1 Kasım 2021 Pazartesi

TOPLUM GİRİŞİMLERİ SİVİL Mİ ? RESMİ Mİ ?

Sivil toplum girişimleri uzun yıllardır tartışılıyor.
Bu tartışma, “toplumsal sorunlar” nasıl ele alınmalı,  sorusuna cevap aranılmaya başlandığı tarihlere kadar geriye götürülebilir. Zira konu sınıflı ortaya çıkışı ile birlikte, eşitsiz yaşam koşullarının bir sonucu olarak, soruna nereden bakıldığı, kimin adına bakıldığı, nasıl bakıldığı ile yakından ilgilidir.

Sözcük olarak “sivil”, asker/resmi olmayan, askeri/resmi formasyon dışındaki birey anlamına geliyor. Uluslararası hukuk açısından silahlı güçlere mensup olmayan, güvenlikleri sağlanması, hakları güvence altına alınması gereken kişi olarak ele alınıyor.

Bu durumda en kısa haliyle ifade etmek gerekirse “Sivil Toplum” deyince askeri/resmi bir disiplin altında yaşamaya zorlanmayan bir toplumsal yapı olarak düşünebiliriz.
Sivil Toplum Girişimlerini ise toplumsal dinamiklerin kendi özgünlüğü ve yaratıcılığına yönelik herhangi bir baskı ve sınırlama olmaksızın kendilerini serbestçe ifade edebildikleri, örgütlenebildikleri gönüllülüğü esas alan, eşitlikçi, demokratik, çoğulcu, hiyerarşik olmayan oluşumların etkinlikleri olarak değerlendirebiliriz.  
 
Ancak iktidar ve güç ilişkileri ile menfaat çatışmaları toplumsal olandan yana/toplumcu tutum geliştirme alanlarını daraltıcı/ sınırlandırıcı bir karaktere sahiptir.  
 
Toplumsal yarar/Kamusal fayda kriterini ayak bağı olarak gören, özel beklentilere  dayalı politikaların savunucularının toplumcu/ kamucu düşünce, öneri, eleştiri sahiplerine yönelik dışlayıcı, yasaklayıcı ve sınırlandırıcı yaptırımları olağanlaştırmak istedikleri bir sır değil.
 
Kuşkusuz toplumun bu durumu kolay kolay kabullenmesi mümkün değildir. Eşitsizlikleri sürdürmek üzere geliştirilen politikaların sonuçlarından olumsuz etkilenenler, haksızlığa uğradığını düşünenler olacaktır.

Toplumsal ihtiyaçları esas alan, hakkaniyet ölçüleri içinde davranmayı ilke edinen çevreler hep var olmuştur. O nedenle çeşitli yol ve yöntemlerle iktidarın eleştirilmesi, etkilemeye çalışılması ve değiştirmek için mücadele edilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.

İktidar çevresi kendi tahkimatını sağlama almak, kamuoyu oluşturmak,  kendisi için toplumun rızasını sürdürmek, taraftar kazanmak üzere boş durmamaktadır.
Müfredatını kendi oluşturduğu resmi kurumlardan başka, hükümet dışı, gayri resmi oluşumları da dolaylı veya dolaysız yollarla desteklediği, kontrolü altında tutmak istediği hepimizin malumudur.
 
İnsanlık tarihi toplumsal girişimlerin/mücadelelerin tarihidir. Sınıflı toplumlar ise yöneten yönetilen ikilemi içinde, üretim, tüketim, yaşam alanlarının düzenlenmesinde, tercihler ve öncelikler bakımından hangi sınıfların ihtiyaçlarına ve beklentilerine  göre hareket edileceğinin mücadelesini vermektedir.
Toplumun zenginlik kaynakları nasıl değerlendirilmektedir ? Ekosistemin korunması için neler yapılmaktadır ? Açıklık, katılım, denetim kanalları ne kadar işletilebilmektedir ?

Toplum ne kadar örgütlüdür ? Siyasi iradeden bağımsız ve bağlantısız düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün yaygınlığı ne durumdadır ?

DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

Küreselleşme ile birlikte gündeme gelen “devletin yeniden yapılandırılması” politikaları bunun en yaygın ve belirgin örnekleridir. O günlerden kalan kavramlar halen kullanılmaya devam edilmektedir.             

Hatırlanacaktır, 80 li yıllarda “yerelleşme” “demokratikleşme” “sivilleşme” “sürdürülebilirlik” gibi kavramlarla tanıştık. “Kalkınma, büyüme adı altında gerçekleştirilen yatırımların neden olduğu zararların yaşamı tehdit eder hale geldiği, o nedenle sorunların çözümünde resmi, yarı resmi, özel, sivil, tüm kesimlerin rol almaları gerektiği” öneriliyordu.
Gündem 21, Rio deklarasyonu, Avrupa Kentli Hakları Deklarasyonu, Avrupa Kentsel Şartı, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi uluslararası kayıtlar bu sürecin ürünleri olmuştu.

Bu demokratikleşme söylemleri devam ederken aynı zamanda Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, İMF  gibi finans kuruluşları, özellikle kredi tahsislerinde ve içine düşülen krizleri aşma modeli olarak kamusal hizmetlerinin ticarileştirilmesi, özelleştirmesi ve piyasalaştırması şartlarını öne sürmekteydi.

Emperyalist oluşumların ortak politikaları, devletlere, merkezi veya yerel siyasi, sosyal, kültürel organizasyonlara bu amaca hizmet ettiği ölçüde destek vermekti.

Diyebiliriz ki geldiğimiz noktada küresel sermaye ve finans kuruluşları  amaçlarına ulaştılar. Devlet yapılanmaları liberalize edildi. Hemen tüm kamusal kurumlar, kamusal alanlar ve kamusal hizmetler büyük ölçüde sermaye sahiplerinin beklentilerine uygun hareket eder hale getirildi. Giderek büyüyen, birleşerek rakipsizleşmek isteyen ulus üstü, devlet üstü şirketler hegomanyası da, devletlerin, yerel yönetimlerin şirketler gibi yönetilmesinin yolunu açtı.
Bu arada uluslararası kuruluşlar yanında şirketlere de sağlanan teşviklerle kimi sosyal yardım politikalarını üstlenilmesi süreci başlatılarak dezavantajlı çevrelerin de sahiplenildiği mesajları verilmek istendi.

Böylece, sermaye hareketinin kendini yeniden üretmesinde, pazar arayışında, ekonomik siyasi hayata doğrudan müdahalede sosyal devlet politikaları ile gündeme gelen engellemeler ortadan kaldırılmış oldu.

Ülkemizde “Globalleşme”ye dönük en kapsayıcı adımlar 24 Ocak kararları ve sonrasında da 12 Eylül darbesi ile atıldı. 


Devletin yeniden yapılanması, sermaye çevreleri için bulunmaz imkanlar sunuyordu.
Ne var ki içinde yer alınan bağımlı değişkenler, istikrarı yakalamak şöyle dursun, hem ülke kaynaklarının hem de toplum için iyi, güzel ve gerekli olan hemen bütün değerlerinin, “üç beş dolar uğruna” daha da hızlı yok edilmesinin ve çıkarcı/kirli ilişkilere kurban edilmesinin önünü açtı. 

Hemen bütün devlet kurumlarının resmi politika haline getirdiği, teşvik ettiği, uluslararası fonlardan yararlanma girişimleri bile, toplumsal yarardan daha çok özel beklentilere göre hareket edilmesine ve daha çok da “fırsatçılık kültürünün” gelişmesine katkıda bulundu. Zira söz konusu girişimlerin toplum yararına kalıcılığını, sürekliliğini ve bir sonraki atılacak adımı düşenen ne bir yönetim anlayışı, ne de buna hizmet edecek bir organizasyon vardı.

“TÜL” KALKINCA  

Devlet organizasyonu toplumumuzun büyük bir çoğunluğu için, üzerinde tartışılacak bir konu değildir. “Devlettir ne yapsa yeridir” aşağıdakilerin, “ben devletim istediğimi yaparım” ise “yukarıya” rücu edenlerin argümanı olmaya devam ediyor yaygın bir şekilde.  


Ama seçimle iş başına gelen AKP dönemi ile birlikte iyice görüldü ki, iktidar keyfiyeti, hukuk dışı yollara başvurmakta sınır tanımayabilir. Halkı bir birine düşürecek dil kullanabileceği gibi kendisini yargısız infaz kurumu olarak görebilir. Yargısal karar olmaksızın mülkiyet hakkı, seyahat hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı dahil, bireysel toplumsal bütün yurttaşlık hakları kullanılamaz hale getirilebilir. 


Düzmece davalar, OHAL uygulamaları, KHK düzeni ve nihayet tek adam yönetimi ile ortadan kaldırılan “tül”, devlet organizasyonunu kötüye kullanan iktidar uygulamaları ile yurttaş arasında kalan her alanı daha net görünür kıldı. Sessiz kalmayı tercih eden hemen bütün çevreler “bu kadar da olmaz ki” diyorlar.  
Hukuk güvencesi sıfırlanmış, yurttaşlar “sivil ölümlere” terk edilmişken, İktidar”, “sivil toplumu” teslim almadan bek’asını/statükoyu sürdüremeyeceğini ortaya koyan pratiklerini hayata geçirmeye devam ediyor.  


Bugünlerde ayrıştırma ve kutuplaştırma politikalarından sonra iktidarın toplumu birbirine kapıştırma çabalarını görmemek mümkün değil. Mafya dili ve aktörleriyle, TÜRGEV, SADAT gibi gayri resmi ama iktidara bağlı, hiyerarşik ve militarist amaçlı örgütlenmelerinin sahne alması da boşuna değil.  

Hiç kuşku yok ki Cumhur ittifakı ülkeyi çıkmaz bir sokakta tutuyor. Hukuk düzeni ve devlet yapılanması “şahsım” buyurganlığı ile özdeşleştirilmiş hale getirildi. Emperyalist ülkelerle ilişkiler, ülkeyi pazarlama ve ipotek altına sokmaktan farksız bir hal aldı. Lider ülke olacağım derken, kullanılmaya elverişli bir ülke olduk. Ülke dışında itibarsızlaşmaya neden olan politikalar yetmiyormuş gibi, taahhüt altına girilen uluslararası sözleşmeler ile mahkum olunan uluslararası mahkeme kararlarını uygulamama ısrarı, haklarımıza ve yargılama sürecine müdahale edildiğini tescil etti. 


İç işlerime karıştırmam denilen konular, yurttaşların hukuki güvencelerinin hükümet eliyle  ihlal edildiğinin itirafı niteliğinde. Güvenilirliği kalmayan, sözünden dönerek işine geldiği gibi davranabilen, kurnazlık yaparak, al gülüm ver gülüm ile ülkeler arası ilişkileri yürütebileceğini, her istediğini yaptırabileceğini zanneden bu yönetim anlayışı ile varılacak bir yer olmadığı son derece  açık.  

Toplum tek adam yönetime taraftar olanlar ve ona karşı olanlar üzerinden iki kutuplu anlayışın çatışma alanı haldi. Ancak bu durum devlet katında söz sahibi olan iktidar anlayışının dayandığı eşitsiz yaşam koşulları ve bu koşullardan beslenen çıkar çevreleri ile bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu.

İktidar ittifakı yurttaşlık tanımı olarak kendi dünya görüşünü, kendi bek’asını ve kendi beklentilerini devlet katında resmileştirdi. Bunu yaparken toplumun kutsal saydığı ne kadar değer varsa devletin sınıfsal karakteri ile özdeşleştirmeyi görev edindi. Toplumsal yaşamın doğasına aykırı olarak milli ve yerli olanın kendi tekeline alabileceğini hayal etti. Ama sonuçta ırk ve din bezirganları ile çıkar çevreleri dışında toplum nezdinde hiçbir itibarları ve güvenilirlikleri kalmadı.    
Ortadan kalkan “tül”, ortaya dökülen kirli ilişkilerinin, suçluluk telaşlarının, yoksullaşma artarken küçük bir azınlığın nasıl zenginleştiklerinin öykülerini kare kare izlenmesini sağladı.

RESMİ TOPLUM GİRİŞİMLERİ

1980 li yıllardan sonraki gelişmeler ve bugün içinde bulunduğumuz koşullar, bütün sivil dinamikleri yeniden düşünmeye ve çare üretmek üzere tutum almaya zorluyor.
Çünkü herkes farkında ki yalnızca kendi varlığını düşünen bu oligarşik egemen anlayış, artık yalnızca toplumu değil, bütün bir dünyayı yok oluşa doğru sürükleyen akımın bir bileşenidir. Ele geçirdiği devlet organizasyonu ise, bu akımın koruyuculuğunu üstelenmiş işbirlikçilerce kalkan olarak kullanılmak istenmektedir. 

 

 

Yakın bir geçmişe kadar, yurttaşların kendilerini ifade etme, hak arama ve yönetime katılım kanallarının inşası için Meslek Odaları, Uzmanlık Kuruluşları, İşveren Örgütleri, İşçi, Memur Sendikaları, Üniversiteler, Kooperatifler, Vakıf, Dernek ve Kent Konseyi gibi hemen her oluşum; devlet dairesi olarak görülmeyen ama doğrudan idarenin denetimi altında olan pek çok kuruluş sivil toplum kuruluşu tanımlamaları ve alanları içinde değerlendirilmesinde sakınca görülmüyordu

Kuşkusuz bu duruma neden olan etken, mevcut şartlara göre siyasi iktidarla ters düşmenin, faklı bakış açılarını savunmanın ve kamuoyu oluşturmak üzere iletişim kanallarından yararlanmanın daha mümkün olabilmesiydi. Devletin yeniden yapılanmasına duyulan ihtiyaç yanında, toplumsal güçler arasındaki dengelerin bugün olduğu gibi despotik eğilimlerle baskı altında tutulmamasının da etkisi vardı.
Ancak unutulmamalıdır ki bu durum aynı zamanda muhalif örgütlenmelerin daha etkin ve daha dayanışmacı olmalarından, toplumsal yaşam içinde daha geniş bir alanda yer kaplıyor olmalarından da kaynaklanmaktaydı.
O nedenle üniversiteler, meslek odaları, uzmanlık kuruluşları da siyasi organizasyonlar kadar kendi alanlarına yönelik gerçeklikleri, eleştirileri ve önerilerini ortaya koyabiliyordu. Toplumun ortak çıkarları için farklı eğilimlerin kendilerini ifade etmeleri, kamuoyu oluşturmak üzere etkinlikler yapmaları ve iletişim kanallarından yararlanabilmeleri bugünlere göre çok daha imkan dahilindeydi.

Söz konusu imkanlara sahip olmaları nedeniyle mevzuat kapsamında kurulan hükümet dışı oluşumları sivil toplum kuruluşu olarak değerlendirmek gerçekçi olmayacaktır.   
Zira konjoktürel olarak, aykırı görüşlere yönelik farklı yaklaşımlar bu tür oluşumların niteliklerini değiştirmemektedir.

O nedenle resmi ve sivil oluşumlar arasındaki belli başlı ayırt edici farklılık, hayata geçirilmek istenen faaliyetin mevzuata göre kurulmuş bir oluşumda gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğidir. Bu amaçla zorunlu üyelik ve yükümlülükler olup olmadığı da ayırt edici özellikler arasında değerlendirmelidir.

Mevzuat kapsamında kurulan oluşumların genel ortak özellikleri olarak şunları söyleyebiliriz.
** Amacı önceden tanımlanmış olmalıdır.
** Bürokratik, hiyerarşik, şematik bir örgütlenme modelleri vardır.        
** Kurumsal bir vesayet rejimine tabi, faaliyetleri, üyeleri, mali işleri kayıt altında, dönemsel denetimlerden geçmektedirler.                          
** Kamuoyuna yönelik hemen her türlü etkinlikleri bildirime ve duruma göre izne tabi kılınmıştır.                                   
** Kamu otoritesi ile ters düşmeksizin, olabildiğince dar yorumlanan faaliyet alanlarında  hareket etmeleri beklenmektedir.  

Söz konusu sınırlandırıcı düzenlemeler sonucu bugün artık zorunlu veya ihtiyari olarak kurulmuş ve zorunlu üye olunmuş örgütlenmeler, aralarında bir ayırıma gidilmeksizin genel olarak, “iktidar odaklarının hışmını üzerlerine çekmeden” “hukuki ve cezai soruşturmaların yoğun tehdidi altında”  faaliyet gösterir hale getirilmişlerdir.   

O nedenle söz konusu oluşumlarda veya kurumlarda yer alan bireyler için “iktidar anlayışı ve yaklaşımı dışında”, özgür, eşit ve demokratik bir ortamda faaliyet yürütebildiklerinden ve bağımsız, bağlantısız söz hakkına sahip olduklarından bahsetmek mümkün değildir.

TOPLUM GİRİŞİMLERİ SİVİL OLAMAZ MI  ?


Sivil toplum,merkezi otoritenin, devlet yönetimi şemasının dışında kalan toplumdur. Modern çağa geçiş ile birlikte, üretimin merkezi otoritenin dışında gerçekleştiği ekonomik yapıda gelişmiştir. Pazar ekonomisi, bireyleşme, kentleşme ile yakından ilgilidir. Sivil toplumun ilk ortaya çıkışı burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği ekonomik hak mücadelesi ile mümkün olmuştur. Sosyal, kültürel ve siyasal hakların da elde edilmesiyle, merkezi otoritenin bunlara müdahale sınırlarının belirlendiği toplumsal bir düzenleme olarak görülebilir.

Gelin görün ki küreselleşme/yeniden yapılanma sürecinde demokratikleşme adı altında küçültülmek istenen devlet, daha merkeziyetçi hale getirilmekle kalmadı, sermaye dünyasının garantörü, jandarması ve piyasa düzenleyicisi olarak sahne aldı. Bu tek taraflı işleyiş, bugünün koşullarında iktidar angajmanı olmayan bütün çevreleri, ama daha çok emeği ile geçinenleri, bilimselliği ve ekosistemin sürdürülebilirliğini savunanları öncelikli görmediği gibi bütün bu çevreleri etkisiz bırakmayı da görev edindiğini ortaya koydu.

Bu tespitin haklılığının kabulü bile tek başına  siyasi iradenin şemsiyesi altında, onun kontrol ve denetimi altında olan resmi veya gayri resmi oluşumlarda yürütülecek faaliyetlerin farklı bakış açılarını yansıtamayacağını, hakkıyla yerine getirilmesinin mümkün olamayacağını, eksik ve yetersiz kalacağını ve yerini bulmayacağını ifade etmek abartılı olmayacaktır.

Bu durum pandemi ile iyice açığa çıktı. Emeği ile geçinenler, küçük esnaflar gibi geniş halk kesimi, korunma tedbirlerinde ve onların desteklenmesi düzenlemelerinde yeterli ve öncelikli uygulamaların muhatabı görülmediler.

İklim krizleriyle kendini gösteren felaketler dahi birer nemalanma aracı olarak kullanılırken, mağduriyetleri yaşayanlar birer yurttaş olarak değil de müşteri olarak ele alındılar ve TOKİ gibi devlet kuruluşları bu çevreleri borçlandırarak resmi politikaların ayıplarının üzerini  örtmeyi tercih ettiler.

Yaşanan hemen bütün doğal felaketlerin neden olduğu sonuçların aslında resmi kuruluşların, plansız, hesapsız, öngörüsüz düzenlemeleri, yatırımları ve yapılaşmalarla bağlantısı olduğu çok açık. Buna ek olarak yurttaşları rant düşkünü haline getiren “imar barışı” gibi teşvikler ve kollamaların varlığı da geleceğimizi tehdit etmeye devam ediyor.
Ama buna karşın siyasi irade, deprem, orman yangınları, sel, taşkın, heyelan gibi meteorolojik veya jeolojik nedenlerle yaşanan doğal gelişmelere karşı yer seçimi, önleyici düzenlemeler ve suistimallere karşı gereğini yerine getirmemekte ısrar ediyor. Sorumluluklarından ve yükümlülüğünden kaçınması haksız bir şekilde “afet” sözcünün arkasına sığınması kabul edilebilir bir politika olamaz.  

Toplumun ve yaşam alanlarımızın hali pür meali, resmi olanın ne ifade ettiğini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. O nedenle toplum girişimlerinin “sivil” bir niteliğe kavuşması kaçınılmaz görünüyor. 



Hukuk normları ve evrensel değerler bu tür girişimler önünde engel teşkil etmiyor. Yalnızca anayasal haklarımızın esas alınması bile toplum girişimlerinin tamamen sivilleştirilmesinin, bağımsız, bağlantısız hak mücadelesi yürütülmesinin mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır.

Mevzuata bağlı kalmaksızın belirli konularda spontane veya bilinçli olarak bir araya gelen faaliyet gösteren oluşumlar olduğu bilinmektedir.  “Platform, yurttaş girişimi, sivil inisiyatif “ gibi adlandırmalarla, devletten bağımsız kendi kendisinin sesi olabilen, kendilerinin belirlediği konularda  tarafsız ve objektif yaklaşımlarla sorunları ortaya koyabilen, hakkına hukukuna sahip çıkan oluşumlardır bunlar.

Bu anlamda toplum girişimlerinin sivil nitelikte olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, bilgi edinme hakkı, toplantı ve demokratik yollarla kamuoyunu bilgilendirme hakkı, idarenin tüm işlem ve kararlarını takip etme, itiraz etme, yasal yollara başvuru hakkı gibi sahip olunan haklarımızı, başkalarının haklarına özgürlüklerini ihlal etmeksizin bir araya gelerek, tüzel kişiliğe sahip olmaksızın kullanma haklarımız olduğu tartışmadan uzak bir konudur.

SİVİL TOPLUM GİRİŞİMLERİ

Yaşam alanlarımızdan ihtiyaçlarımızın üretimine, tedarikine ve tüketimine kadar her nesnenin para kazanma aracı haline getirildiği günümüz koşullarında  hiç kuşku yok ki sivil toplum girişimlerinin öne çıkarılması ve sahiplenilmesi gereken önemli özellikleri içinde barındırmaktadır.  

**Sivil toplum girişimlerinden beklenen, devletten bağımsız ve bağlantısız bir duruş sergilemeleridir. Çünkü “resmi olan” taraflı, bağımlı ve sıklıkla da güdümlüdür.  
**Sivil toplum girişimleri çoğulculuğu savunmalıdır. Çünkü “resmi olan” yaslandığı egemenlik ilişkilerinin temsilciliğini yapmakta veya o sınırları aşmasına izin verilmemektedir.   
**Sivil toplum girişimleri kamusal yararı hedeflemelidir, ticari bir beklentisi, piyasa ilişkileri olmamalıdır. Çünkü “resmi olan” devleti  “şirket gibi” yönetmekle övünen bir siyasi iradenin eline geçtiğinde ülke ticarethane, yurttaş müşteri, iktidar çevresi de tüccardan farksız olmamaktadır.   
**Sivil toplum girişimlerinde katılım gönüllülük esasına dayanır. Zorlama, zorunluluk ve yönlendirme söz konusu edilemez. Birey kendi isteği ile oradadır. Çoğulculuk söz konusu olduğu için farklılıkların uyumunu ve birlikteliğini sürdürme çabası vardır. Farklı bakış açıları, kalıplaşmaya, tek düzeliğe izin vermez, yaratıcılığı, kendini aşmaya, çok yönlülüğe imkan tanır. Her seferinde aynı yönde karar almak zor olabilir ama alınacak kararların kapsayıcılığı ve herkesin kendinden bir şeyler bulmasının yol ve yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunur.  
“Resmi olan” emir demiri keser yaklaşımını uygular, seçicidir, hatta dışlayıcı ve cezalandırıcıdır. Toplumun farklılıklarını, çok sesliliğini, çok renkliliğini sınırlandırır. Tek tipleştirmenin politikaları giderek, iktidara biat kültürünü, itaat zorlamalarını beraberinde getirir.
**Sivil toplum girişimi kamusal haklar, kamusal alan, kamusal hizmet kavramlarından yola çıkarak, toplumsal olandan yana herkese açık olmalıdır. Bir araya gelme nedenini, bir aradalığı sürdürme kurallarını birlikte oluştururlar ve hiyerarşi olmaksızın belirlenen işbölümü ve paylaşımın şeffaf ve demokratik koşullarda sürdürülmesi katılımcıların katkılarını ve birbirlerine olan güveni pekiştirir.
**Sivil toplum girişimi öncelikle sorun temelli ve geçici bir araya gelişleri ifade eder. Bir araya gelişin gerekliliğini düşünenlerin tespitleri, önerileri ve birlikte neler yapılabileceğinin ortaya konulması ile ilk adım atılır. Bilgilenme, bilgilendirme, araştırma, farklı bakış açıları ile birlikte tartışma, girişimin yaklaşımını olgunlaştırır. 


Bir araya gelme, yan yana durabilme, köken, inanç, cinsiyet, kimlik, siyasi görüş ayrımı yapmadan ortak sorunun ele alınması önemlidir; sorunun sorgulanması ve çözümü konusunda öneri geliştirmesi daha önemlidir. Geliştirilen çözüm önerisinin hayata geçirilmesi, takip edilmesi, denetlenmesi, bütün bunları yürütebilecek çevrelerle dayanışma içinde olunması çok daha önemlidir. 

 


Ülkemizde, Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemleri, Gezi Eylemleri, Cumhuriyet tarihinin en yaygın ve en etkili sivil girişimlerine örnek olarak göstermek mümkündür. Siyasi bir organizasyon tarafından başlatılıp sürdürülmeyen, ancak günün gelişmelerinden rahatsızlık duyan, hoşnut olmayan bütün çevrelerin tepkilerini ifade ettikleri kendiliğinden gelişen  girişimler olarak toplumun çok geniş bir kesimince benimsenmiştir.

Beklendiği gibi siyaseten dönüştürücü olmamıştır. Ancak toplumun potansiyelini, birikimini ve taleplerini ortaya koyan bir deneyim olarak kayda geçmiştir. 

ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK İÇİN SİVİLLEŞME

Özellikle büyük kentlerimizde yer alan irili ufaklı çok sayıda sivil toplum girişimi bulunuyor.  Kendi işleyişlerini ve yöntemlerini kendileri belirliyor, özgünlüklerini koruyarak, ihtiyaç duydukları konularda ve çeşitli adlarla çalışmalar yürütüyorlar. İnsan hakları, barış, sosyal adalet, tüketici hakları, kadın, gençlik, çocuk, öğrenci hareketleri, evsizler, göçmenler, mülteciler, her alana uzanan yardım/dayanışma girişimleri, çevresel/kültürel değerler, yerel yönetimler, mahalle sorunları, mesleki gelişim, sınıfsal dayanışma gibi çok çeşitli konu ve alan üzerinden, izleme, tespit, bilgilendirme, hak arama, kamuoyu oluşturma, koruma, direnme, yönlendirme, düşünce üretme gibi amaçlarla hareket eden sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri kamuoyuna yansımaktadır.
Gelişen teknoloji ve iletişim ağlarının katkısı ile de pek çok sivil girişim, etkinlikleri yanında yaptıkları çalışmalarını, raporlarını paylaşarak kamuoyunun dikkatini çekmeyi ve bilgilenmesini sağlamaktadır.

Sivil toplum girişimlerinin en kalıcı, en çok takip edilen, etkin ve güvenilir bulunan faaliyet alanları kuşkusuz ki kamusal hak ve özgürlüklerimizin korunması, yaşam alanlarımıza sahip çıkılması, benzer çevrelerle dayanışma içinde çalışmalarının kamuoyuna mal edilmesi ile ilgili olanlarıdır. Bu haliyle söz konusu etkinlikleri, yönetenlerin ve çıkar çevrelerinin kasıt veya ihmalleri sonucu neden olduğu tahribatlar, mağduriyetler ve suiistimallere karşı toplumun ortak çıkarlarını esas alan toplumsal bir refleks olarak görmek mümkündür.  

Kabul edilmelidir ki siyasi hedefi ve iktidar talebi olmayan hiçbir girişiminin kalıcı veya dönüştürücü olması beklenmez. Ancak kamuoyunda bıraktığı etki ve yaygınlık ölçüsüne göre iktidar veya muhalif siyasi organizasyonlar üzerinde de harekete geçirici hatta dönüştürücü bir güce sahip olmaları mümkündür.

Türkiye’de son derece köklü nedenlere dayalı olarak demokrasi sorunu yaşanmaktadır. Seçme, seçilme, temsiliyet, denetim, hesap verilebilirlik alanlarının adil ve şeffaf koşullarda işlemediği/işletilmediği bilinmektedir. Korunan ve kollanan iktidar çevrelerinin yanında merkezi otoritenin yasak alanlar belirlemesi, düşünce, düşünceyi açıklama, bilgiye ulaşma, örgütlenme, sosyal, kültürel ve siyasi faaliyetlerde bulunma konularında sınır tanımaz keyfiliklerinin ulaştığı boyut sivil toplum örgütlerinin de hareket alanını, kendilerini ifade kanallarını son derece daraltmış durumdadır.      

Gelişmeleri yakından takip eden duyarlı bütün çevrelerin ortak kanısı ülkemizin içinde bulunduğu koşullar, açmaza düşülen sorunların ortaya konulması, demokratik koşullarda tartışılması ve çözüm önerilerinin geliştirilebilmesinin ön koşulu öncelikle tek adam yönetimine son vermekle mümkün olacaktır.

Bu yolda anti demokratik, gayrimeşru, haksız ve dayanaksız işlemler karşısında, yürürlükteki itiraz hakları sonuna kadar kullanılmalıdır. Kamuoyunun bilgilendirilmesi, kamuoyu oluşturarak hak ve özgürlüklerimize sahip çıkılması için çaba sarf edilmesi hepimiz için hayati öneme sahiptir.
Ortak kaygıları ve sorunları yaşayan çevrelerle dayanışma içinde olmak, bunları gündeme taşımak toplumsal olandan yana tutum almanın da ilk adımıdır. Kimsenin başkası adına, başkalarının da bizim adımıza düşünmesini ve karar almasını istemediğimizi ortaya koymak güdülmek istemediğimizin ifadesidir. Bıkmadan daha iyi ve daha doğrusu için denemek, bir araya gelmek ve hep birlikte kendi kendimizin sesi olmanın yol ve yöntemlerini geliştirmek despotizme ve barbarlıklara teslim olmayacağız demektir. 

 Nasıl ki her alanda ve her konuda erkek egemen, fırsatçı, çıkarcı, talancı ve kıyıcı bir resmi uygulama ve kollama ağı örülmek isteniyor ve bu amaçla toplumun en ilkel, en gerici ve şiddet yanlısı çevrelerinden yararlanılmak isteniyorsa; bir o kadar alan ve konu da sivilleştirilmeyi, özgürleştirilmeyi ve toplumsal olandan yana mücadele vermeyi bekliyor demektir.  

Unutulmamalıdır ki “Otorite ve  buyurganlık” koşulları “özgürlük ve eşitlik” taleplerinin örgütlü gücüyle orantılıdır, “Yukarıdan aşağıya” dayatmalar “aşağıdan yukarıya” dayanışma ağlarının bir araya gelmesiyle aşılır.
 




-
Bültenimize Katılın