4 Aralık 2000 Pazartesi

Her Şey Bize Bağlı

Geçici veya kalıcı olarak yerleştiğimiz yaşam alanlarımızın her biri adeta sorun yumakları
halinde. Hemen her türlü ilişkimiz düğümlenmiş durumda ve sorunları çözmek yerine ertelemekten veya yok saymaktan başka çıkış yolu bulunamıyor. İstisnasız herkes mevcut toplumsal yapıdan ve uygulamalardan yakınıyor. Ama yine de herkes çıkış yolunun bulunması için kendi dışındaki çevrelerden çare bekliyor.

 Bir insanın veya kurumun başkalarından çare bekler durumda bırakılmasına neden olmak sanırım onlara yapılabilecek en büyük kötülük. Doğrudan kendimiz ile ilgili konularda bile düşüncemiz sorulmuyor, hemen her konuda başkaları bizim adımıza karar alıyor. Üstelik, hem bütün olup biten her şeyin bizlerin yararı için olduğu söyleniyor, hem de sırası gelince kısılmak istenen hatta yok edilmek istenen bir hedef haline getiriliyoruz. Bir yönetim ve paylaşım sorunu yaşadığımızı görmemek mümkün değil.

 Bu durumu yalnızca temsiliyete dayalı bir yönetim şeklinin sonucu olarak göstermek de düşünülemez,  her konuda aynı ada milyonlarca insanın görüşüne başvurmak ve böylece bir tavır geliştirmek imkansız. Ama, tek tek bütün insanların kendilerine değer verildiğini hissettiği, kendi düşüncelerinin de önemsendiği, kendisi ile ilgili konularda karar süreçlerine katıldığı bir toplumsal yapı, diğer deyişle demokratik ilişkiler de imkansız değil.

 Ancak bu özleme engel olan hem merkezi hem yerel yönetimler düzeyinde gözle görülür birkaç neden var. Toplum genel olarak örgütsüz. Özellikle mevcut sorunların mağdurları kurtarıcı bekliyor. Örgütlü olanlar ise ya güçsüz ya da teslimiyet sınırında yürüyorlar. Kararlar ‘’tepede’’ alınıyor ve ‘’hiyerarşik’’ bir yöntemle uygulanıyor ve bu uygulamanın sürdürülmesinden çıkarı olanlar gerekirse zor dahil her yola başvuruyorlar. Yasalarımız, yasaklar manzumesinden ibaret. Kamusal alanlarımız giderek daralıyor ve özelleştiriliyor. Bireysel yarar toplumsal yararın üstünde tutuluyor. Birey olarak (bu arada ülke olarak da) ‘’yardımsız’’ ayakta duramayacağımızı düşünüyoruz. ‘’Ayrıcalıklara’’ , yönetenlere yakın olmak, hiç olmazsa onlara aykırı düşmemek önemli bir meziyet sayılıyor.

Kendine bu oyun içinde bir rol edinmek isteyenlerimiz kadar, bu yaşam biçiminden rahatsız olanlarımız da var.

Biliyoruz ki, hepimiz için yaşam, ‘’yerel olandan’’ başlıyor. Konutumuz, mahallemiz, bölgemiz, belediyemiz ve kentimiz… Yerel olan ile ne kadar ilgiliysek, merkezi yönetimlerle de o kadar ilgiliyiz demektir. Yaşamımıza ne kadar sahip çıkarsak  o kadar yöneticileri boş bırakmamış olacağız. Her bir kişinin yaşantısı, hiçbir yöneticinin yeteneğine, performansına bağlı kalmayacak kadar değerli. Her birimiz birer dünyayız. Hiçbir yöneticiye kendi dünyamızı bize dar etmesi, kendi bildiğini okuması için yetki vermiyoruz.

Ama böyle devam ederse; yaşadığımız alanların ‘’getirisi’’ oranında her birimizden hava parası da istemeye başlayacaklar.

En temel ihtiyaç maddemiz “su”yun nasıl ticarileştirildiğini hep birlikte yaşadık…
 
Diğer taraftan oksijen depolarımız, yeşil alanlarımız, yüzlerce canlının yaşadığı kolaylıkla yapılaşmaya açılabildiği gibi taş ocakları, mermer ocaklarıyla gözden çıkarılabiliyor…
 
‘’Hava ve Su’’, olmazsa olmaz. Yaşayamazlar diye düşünmüyorlar. Düşünmedikleri gibi yetinmiyorlar da.
 
 İşte size yerelden merkeze birkaç örnek. Sorun yerelden başlıyor. Yerel ne kadar boş bırakılırsa, merkez daha da fütursuz oluyor. Ülkesini ‘’muhtaç’’ haline getirmiş yöneticilere muhtaç olmadığımızı göstermek için ‘’ Yereli’’ boş bırakmayalım. Yaşam alanlarımıza, ormanlarımıza ve suyumuza sahip çıkalım. Sahip çıkalım ki kimse bu kenti de, bu ülkeyi de kendi mülkü gibi görmesin.

Ortak Alanlarımız

Kent sözcüğünün latince kökeni olarak belirtilen ‘’civitas’’ insan topluluklarının
buluştuğu bir mekanı tanımlıyor. Günümüzde ise ‘’belediye’’ olarak ortak (veya birbirlerine bağlı) çıkarları bulunan insan topluluklarının bir araya geldiği, kısmen özerk idari birimler olarak yapılaşmış, kamu hizmetleri sunan, kendi kendini yöneten yaşam merkezleri anlamını içeriyor.

Bu tanımın ne kadar sahici olduğu, hayatta ifadesini bulup bulamadığı ayrı bir tartışma konusudur. Sosyal, ekonomik ve toplumsal hayatımızı sürdürdüğümüz yerleşimlerin tarih boyunca değişerek ve gelişerek bugünlere ulaştığını da göz önüne alınarak, hemen bütün kentlerin benzer özelliklerinin, ortak çıkarları olan insanları bir araya getirdiğini, ticaret, kültür ve teknoloji alış verişlerine sahne olduğunu söylemek mümkündür.
 
O nedenle, yaşantımıza anlam veren bir ortamda, birlikte kullanılan, hepimize ait ortak alanlarımız var. Paylaşmayı sağlayan ve birlikteliği çoğaltan bu mekanların varlığı sayesinde kendimizi geliştirir, birikim ve deneyimlerimizden karşılıklı yararlanır, dinlenir, eğlenir, yüz yüze gelip, temas halinde bulunuruz. Kendimizi yeniden üretmemiz, bilgi ve deneyimlerimizi nesilden nesile aktarmamız da bu sayede gerçekleşir. Bu amaçla kentlerin ortak alanlarına kamusal alanlar denilmiş özel ve kişisel beklentilere kapalı tutulmak istenmiştir.
 
Çünkü ait olma duygusu vermeyen mekanlar ancak sahipleri için anlamlıdır.
 
Ne var ki bugün, hemen bütün yerleşimler eşitsiz gelişmenin acı reçetelerini fazlasıyla yaşıyorlar. Gelir adaletsizliği sonucunu doğuran acımasız, vahşi bir dünya düzeni bütün yerleşimleri etkisi altına almış durumda. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler her alanda belirleyici, bu nedenle doğal ve insani değerle kolaylıkla gözden çıkarılabiliyor. Yaşam standardı bakımından insanlar ve ülkeler arasındaki mesafe giderek büyüyor. Bir tarafta artan oranlarda yoksulluk ve yoksunluk çeken nüfus, diğer tarafta sınırsız bir tüketim ortamı; bir tarafta gelecek güvencesi olmayan işsiz veya her an işinden olabilecek çok geniş bir kesim, diğer tarafta sermaye sahiplerinin kar beklentisine güdümlü yatırımlar ve işletmecilik anlayışı. Ve kentsel hayata anlamını veren kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin işlevlerinden hızlı bir uzaklaşma, mümkün olan her alanda liberalleşme politikaları egemen hale geliyor.
 
Toplumlar ve ülkeler arasında yaşanan bu haksız ve insafsız rekabet ilişkilerinin kentsel yaşamımızı çekilmez hale getirdiğine kuşku yok. Doğal olarak liberalleşmenin nimetlerinden yararlananlar için sorun görünmüyor. Ama ya o önemsenmeyen, dışlanan ve sürekli kentlerin dışına itilen dar ve sabit gelirliler, emeği ile geçinenler, işsizler, yoksullar için ne düşünülüyor?
 
İstisnasız bütün yöneticiler mevcut kötü koşulları ortadan kaldırma vaadi ile iş başına geliyorlar. Ama var olanı korumaya yönelik inşa edilmiş hiyerarşik bir yapılanma, verilen bütün sözleri eritip, yok etmeye ayarlı. Ayrıca iktidarda olmanın avantajları ve olanaklarıyla oluşturulan tahkimat ve cezbedici kanallar yukarıdan aşağıya toplum içinde parçalanmalara ve kamplaşmalara neden olduğu kadar, güçten düşürülen, örgütlenmesi engellenen karşı duruşlar her türlü yolla toplumdan dışlanmak isteniyor.
 
Mevcut statükodan yararlananlar, ondan kendi lehlerine durum yaratmak isteyenler arasında sürüp giden bu amansız mücadele, beraberinde gizliliği, kayırmayı, rüşveti, yolsuzluğu, suç ve şiddeti kent yaşamlarının olağan görüntüleri haline getirmiştir. Hemen her gün kendini tekrarlayan bu ilişkiler, cansız, beton, cam ve çelik yığınları içindeki o sevgisiz, güvensiz, sahte ilişkiler kendimizi daha çok çaresiz, yalnız ve yetersiz hissetmemize neden olmaktadır. İşsizlik, gelecek güvencesinden yoksunluk ise karamsarlığı, umutsuzluğu ve mutsuzluğu büyütmekle kalmamakta, yaşadığımız kente yabancılaştıran iktidara ve güce tapınmanın, giderek kendisi dışındaki her şeye boş vermişliğin çare olabileceği duygusunu geliştirmektedir.
 
Bunun için yerellerden başlayarak bir yönetim anlayışı ve yaşam biçimi olarak ortak alanlarımızı korumak, geliştirmek ve çoğaltmak, doğrudan bugünümüz ve kendi geleceğimiz üzerine tutum almakla eş anlamlıdır.
 
Kamusal alanların kamunun yararına kullanılması ve fırsat eşitliğinin sağlanması, bireylerin ayrıcalıksız gelişmelerinin de yolunu açacaktır. O nedenle, herkesin ortak kullanımına tahsis edilen, hepimizin yararlanmasına açık, en temel, en asgari ihtiyaçlarımız olan okul, hastane, park, bahçe, spor, kültür gibi sosyal donatı alanlarının, orman, sahil gibi kamu arazilerinin ve kamusal hizmetlerin kamusal menfaatlere aykırı olarak birer zenginleşme aracı olarak kullanılmak istenmesi ve bu hizmetlerden yalnızca parası olanların yararlanabileceği koşulların dayatılması karşısında, olup biteni kabullenmek yerine, bu aşamada meşru savunma hattı oluşturmak ve kendi mekanlarımızı kendimizin yöneteceği, denetleyeceği yeni bir yönetim anlayışı geliştirmekten başka seçenek görülmemektedir.
 
Yaşamlarımızı anlamlı kılmanın yolu, kendi dışımızdakilerle ortak paydalarımızı genişletmek ve hepimize ait olan ortak alanlarımızı sahiplenebilmekten geçiyor… 
-
Bültenimize Katılın