalarını sağladı.
 
Saray buluşmasındaki davetliler ile CB nın ve Başbakanın vazgeçtiği davalarda ayrımcılığın sürdürülmek istenmesi ise yaşanan musibetin bu alana ilişkin herhangi bir tavsiye içermediğini gösteriyor.
 
Meydanlardaki “demokrasi nöbetinin” final mitinginin esnaf kafasıyla sonlandırılmak istenmesi, istismar edilmeyelim, payımıza düşen takdirden mahrum kalmayalım sığlığı ile ele alınması, ayrımcı ve dışlayıcı söz ve davranışlardan fayda umulması yeni devlet yapılanmasının ve ittifaklarının da Türk/Kürt ayrışmasını derinleştirmeye devam edeceğini ortaya koydu…
 
İstisnasız her yurttaşın yaşamı her türlü sahiplikten, maldan, mülkten, iktidardan önce gelmelidir.
 
Ama kabul edelim ki siyasete ve insanlık hallerine esas karakterini veren toplumsal gelişmişliğimiz kadar, yurttaşların en aşağıdan yukarıya doğru toplumun yönetim kademelerindeki söz hakkının, yetki düzeyinin ve kararlara katılım kanallarının ne durumda olduğu ile yakından ilgilidir.
 
O nedenle ülkemizin zenginlik kaynaklarına gözünü dikmiş, dilediği gibi at koşturmak isteyen adalet ve kardeşlik duygularından yoksun yerli, yabancı, millici, işbirlikçi, küresel, bölgesel menfaat çevrelerinin yukarıdan aşağıya, kanlı, kansız senaryolarının parçası haline getirdikleri tedavüldeki siyaset tarzı ve siyasetçilerle toplumsal olandan yana politikalar üretilmesi asla mümkün olmayacaktır.
 
Bu sermaye dünyasının paylaşım ve pazar kavgasının, bu piyasaya hakim olma saldırganlığının ve dayatmacılığının bir sonucu olarak, iliklerimize kadar sömürünün, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, yoksunlukların, dışlanmışlıkların her gün kendini yeniden ürettiği bu sistem korunduğu sürece ne darbelerin, ne dikta heveslilerin, ne kardeş kavgalarının, ne linç kültürünün ne de söz cambazlıklarının sonu gelmeyecektir....
 
Ta ki bu dezenformasyon, manipülasyon, ajitasyon, operasyon diktatörlüğüne karşı, emeği ile geçinenlerin, yoksunluğu, dışlanmışlığı dert edinenlerin toplumsal olandan yana dayanışması ve mücadelesi kendisini bir güç olarak ortaya koyuncaya kadar...

2 Ağustos 2016 Salı

Boğaçayı Rant Kollayan Bir Projedir

Bu röportaj 2 Ağustos 2016  tarihli Akdeniz Son Nokta Dergisi'nde yayınlanmıştır


Röportaj, Pelin İktueren

Boğaçayı Rant Kollayan Bir Projedir
“ Konu ile ilgili kıyı mühendislerinin, öğretim üyelerinin zamanında yaptığı açıklamalarda böyle bir proje için hiçbir çalışma yapılmadığı biliniyor. Sadece Menderes Türel'in hayal dünyası olarak başlayıp devam etmiş, bilimdışı, yapay ve tamamen rant kollamaya yönelik bir projeden ve bu nedenle de değişikliğe gidilmek zorunda kalınan bir projeden bahsediyoruz. ” diyen Antalya Kent İzleme Platformu üyelerinden Avukat Mustafa Şahin ile pek çok tartışmaya konu olan  Boğaçayı projesi hakkında görüştük…
Boğaçayı projesi aslında antalya’da çok uzun bir süreden beri konuşuluyor, bu proje nasıl başladı, şimdi ne aşamada bulunuyor ?

Son yerel seçimlerden sonra Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel bir basın toplantısında bol bol fotoğraf çekilmesini, Antalya’nın birkaç sene sonra tanınmayacak hale geleceğini, gerçekleştirecekleri pek çok projeyle kentin çehresinin değiştireceklerini söylemişti.
 
Kent merkezinin beton surlarla bölünmesine neden olan kavşak projeleri yanında Konyaaltı sahili ve Boğaçayı projesi de sayılanlar arasındaydı…

90 lı yılların sonlarından itibaren yoğun bir şekilde gündeme alınan, üzerinde araştırma, tartışma ve inceleme yapılan Boğaçayı hemen her partinin de seçim malzemesi olarak kullanıldı.
 
Başlangıçta Boğaçayının ıslahı ile birlikte kıyısı boyunca gerçekleştirilecek rekreasyon alanları yapılması yaklaşımları bir süre sonra Boğaçayında marina, liman yapılabilir mi tartışmalarıyla devam etmişti. Belli ki bu dönemde Menderes Türel’in hayal dünyasının derinliklerine yerleşen “neden olmasın” takıntısı uzun bir süre kendisinin, partisinin ve Antalya’lıların gündeminde yer almasını sağladı. Öyle ki bu konu Menderes Türel tarafından adeta bir iddialaşma düzeyine taşındı ve giderek megolamanik bir tarzda yürütülmeye başlanmıştı.
 
Kabul etmek gerekiyor ki bugüne kadar en göz alıcı resimleri çizdiren Menderes Türel oldu. Her biri birbirinden farklı resimler de olsa hepsi tam anlamıyla hayal ürünleriydi… Hiçbir maddi temeli olmayan, hayal ötesi resimlerle birkaç seçim Boğaçayında liman hayali satıldı. İtiraz edenler, “istemezükçü” ilan edilip haklarında demedik laf bırakılmadı. Bu Antalya sevdalısı çılgın projeciler, itiraz edenleri kapasitesizlikle, sığlıkla, her olumlu girişimi engellemekle suçladı.

Neyse ki geçtiğimiz günlerde rüya sona erdi. Çılgın projede değişiklik yapıldığını, Boğaçayının içinde liman yapmaktan vageçtiklerini yalnızca büyük limana bitişik liman yapacaklarını ve proje kapsamında açıklama yapıldı.
 
Bu aşama itibariyle, Boğaçayı yatağında liman yapılması çılgınlığından vazgeçilmesi önemli bir gelişmedir. Zira bu çılgın projeye esas karakterini veren konu Boğaçayında denizden içeriye doğru 1 km uzunluğunda liman yapma girişimiydi.
 
Daha önceki itirazlarda Menderes Türel’in tüm çay yatağını kapsar şekilde liman yapma girişimi engellenmişti. Şimdi de 1 km si Konyaaltı sahilinde yapılacak limanla birleşik ve devamı niteliğinde , Boğaçay yatağının 50-60 metre daraltılarak denizden itibaren çay yatağı boyunca 1 km uzunluğunda oluşturulacak kanal boyunca düşünülen limandan vazgeçilmesi sağlanmış oldu.
 
Diğer bir deyişle Boğaçayında Liman rüyaları sona erdi. Menderes Türel nihayet rüyasından uyandı.

Ancak öyle anlaşılmaktadır ki halen stabil durumda değildir. Zira özü, esas karakteri tamamen ortadan kalkan, hatta iptal edildiği bile ifade edilebilecek bu proje sanki ilk haliyle devam ediyormuş edalarıyla hareket etmesi üstelik yine bilim dışı ve planlama ilkelerine aykırı yapılaşmaları öne çıkarması hiç kuşku yok ki ne kendisine ne de kente herhangi bir fayda sağlamayacaktır.
 
Boğaçayı ile ilgisi kalmayan bir uzaklıkta ama yine Konyaaltı plajlarının işgaline neden olacak şekilde bu kez Büyük Liman’a bitişik yeni bir liman fikrini ortaya atan Menderes Türel, belli ki geçmişteki takındığı tutumlarının ayıbını hafifletecek, kendini savunacak bir çıkış arayışı içinde…
 
Oysa öncekilerde olduğu gibi hiçbir bilimsel dayanağı olmaksızın ortaya attığı bu büyük limana bitişik yeni bir liman fikri yanında dere boyunca öngörülen yapılaşmalara ilişkin muğlak yaklaşımlar ve ıslah çalışmalarının geldiği durum ve sonrası hakkında ne düşünüldüğü, bu aşamada ne, nasıl olacak sorularının askıda kalması Menderes Türel’in tıpkı Konyaaltı Projesinde olduğu gibi Boğaçayı projesinde de tribünlere oynayan tarzını gözler önüne serdi.

Kuşkusuz ki bundan sonraki gelişmelerin de takipçisi olacağız ama gelinen noktada Boğaçayı projesi, hayal dünyasıyla kent yönetilemeyeceğinin önemli örneklerinden biri olarak şimdiden tarihe geçti.
 
Bu projeye ilişkin sıkıntılar nelerdi ?
 
Doğal yapısı itibariyle, taşkın, kıyı erezyonu, deprem ve yer altı suyu değişimleri ve zemin gibi doğal olayları etkisi altında olan bir bölgede yer alıyor Boğaçayı. Bu bakımdan çok çeşitli disiplinleri ilgilendiriyor. Boğaçayı’nın bulunduğu bölge, yılın dört ayında en fazla yağış alan bir bölge ve çok kuvvetli bir şekilde denize akıyor. Önüne geleni sürükleyip götürdüğü için de Boğaçayı denilmiş zaten. Bu nedenle DSİ’nin akım gözlem istasyonları var Boğaçayı üzerinde; Taşkın önlemeye yönelik tedbirler alınmış ve alınmaya devam ediyor.

Boğaçayı ile ilgili ilk planlama raporu 1998 tarihli. Daha o dönemde yoğun yerleşim kriteri esas alınmadığı için 350 metre yerine 300 metre olarak belirlenen yatak genişliği kısa bir süre sonra etraftaki mülk sahiplerinin tazyiki sonucunda 260 metreye düşürülmüş. Planlama raporu müellifi İnş. Müh. Ahmet Necati Ateş bu değişikliğe onay vermediği için Elmalı’ya sürülmüş.
 
İlk Boğaçayı projesinde dere yatağının tamamının denizle buluşturulacağı ileri sürülmekteydi. 40 km yeni sahil kazanılacağı gibi akıl ve bilim dışı yaklaşımların ömrü uzun sürmedi.
 
2. Proje de bu kez yatak genişliği 200 metrelere kadar daraltılmasına neden olacak bir liman öngörülüyordu ki bu da taşkın riski başta olmak üzere, kıyı erozyonu ve yer altı sularının kirlenmesi tehlikesini ortadan kaldırmıyordu. Ayrıca öngördüğü yapılaşmaların tamamı planlama ilklerine aykırıydı. Getireceği yükler hesap edilmemişti.

Geçmişte DSİ nin gerçekleştirdiği planlama raporu için yapılan etütler de dahil olmak üzere Antalya Deniz Ticaret Odasının, Bayındırlık İskan Bakanlığının, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın ASAT ın incelemelerinde Boğaçayı’nda liman- Marina yapılmasının mümkün olamayacağı ortaya konulmuştur. Aynı şekilde Kent Konseyi Çalışma Grupları, Meslek Odaları da bu konuda görüş bildirmişlerdi. Hepsinin ortak görüşü Boğaçayı’nda balıkçı barınağı veya liman yapılması uygun değildir şeklindeydi.

Proje hangi riskleri barındırıyordu?
 
Menderes Türel’in en gösterişli, en üst perdeden konuştuğu, içinde bilim adamları, global sermaye şirket temsilcileri olan sunumunda ‘Boğa Çayı Islah ediliyor; taşkından ; su kaynakları tuzlanmadan ; Konyaaltı Sahili kıyı erozyonundan korunuyor denilmişti.
 
Bunlar zaten bütün resmi kurumların, hem belediyelerin hem DSİ’nin olağan görevleri. Taşkınları önlemek; mevcut yeraltı suyu kaynaklarının korunması gerektiren önlemleri almak ve Konyaaltı sahilinin zarar görmemesini sağlamakla yükümlü olan resmi kurumlar sanki bu projeyle koruyucu önlemleri geliştirecekleri izlenimi vermek istediler. Bu yolla esas niyetleri olan Liman ve rezidans yapılaşması için alan yaratma faaliyetlerini gizlemek istediler. Liman ve yapılaşma girişimleri nedeniyle neden olacakları zararlar ve riskler sanki bu proje sayesinde ortadan kaldırılacakmış algısı yaratmaya çalıştılar. Oysa Esas risk boğaçayı yatağında düşündükleri liman ve yapılaşma nedeniyle taşkına, kıyı erozyonuna ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olacaklardı.

Son değişiklikten sonra proje kabul edilebilir sınırlara çekilmiş midir ?
 
Arı deresi de dahil Boğaçayı boyunca öngördükleri altı bölgedeki yapılaşmalardan vazgeçtiklerini açıklamadılar.
 
2016 Nisan ayında Büyükşehir Belediyesi bu projenin de ayrıntılarını yerleştirecekleri, daha detaylı planlama çalışmalı yapacakları 1/25.000'lik plan değişikliği yaptılar. Temmuz ayında ise projede değişikliklere gidildi.

Boğaçayında liman yapmaktan vazgeçtiler ama projenin detayı hakkında bilgi vermekten kaçınıyorlar…
 
Bu projede jeoloji, inşaat, mimarlık, şehir plancılığı, çevre, doğal peyzaj ve hukuk disiplinlerini doğrudan ilgilendiriyor ama Projeye ilişkin hiçbir bilimsel çalışma olmadığını itiraf etmiş oldular. 

Önceki yıllarda yapılan çalışmaları derleyen ve onlar üzerinden yapılan yorumlarla hazırlanan Boğaçayı projesinden tamamen vazgeçilmesi ve ilgili meslek odaları, kurumlar ve uzman kişiler ile tartışmaya açılmasında sayısız fayda var. Zira,

1- Gelinen noktada Liman ısrarından vazgeçmeleri sayesinde Boğaçayı yatağı daraltılması ve buna bağlı risklerden kurtulmuş olduk.

2- Ama Boğaçayı ile ilgisi kalmasa da Konyaaltı Sahili'nde liman ısrarları sürüyor. Halkın plaj olarak kullandığı alan bu nedenle işgal edilmiş olacak. İnsanların denizden yararlandığı alanı ortadan kaldıran bir işgal söz konusu. Kaldı ki bu alanda limana elverişlilik etüdü bulunmamaktadır.

3- Yapılaşma ısrarı ile bu bölgeye alt yapı, ulaşım gibi yeni yükler getirecekler. Kamusal alanları piyasalaştırmanın ve ticarileştirmenin kamusal yarar sağlamayacağı ortada. Kaldı ki zemini itibariyle de özelleştirilmek istenen dere yatağına bitişik alanlarda öngörülen yapılaşmalar maliyet/ risk faktörleriyle toplumsal bir fayda sağlamayacaktır.

4- Mevcut haliyle 2300 debiye göre önlemlerin alındığı ama Boğaçayı projesi ile 4300 debiye göre önlemlerin artırılacağı ifadeleri son değişiklikten sonraki durumu ile ne hal alacağı açıklanmamıştır. 

Daha önce hangi ihtiyaçtan 4300'e çıkarıldığı hakkında bir açıklama yoktu. Şimdi yatağı daraltmaktan vazgeçtiklerine, aşağıya doğru kazı yapmayacaklarına göre 4300 debiye göre önlem almakta ısrara devam edecekler midir ?
 
Başka konularda da Belirsizlikler bulunmaktadır.

Son söz olarak neler söyleyebilirsiniz ?
 
Hayal tacirliği sona ermiştir.
 
Yatlar, katlar, marinalar, İzmir Kordon Boyu öykünmeleri, Kanal İstabul karşılaştırmaları, on bin kişiye iş, matahmış gibi artmasından övünülen emlak fiyatları, kanatlanan inşaat, turizm, sadece Konyaaltı değil bütün Antalya kazanacak söylemlerinin hiç bir maddi temeli yokmuş…

Meğer Fransa emlak fuarında yapılan projenin tanıtımı, Kuveyt emiriyle yatırım görüşmeleri, yurt içi ve yurt dışı sürdürülen kampanyalar birer Sülün Osman misali girişimlermiş…
 
Global şirketler, bilim insanları, DSİ gibi resmi kurumlar sahneye çıkıp neye dayanarak Boğaçayı’nda liman mümkündür gösterisi yapmış ?

Recep Tayyip Erdoğan Boğaçayı Projesini destekleyip, neden olur bile vermiş ?

Kim kimi kandırmış, kimin eli kimin cebindeymiş ? Resimleri kim çizmiş, kaça çizmiş, şimdiye kadar ne kadar masraf yapılmış ?
 
Miş’li geçmiş zamanda olsa unutulmamasında fayda var… Özür dileyip dilememek de artık ayıp sahiplerinin kendilerine kalmış…
 
Ama şurası son derece açık ki Boğaçayı, masallarla, ninnilerle, resimlerle, manipülasyonlarla, söz cambazlığı ile yürütülen siyaseti de siyasetçiyi de önüne katıp denize sürmüştür.



20 Temmuz 2016 Çarşamba

ne BU HAL ne OHAL

Caddelerde meydanlarda resmi afişlerle


"Darbeye Hayır" ,
“Teşekkürler Türkiye Demokrasi kazandı “ deniliyor.
 
Kuşkusuz ki askeri veya sivil her türlü darbeye hayır demek, karşı durmak yurttaşlık görevidir.
Bununla birlikte bunca adaletsizlik, yoksunluk ve dışlanmışlık hallerini derinleştirmekle kalmayıp, denetimsiz, hesapsız, keyfiyeti kendinden menkul toplumcu olmayan yönetim ve paylaşım anlayışının temsilcileri olan siyasi iradenin; dayatmacı, kıyıcı ve ikiyüzlü uygulamalarıyla demokrasiye varılamayacağı da ortada duran bir gerçekliğimizdir.
 
Uzunca bir süredir iktidara muhalif her yurttaşın, kayda değer bir delil olmaksızın rahatlıkla suçlanıp cezalandırıldığı ve özgürlüklerinin kısıtlandığı uygulamalarının legalize edilmek istendiği bu süreçte yaşanan darbe girişimi, toplumun ve kamu çalışanlarının hukuksal güvencelerinin tamamen ortadan kaldırılmasının gerekçesi olarak kabul edilemez.
 
Bu durumun hak ve hukukla ilgisi olmayacağı gibi demokrasi ile de bir ilgisi olamaz.
 
Bu amaçla halk desteğinin sürdürülmesini istemek, darbe karşıtlığını kendi siyasi beklentileri için suistimal etmekten başka bir anlam taşımaz.
 
Halkın talebi olarak gündeme getirilen idam cezası uygulaması, devletin mevcut siyasi yapısına tüy dikecek niteliktedir. Cezalandırmaların en ilkeli, en geri dönülmezi, iddia edildiğinin aksine caydırıcılığı olmayan, suçlu ilan edileni devletin taammüden, bir nevi işkence çektirerek öldürmek istediği, öç almaya yönelik bir cezalandırma yöntemine geri dönülmesi evrensel değerlerden kopuşumuzun ilanından başka bir anlama gelmeyecektir.
 
İnsan haklarını ihlal eden herkes hakkında gerekli soruşturmaların önünün açılması siyasi iradeye düşen bir sorumluluktur. İşkence, şiddet ve hukuk dışı her türlü uygulamanın engellenmesini, sorumlularının yargılanmasını sağlamak hukuksal düzenlemelere bağlılığın ve demokrasinin bir gereğidir.
 
Onun için demokrasiye katkısından dolayı topluma teşekkür etmek yetmez.
 
Siyasi irade, tamamen kendi yanlış politikalarının ve tercihlerinin neden olduğu bu kaotik ortamın aşılmasında kendi sorumluluklarının da hesabını vermekten imtina edemez.
 
Şurası son derece açık ki, ne BU HAL ne OHAL ne de sıkıyönetim uygulamaları demokrasi ile bağdaşmaz...

17 Temmuz 2016 Pazar

Başarısız Darbe Girişimi

Darbeler tarihimize kaydedilen yeni ama bu kez başarısız bir darbe girişimi daha yaşadık.


Aydınlanmaya muhtaç konular olduğu kesin ama TSK içindeki ayrışma ve çatışma hem sivil siyasete pozisyon alma imkanı sağladı hem de darbenin kendisini tartışılır hale getirdi.
 
-ABD ilk açıklamasında temkinli ve doğrudan hükümeti destekler bir tutum içinde değildi.
 
-Darbe bildirisi AKP dışındaki çevrelerin en geniş şekilde desteğini almayı hedefler nitelikteydi.
 
-Darbenin ilk saatlerinde Başbakan'ın ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz derken daha sonra emir komuta zinciri altında gerçekleşmediği açıklaması da ortaya koymaktaydı ki belirsizlik ortadan kalkıncaya kadar açıktan tavır almaktan imtina edildi.
 
-Marmaris'te RTE da halkı sokağa çıkmaya ve karşı koymaya çağrısı, darbenin emir komuta zincirinde olmadığı açıklaması ile birlikte gerçekleşti. Bu durum AKP tabanının kitlesel desteğini sağlamasının ve istemesinin de gerekçesi oldu.
 
Darbe teşebbüsü de ortaya koydu ki,
 
Darbeciler planladıkları zamandan önce harekete geçmek durumunda kaldılar ve öngördükleri destekleri alamayıp , planladıklarını yapamadan böyle de darbe olur mu sorgulanmasına neden oldular.
 
Türkiye bir NATO ülkesi, ABD'nin etkisi ve TSK nın konumlanışı itibariyle yalnızca F. Gülen ve AKP kapışması üzerinden darbe algısının yaratılması inandırıcı olamaz.
 
Esas amacın ne olduğunu önümüzdeki günlerde izlenecek politikalarla ve özellikle Ortadoğu uygulamalarıyla göreceğiz.
 
Bu aşamada öncelikle TSK ve yasal dayanağı olmasa da YARGI ve diğer kamu kurumları içindeki derin tasfiyenin derhal başlaması halka 1 hafta boyunca gündüz iş, gece nöbet çağrısı yapılması, tahkimatın yaygın, etkin ve kalıcı olacağını işaret ettiği kadar AKP nin bu aşamada darbe üzerinden dış dinamiklerle mutabakatı sağladığını ortaya koyuyor.
 
Bu koşullarda sağlanan toplumsal histerik hallerinden de yararlanılarak Önümüzdeki kısa dönemde gündeme gelecek düzenlemeler ve uygulamalar siyasi iktidarın kendine muhalif çevreleri temizlik harekatının derinliğini ve yaygınlığını ortaya koyacak
 
Şurası açık ki bu darbe girişimi ile tanık olduğumuz üzere Meclis, Emniyet, özel harekat gibi kurumsal ve RTE de dahil olmak üzere siyasi aktörlere verilen mesaj yeterince anlamlıydı . Darbenin içinde yer alanlar saldırıda sınır tanımadıklarını ortaya koydular.
 
Cihat çağrıları ile sokak hareketleri ve meydanlardaki gövde gösterileri, dile getirilen talepler ve kıyıcılık örnekleri ile AKP anlayışının demokratik hayatın tesisinde inandırıcı ve sahici olamayacağı da çok açık.
 
Bu militarist, darbeci, tahakkümcü ve pervasız gücün önünde duracak esas güç anti emperyalist, eşitlikçi, barışcı, halkların kardeşliğini ve düşünce özgürlüğünü ilke edinen tutumdur.

3 Haziran 2016 Cuma

Giritli Parkı

“Bu alan Antalya Büyükşehir Belediyesinin projesi kapsamında otopark olarak
değerlendirilecektir.” yazılı levha Giritli parkına dikildikten sonra gösterilen tepkiler, itirazlar sonucunda bu park için yeniden referandum yapılacak…

“Efsane geri dönüyor – Şarampol Güzelleşiyor’ projesi kapsamında otopark haline dönüştürülmek istenen Giritli Parkı için Türel yönetimi referandum kararı aldı.

Kent merkezinin yayalaştırılması, mümkün olduğu kadar araç trafiğinden arındırılması medeniyet kriterlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Ama ne yazık ki Türel yönetiminin kaş yapayım derken göz çıkaran bir projesini da tartışır durumdayız…

Belli ki, Büyükşehir Belediyesi şöyle yaptı, Muratpaşa Belediyesi böyle yaptı vs. söylemleri ile tozu dumana katan bir kent yönetimi anlayışının, kayıkçı dövüşünü andıran söylemleri yeterli görülmedi ve “halk karar versin” yoluna başvuruldu…

Konyaaltı ve Boğaçayı projeleri ortada… tam bir yaz boz tahtası ve bir o kadar da göz boyama ve oyalama, aynı zamanda da beceriksizlik ve keyfiyet örneği olarak gündemdeki yerlerini korurken Şarampol Projesi bunlardan farklı olarak gözle görülür halde proje kapsamında faaliyetlerini yürütüyor… .

Tonguç caddesinde 3 alt geçit, SGK kavşağından Mark Antalya’ya doğru ilerleyen yayalaştırma çalışmaları, kısmi zemin, gölgelik ve oturma gruplarının yerleştirilmesi, caddeye bakan bir kısım bina yüzeylerinin boyanması ve bu binaların arka bahçelerinin birleştirilmek suretiyle elde edilen otopark alanı düzenlemeleri ile aydınlatma aparatları ilk göze çarpanlar..

2015 yılında bu proje tanıtımı için seçilen başlıkları hatırlamakta yarar var…

*Nerede Kalmıştık Şarampol ? * Referandum yapılacak * Siyaset üstü proje * Şarampol yayalaştırılacak, yeşil alanlar, oyun parkları, havuzlar, mobilyalar, renkler, ışıltılı düzenlemeler * Türkiye’nin ilk alış veriş sokağı olacak * AVM lerin yerini artık AVS (Alışveriş sokakları) almaya başlayacak… * otopark sorunu yaşanmayacak, caddenin her iki yakasında 400-500 araçlık katlı otoparklar... * kumandasız yaşam alanına girilemeyecek…

Kısacası her yönüyle düşünülmüş mükemmel ötesi, yüzbinleri çekecek ticaretin tavan yapacağı bir cazibe merkezi olarak tanıtılan bu proje, referandum, meclis görüşmeleri derken bugüne gelindi…

İlk saptama olarak, demek ki “dostlar alış verişte görsün”, “bul karayı al parayı” referandumlarıyla akla estiği gibi kenti yönetmek mümkün olmuyor, diyebiliriz…
Giritli parkı için yeniden referandum kararı almak durumunda kalan Türel yönetimi kendi çalıp kendisinin yönlendirdiği projeleriyle kenti ve kentlileri yanlış karta yönlendirdiği, işine geldiği gibi hareket ettirmek üzere referandum seçeneğine başvurduğu bu gelişme ile de teyit edilmiş oldu.

Bu arada “Türk demokrasi tarihine geçtiğini söylediği EXPO MEYDAN Raylı sistem hattı referandumunun da” gerçekte Türel Yönetimi tarafından ihtiyaç olmadığı halde, zararına çalışacağını, atıl kalacağını bile bile kamu kaynaklarının çarçur edildiği, plansız bir yatırım olarak başvurulan bir referandum olduğunu burada bir kez daha hatırlamakta yarar var.

İkinci olarak Türel yönetiminin kentsel yaşamın dinamiklerini ve kente dair değerleri kentin bütüncüllüğü içinde ele almak, toplumun ihtiyaçları ve gelişimi üzerinden hareket etmek gibi bir kaygısının olmadığını da artık çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Zira Şarampol projesi de kent planlamasının çöpe atıldığı bir projedir. Yalnızca yeşil alan katliamı değil, alt ve üst geçitleriyle, yol ve otopark düzenlemeleriyle hangi etüde dayandığı hakkında kamuoyuna bir açıklama yapılmamıştır… Mevcut ulaşım master planına uygunluğu ve kent ulaşım sisteminde düşünülen alternatifler gibi planlama ilkeleri, kriterleri rafa kaldırılmıştır… Hepsinden önemlisi şu anda geçerli olan ulaşım master planına aykırı bir düzenleme söz konusudur…

Türel Yönetimi Boğaçayı yatağında marina yapılamayacağı gerçeği ile yüzleşerek vazgeçmek zorunda kaldığı gibi;

Yarışma sonucu elde edilen Konyaaltı projesinin tanınmaz hale getirilmesi, işlevsiz ortada bırakılması ve kendinden menkul büfe imalatlarına başlaması gibi;
Şarampol Projesinde de geri dönenin Efsane olmadığı, aksine kamusal alanların, kamusal kaynakların sorumsuzca kullanmakta ısrar eden bir yönetim anlayışı olduğu açıkça görülmektedir.

Bu proje öylesine hesapsız ve planlama ilkelerine aykırı bir yatırımdır ki daha tamamlanmadan üzerine yeni bir planlama çalışmasına girişilmiştir.

"Antalya Merkez 5 ilçe kentsel dönüşüm master planı" hazırlayıp Büyükşehir Belediyesi meclisine sunmaya hazırlanan Türel Yönetimi daha şimdiden Şarampol projesini kadük hale getirmiştir.

Caddede bulunan binaları kentsel dönüşüm kapsamında yıkılabilir ve yeniden ada veya parsel bazında inşa edilebilir konuma sokmuştur.

Üstelik kentsel dönüşüm planlaması da hukuka ve planlama ilkelerine aykırı olarak Konyaaltı ilçesi hariç hemen hemen kentin tamamını kapsayacak bir şekilde yürütülmektedir.

Belli ki önümüzdeki günlerin tartışma konusu, bu yağma Hasan’ın böreği nasıl pişirilecek, nasıl yiyecekler üzerine yoğunlaşacaktır…

Olan bitenler tıpkı matruşkalar gibidir... Kuşkusuz plansızlık, ilkesizlik, hukuksuzluk, keyfiyet içinden başka ne çıkabilir ki, yine plansızlık, yine ilkesizlik, yine hukuksuzluk, yine keyfiyet…

Akıl, fikir ve bünye tamamıyla kamusal değerleri ve kamusal kaynakları piyasalaştırmak ve bu yolla zenginleşmek ve nemalanmak üzere kodlanan, varlığını ve geleceğini sermaye dünyasının kendisini yeniden üretmesine konuşlandırılan bu matruşkaların oyunlarını bozmak hepimiz için birer yurttaşlık görevidir.

Bireysel beklentiler, maiyet ve menfaat ilişkileriyle beslenen, dayatma ve yasaklama politikalarıyla toplumu sindirmek isteyen bu anlayış, yalnızca paranın geçer akçe olacağı alanlar yaratmakla meşguller… ve hayata geçirmek istedikleri bütün projeler, yoksulları, dar gelirlileri, emeği ile geçinenleri kent merkezlerinden sürgün etmeye ayarlıdır…

Son darbeyi de kentsel dönüşüm uygulamaları, emlak vergi düzenlemeleri ile gerçekleştirmek, yaşam alanlarımızda tam bir hegomanya kurmak üzere seferber olmuşlardır…

Son olarak, diyelim ki referandumda Giritli Parkı otopark olsun görüşü çoğunluğu kazandı… Bu sonuç Türel yönetiminin haklı, projesinin doğru olduğunu ortaya koymayacaktır. Zira bu alana yüklenen anlamlar hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar derin ve ağırdır.…

1800 lü yılların sonunda Giritli adasından bu bölgeye iskan edilenlerin hatırası, yakın tarihlere kadar süren at yarışları, Arap yemekleri ağırlıklı Antalya mutfağına getirdiği çeşitliliğin adıyla iç içe geçen Giritli Parkı, Giritli Kültür eviyle birlikte korunmalı ve kamusal alanlar planlama ilkelerine aykırı olarak ticaretin, paranın cazibesine kurban edilmemelidir…

31 Mayıs 2016 Salı

Tektipleştirilemeyenlerden Misiniz ?

“Başkanlık sisteminin fiilen başladığı, kısa sürede anayasaya uygulanacağı, darbe
anayasasından kurtulacağımız” Binali hükümeti tarafından ilan edildi.


Toplumun neredeyse yarısıyla ihtilaflı, ya da savaş halinde olan, sindirme operasyonlarına kesintisiz devam eden, yasaklamaları, dayatmaları olağan hale getiren siyasi iktidar, yarattığı bu fiili kaotik ortamın hukukileştirilmesinin zorunlu olduğunu ileri sürüyor. Dahası “…Çok yakın bir gelecekte lider ülke olacağımızı fark edenler bizi birbirimize düşürmek istiyorlar. O nedenle yargıyı, yürütmeyi, yasamayı uyumlu hale getirmemiz yetmiyor. Bize güçlü bir baş gerekli, ya benden yanasın ya da düşmana hizmet ediyorsun, ya milli ve yerlisin ya da dış mihrakların oyuncağısın diyebilen, sırası geldiğinde hakmış hukukmuş bir kenara bırakılmasını, kimseye hesap vermeden herkese haddini bildirmeyi anayasal güvence altına alan yasal düzenlemeye sahip olmalıyız…” demeye getiriyor.  

Diğer bir deyişle siyasi iktidar kadim düşmanlıklarına, sorgulayana, itiraz edene, kendi içinden ürettiği “paralel yapıya” sürdürdüğü saldırılarına, korku, tehdit ve nefret söylemlerine, her alanda ve her konuda nalıncı keseri gibi kendine yontan kararlarına ve uygulamalarına anayasal bir çerçeve oluşturmak istiyor.   

Oysa artık herkesçe görünür hale gelen bu “kutlu yürüyüş”, yoksunlukların, yolsuzlukların, sömürünün, menfaat ve biat yöntemlerinin kutsanan bir yolu oldu. 
 
O nedenle bu “mübarek” yürüyüş, giderek daralan bir yolda “kendi evlatlarını” yok ederek, etkisizleştirerek ve dahası hizaya sokarak yol alabiliyor. Birbirinden vazgeçemeyecek kadar birbirlerine muhtaç sırlara sahip olanlar ve kaybetmeyi göze alamayanlar adeta birbirlerinin esiri haline geldiler…

YERE GÖĞE SIĞAMAMAK …

“Kendileri gibi olmayanların” da hakları ve özgürlükleri olduğunu; herkesin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri gerektiğini; ayrımsız hiç kimsenin “egemenin” tarifine göre yaşamaya zorlanamayacağını; insanlık hallerinin her türlüsünün toplumsal hayatın, farklı kültürlerin ve doğanın bir tezahürü olduğunu; dünyanın merkezi olarak kendilerini görmemeleri gerektiğini çoktan unutmuş görünüyorlar.
İ
İSTİSMARSIZ YOLA DEVAM EDEMEMEK…

Artık gelinen aşamada kendilerini dev aynasında görenler “dava” ve “kutlu yürüyüşü” aynı zamanda “istismarlarının” aracı olarak kullanmaktan başka seçenekleri kalmadığını ortaya koyuyorlar.   

İstismara uğramayayım diye minnet duygularıyla görevini bırakan başbakandan;
İstismar edilmeyelim diye dokunulmazlık operasyonlarına destek veren ana muhalefet başkanına; İstismar cephesinde yer almayı kendi kurtuluşu olarak gören “milliyetçi çevreden”; genç yaşlı kadınlardan başka çoluk çocuğa kadar herkes bu erkek egemen toplumun istismar öznesi haline getirildiler.

KENDİ ÇÖPLÜĞÜNDE HOROZ OLMAK…
Ülkemizde düzenlenen Birleşmiş Milletler 2016 Dünya İnsani Zirvesinde “çatışmalarda uluslararası insan hakları hukukunun uygulanması ve sivillerin güvenliğinin sağlanmasını” konu alan ortak bildiriye imza atamayacak kadar hak, hukuk, adalet duygularından uzaklaşmış durumdayız ama iç politikada istismar bütün hızıyla devam ediyor.

Ayyuka çıkan ama ülkemizde fütursuzca üzeri örtülen, denizaşırı rüşvet, yolsuzluk, çalıp çırpma dava dosyaları siyasi iktidarın yüzünü bile kızartmıyor.
  
Sanıyorlar ki dini referanslar, dinsel merasimler, dindar yöneticiler, dini eğitim, dini kurumlar ve nihayet dindar anayasa ve kindar yurttaşlık söylemleri ve uygulamaları ile topluma karşı üstlendikleri görevlerini ve yetkilerini kötüye kullanmalarını bertaraf edebilecekler. Oysa kutsallık atfedilen bir “dava”, inanç veya köken dünyasının bir parçası olarak toplumla ilişkilenmişse, parti devlet bütünleşmesi yoluyla sağlanan fiili durumlara dayalı hiçbir kanuni düzenleme bu yolla meşruiyet kazanamaz.
 
Böylesi fiili durumların toplumdan yetki alınmasının bir sonucu olarak yansıtılması da kimseye haklılık sağlamaz.

EGEMENİN OYUNUNA GELMEK…

Zira temel problemimiz kimi referansların örtüsü ile gerçekliklerimizle yüzleşmekten alıkonulmak istenmemizdir. Toplumsal hayatta yer alan farklı düşüncelerin ve farklı davranışların bir arada yaşama kültürünü, kendilerini özgürce ifade edebilmesini ve toplumsal “nimetlerden” yararlanmasını, ancak ve ancak egemene biat koşuluna bağlı kılan yönetim anlayışına ve yaşam koşullarına karşı duruşu engellemenin yolu olarak dini inançlarımız, kökenlerimizi kullanıyorlar.  

Bu nedenle ekonomi ve siyaset alanında rollerini icra edenler “elindekini kaybetmemek”, “yerinden olmamak” kaygısı ile hareket ediyorlar. Toplumsal olandan yana değerleri önemsemedikleri gibi “hep bana, hep bana” politikalarının icracısı oldular. O nedenle fatura da, ”haciz işlemleri de” hep dar gelirli emeği ile geçinen insanlara uygulandı.  

DÜNDEN BUGÜNE
Kabul edelim ki, egemen olanın iktidarı kadar, tedavüldeki muhalefeti de bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramadı. Yasama ve yürütme geçmişte de egemenin ihtiyaçlarına ve keyfiyetine göre pozisyon almıştı. Yargı “çay toplamaya” yalnızca bugün çıkmadı. Eşitsizlik, şiddet, yalan, dayatma ve sömürü geçmişte de çok can yaktı.  

BUGÜNÜN YARINI DA VAR…
Ama bugün geçmişte yaşamadığımız kadar toplumun çok geniş bir kesiminin hayatları acımasızca ve kolayca harcanabilir hale getirildi. İşsizlik, güvencesizlik, yoksulluk kurumsallaştırılıyor. Para edebilecek her şey piyasalaştırılırken insanlar tektipleştirilmek isteniyor… Din devletinin taşları hızla döşeniyor. Toplumun farklı  sesleri, renkleri, davranışları adeta hafızalardan silinmek isteniyor. Çaresiz, yalnız ve güçsüz bırakılan çevreler geleceklerini, kurtuluşlarını dini referansların esas alındığı ortamlarda bulmaya zorlanıyor.

Oysa, egemene itaati de öngörse, lidere biat, haksızlığa ve adaletsizliğe rıza dini öğretilerle sağlanmaz. Eşyanın tabiatına aykırı bir çabadır bu. “Kölene iyi davran” “kader” “fıtrat” açıklamaları ile eşitsizlik ve sömürü düzeni son bulmaz. Saraylara sığmayan zenginlikler, sonsuz keyfiyet, insan ve doğa kıyımları hesapsız kalmaz…    
TEKTİPLEŞTİRİLEMEYENLERİN SORUMLULUĞU

Kuşkusuz ki bu gidişin bir sonu olacaktır. Ama bütün bu olan bitene muhalif siyasi oluşumlar ve yurttaşlar, dışlandığını, sömürüldüğünü, düşman ilan edildiğini yaşayan herkes, kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ve dayanışma içinde olabilecekleri demokratik bir platformunun oluşumu iradesini ortaya koyamadıkları ve bu oluşum için çaba sarf etmedikleri sürece ezayı ve cefayı belirsiz bir geleceğe kadar yaşamaya devam edeceğiz.

Ülkemizi geleceğe tektipleştirilemeyenler  taşıyacaktır. Yeter ki dayanışma ve birliktelik içinde despotizme, her türlü dayatmaya, eşitsizliğe, sömürüye karşı mücadele ederek kendimizi ifade edebileceğimizi, özgünlüğümüzü geliştirebileceğimizi ve güvende olabileceğimizi görelim… 31.05.2016
-
Bültenimize Katılın