26 Ağustos 2017 Cumartesi

İnsanileştiremediğimiz Koşullar …

Anayasa referandumundan sonra beklenen uyum yasaları KHK lerle düzenlenmeye devam ediliyor..

Siyasi iradenin öngördüğü devlet yapısı ve yönetim anlayışı her KHK ile parça parça ilan ediliyor.

Son olarak Milletvekili hakkında açılacak soruşturmalarda TBMM devreden çıkarıldı. Herhangi bir milletvekili hakkında herhangi bir bahane ile suç üstü hükümleri bile uygulanabilir ve sarf ettiği bir sözden dolayı derhal derdest edilebilir...

MİT'in CB'na bağlanmış olmasının ilanı ise bir nevi malumun resmileştirilmesi anlamını içeriyor....
Böylece tek adamın tek bir işareti, tek bir sözü ve tek bir bakışı ile devlet aygıtını emrine amade hale getirilmesinin taşları hızla döşeniyor...

Yakında tutuklanacak kişiler de KHK ler ile yayımlanırsa şaşırmamak gerekiyor...

Oysa bir Fransız yargı kararında da ortaya konulduğu gibi suçlamalar ile en temel hakkımız olan insanca yaşama hakkı hiç kimsenin tekeline bırakılamaz...

"... Adam bahçesindeki elmaları hırsızlardan korumak için denediği hiçbir yol sonuç vermeyince bahçesini çepeçevre demir parmaklıklara kapatıp, elektrik akımı verir. Bir kaç gün sonra demir parmaklıklar üzerinde kavrulmuş bir çocuk cesedi bulunur. Adam, mahkemede ısrarla demir parmaklıklara hırsızlığı önlemek için elektrik akımı verdiğini savunur. Ancak; bahçe sahibi, adam öldürme suçundan dolayı mahkum edilir… "

Kuşkusuz ki esas olan yaşam hakkımızdır... Sahiplikler, iktidarlar, güç ve dayatma, kin ve nefret, kendisi gibi düşünmeyene reva görülen işkence ve eziyet kimseyi vazgeçilmez kılmaz... kendinden menkul zora dayanan veya kendi dışındakileri yok sayan varlık nedenleri kimin kendi sonunu hazırlamamış ki ?

Nuriye ve Semih' in yargısız infazlarla işlerinden ihraç edilmelerine karşı başlattıkları açlık grevleri sürmekte iken teröristlikle suçlanarak haklarında dava açılması ve tutuklanmaları "at binenin kılıç kuşananın" devlet versiyonu olarak sahne aldı. Ama bu eğitim emekçilerinin kendi yaşamlarıyla vicdanlarımıza kazıdıkları mahcubiyetlerimizi siyasi irade mi tedavi edecek... ?

KHK ile İhraçlara karşı oluşturulan komisyonun kendisi haksız uygulamalarının itirafları değil mi ki bu insanların işe iade edilmesini istemek suç oluyor... ?

Avukatlık faaliyetlerinin Antalya ÇHD şube başkanı Deniz Yıldırım'ın tutuklanması için yeterli görüldüğü koşullarda hangi meslek güvenle sürdürülebilir halde olabilir ki ?

Bütün bir toplumu saran bu keyfi ve haksız uygulamaların neden olduğu mağduriyet yaraları giderek derinleşirken, siyasi iradenin tek adamlık hükümranlığına karşı toplumsal dayanışmanın taşlarını hızla döşemenin kaçınılmazlığını hep birlikte yaşamaktayız...

O nedenle kimse adaleti, hakkı, hukuku kendi çatısı altında aramamalı... Kimse kimseyi kendi bulunduğu yerde beklememeli...

Zamanı ve koşulları kendi içimizde olsun insanileştiremeden, keyfiliklere ve adaletsizliklere son veremeyiz....

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Esas Sorun Biziz

Siyasi iradenin toplumu top yekün sindirme operasyonlarının esas olarak devleti
kendisi için yönetmek üzere kurguladığı konusunda hiç bir kuşku yok ...

İktidarın görünen yüzü buna "terörist temizliği" derken, "yeni bir devlet" kuruluyor söylemi de dolaşımdan düşürülmüyor...
"Ak sevda 16. yılında milletin emrinde daima birlikte" sloganının gerçekte bir "kara sevdaya" dönüştüğünü de hep birlikte yaşamaktayız...
Zira hangi milletin emrinde ve kimlerle birlikte olduğunu sektör sektör, branş branş, mezhep mezhep, aidiyetler, cinsiyetler, nedamete erenler ve yandaşlığın bin bir çeşit halleriyle dizi filmler kıvamında izliyoruz...
Ve ak denilen bu sevda öyle bir kara sevda halini alarak yürümekte ki : gerçekleşebilirliği imkansız, zamanın ve ihtiyaçların gerisinde kalmış, parlatılmaya çalışılan dinsel ritüellerle ve dogmatik öğretilerle kendini kabul ettirmek istiyor... Bu amaçla her türlü eziyeti, sıkıntıyı ve yoksunlukları bütün bir topluma reva gördüğünü ortaya koyuyor...
Bu süreçte umutsuz bir aşkın peşinde, melankolik bir körlük içinde, kendinden menkul kriterlerle suç ve ceza kavramlarının yeniden tanımlandığına tanık olmaktayız... O nedenle bu kadar fütursuz ve bu kadar saldırgan bir dil kullanabiliyorlar...
O denli ayıplarının ve kıyımlarının farkındalar ki kimse paylaşmasın, ülke dışına aktarılmasın diyebilecek kadar evrensel değerlere kapanma, zamana hükmetme sevdasına kapılmış durumdalar...
Klişe sloganlar ve haykırışlar, taşıma ve besleme kalabalıklar kimseyi aldatmasın...
Vatan millet Sakarya denilince her türlü engeli aşacaklarını umsalar da kendileri için vatan, millet ve başkomutan peşinde oldukları sürece, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini, sevdalarını başkalarına dayatmamaları gerektiğini er ya da geç görecekler...
Elbette herkes farkında, tek adama bağlı parti devleti buyurganlığına mahkum edilmek isteniyoruz...
Sağımız solumuz tedirginlikler, ihbarlar, gizli tanıklar, hiç bir maddi delile ihtiyaç duyulmaksızın hak ve özgürlükleri gasp eden keyfilikler ve emirlere amade kamusal görevlilerle çevrili...
Ülkemizin zenginlik kaynaklarına el koyan, eşitsizliklerin, sömürünün ve talanın sahipleri, hep bana hep bana diyen düzenbazlıklar, işbirlikçiler, yancılar... sefillikleri ve çaresizlikleri sadakalarıyla avutan, bu yolla kendine bağlamak isteyen insafsızlıklar... hep zorla, masallarla, ninnilerle, gücü elinde tutanların sevdalarıyla var oldular...
Ancak şurası çok açık ki emeğine, hak ve özgürlüklerine sahip çıkanlar, vicdan ve adalet diyen Kürtler, yolundan dönmeyen Aleviler, Kadınlar, gençler, dışlananlar, sahipsiz bırakılanlar... inanç ve kökenlere bakılmaksızın hep birlikte kendi ortak sevdalarını kuramadıkları sürece daha çok oldu bittiye getirilen sevdalara katlanarak, başlarından savmaya çalışarak yaşamaya devam edecekler...
O nedenle esas sorun geçen 16 yılda değil, bir araya gelemeyen toplumsal dinamiklerde... kayıtsız şartsız özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, laik bir ülkede yaşama iradesini ortaya koyamayanlarda...

4 Ağustos 2017 Cuma

Zamana Hükmedilmez

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisi kaldırıldı…

1964 yılında “sanat şenliği” olarak başlayan ve ülkemizde yapılan film festivallerinin en uzun ömürlüsü olan bu festivalin ulusal film yarışmaları Türel yönetiminin açıkladığı karar doğrultusunda 3. kez kesintiye uğramış oldu…

1979 yılında yaşanan kesinti, yarışmaya katılan Yavuz Pağda’nın yönettiği Yolcular, Yavuz Özkan’ın yönettiği Demiryol ve Ömer Kavur’un yönettiği Yusuf ile Kenan filmleri yasaklanıp, bazı bölümleri kesilmek istenmesi üzerine tüm yapımcı ve yönetmenler festivalden çekilme kararı almıştı. Bu nedenle 16. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin uzun metraj yarışması iptal edilmişti.

1980 yılında ise 13-20 Eylül tarihleri arasında yapılması planlanan festival başlamadan bir gün önce 12 Eylül askeri darbesinin sıkıyönetim ilanı sonucu iptal edilmiş ve o sene de film festivali yapılamamıştı. .

1979 yılında sansüre karşı tepki, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle yapılamayan film yarışmaları 48. Festival kapsamında kısmen de olsa telafi edilmek istendi ve 32 yıl sonra 2011 yılının festival programında oluşturulan jüri ile “geç gelen Altın Portakal ödülleri” verilmişti…

Türel yönetiminin Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisini kaldırma kararının da, yasaklamaların, sansürün ve darbeden farksız OHAL koşullarının yaşandığı bir dönemde hayata geçirilmiş olması tesadüf olmasa gerek… 

Bu kesintinin ömrü ne kadar sürer ve ne zaman telafisi mümkün olur bilinmez ama bir bütün olarak sinema dünyasının bu karara destek vermediğini hep birlikte tanık olduk.

Hiç kuşku yok ki Türel yönetimi, 54 yıllık tarihi olan, Türkiye sinema dünyasına mal olmuş bu film festivalinin esas sahiplerinin, sanatçıların, yapımcıların, imalatçıların, eleştirmenlerin, seyircilerin beklentilerini, görüşlerini hiçe sayan, onları değersizleştirmek isteyen bir karar vermiştir.

Menderes Türel’in “hayal dünyası” olarak yansıtılmak istenen bu sürecin de tıpkı yıllarca kullandığı Kanal İstanbul kadar önemli saydığı Boğaçayı projesi yaklaşımından farklı bir yanı bulunmamaktadır…

Boğaçayı projesinde doğa koşullarına ve neden olacağa maddi zararlara karşın,  sanki mucize gerçekleştiriliyormuş gibi takınılan edalar ve göz boyayan görseller 3 yerel seçimde kullanılmıştı. Şimdi de aynı şekilde ulusal film kategorisini iptal edilerek devam edilmek istenen uluslararası Antalya film festivali ile ilgili sarf edilen süslü sözler, markalaşma ve cazibe merkezi yaratma söylemlerinin kendince puan toplama, daha büyük bütçelerle oynama, içi boş bir kendini kanıtlama hevesi olarak görülmesi abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.   

Ancak bu kez, Antalya’nın kendisi ile gurur duymasına vesile olan, 54 yıl boyunca sıradan insanlarını da içine alarak geliştirdiği, kentin ve ülkemizin parçası olmuş bir ulusal film festivalinden söz ediyoruz… Ve bu ulusal film festivalinin ruhuna, işlevine ve sinema dünyamıza vurulmak istenen bir darbe gerçekliği ile karşı karşıyayız…

Türel yönetimi tıpkı 2. Dönem yönetime geçer geçmez sanatçıların toplanma, paylaşma, eserlerini sergileme  yeri olan ANSAN’ı polis zoruyla tahliye etmesi gibi, Antalya’lı sanatçılara reva gördüklerini bu kez Yeşilçam dünyasına uygulamaktadır.

Hiç kuşku yok ki bu karar eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, müftülere nikah kıydırma, öğrencilere matematikten önce cihat kavramının belletilmesi operasyonlarından farklı bir boyut taşımamaktadır…

Kontrol edemediği, kendine benzetemediği, dönüştüremediği alanları etkisizleştirmek, gözden düşürmek ve giderek kendisinden olanlarla yeniden kurumsallaşma sürecinde sıranın Antalya film festivaline geldiği açıkça görülmektedir.

Kent sakinleri olan bitenin farkındadır… Türel yönetiminin devrim olarak nitelendirdiği hamlelerinin her birinin aslında karşı devrimin adımları olduğunu bizzat yaşamaktadırlar…

Kentte yaşayanlar, yaşam alanları için kendilerini ifade etmek istediklerinde onları kimin “zavallı” yerine koymak istediğini, kimler tarafından dışlandıklarını, hangi çevrelerin kayıtsız ve şartsız söz sahibi olduklarını gayet iyi bilmektedirler.

Zira, yeşil alanları, çevik kuvvetler, TOMALAR eşliğinde, neredeyse yerlerde
sürükledikleri kentlilerle birlikte betonlaştırmak isteyen bir kent yönetiminden bahsediyoruz…

Sahil şeritleri peşkeş çekilen, kamu arazileri, otogarı satılığa çıkarılan… Dağları, ormanları delik deşik… Menfaat çetelerinin kol gezdiği…Yaşam alanı savunucularının acımasızca katledildiği…

İşsizlikleriyle, hayat pahalılığıyla, emlak vergileriyle, kentsel dönüşüm master planıyla bütün dar ve sabit gelirli yurttaşlarını kent dışına sürgün etme hazırlığı içinde olan bir kentin sakinleriyiz…  

Ve “Kadınlar plajı” açmakla övünen ama cinsiyetçiliğini ve sahil işgalini dinsel referanslarla bertaraf etmek isteyen, denetimsizliğin kol gezdiği, keyfiyet şampiyonu, turistik olsun diye ölümüne koşturulan atların cansız bedenlerinin caddelerinde terk edildiği, gelişmiş ülkelerin gelmekten imtina etmeye başladığı “dünya kenti” Antalya’dan bahsediyoruz… 

Onun için bir kez daha söyleyelim ki iktidar olmanın dayanılmaz hafifliği ile alınan bu tür kararlarla zamana hükmetmek mümkün değildir. Savurganlık ve mirasyedilik örneği olarak tarihe geçilebilir ama her alanda olduğu gibi konunun taraflarıyla birlikte yapılacak değerlendirmelere, toplumsal gerçekliklerimize dayalı olmayan karar ve uygulamalar ne sinema dünyamıza ne de kentimize bir katkı sağlamayacaktır… 04.08.2017

21 Temmuz 2017 Cuma

OHALden Başka Hallere Bakalım

Deprem üzerine depremler yaşıyoruz…


İstanbul kentleşmesinin sular altında kaldığı günlerden sonra, yıldönümünde kurumsallaştırılmak istenen OHAL depremi ve Ege depremi doğa kanunları ile sömürünün/kıyımın kanunlarını bir kez daha karşı karşıya getirdi. Yaşam ile ölüm, varlık ile yokluk, kardeşlik ile düşmanlık arasında gidip gelen ömürlerimizi bir kez daha sorgulamamızı sağladı…
Bu karmaşık duyguların yaşandığı günlerde, sözümüzün, ilişkilerimizin iktidar icazeti ile geçerli veya geçersiz sayılacağı, 15 temmuz anma/kutlamaları ile bir kez daha tescil edildi.
Görüldü ki bu etkinlikler de iktidarın kendisini kayıtsız şartsız kabul ettirmesinin bir aracı olarak kullanılırken, kendi referanslarıyla devleti yeniden örgütlemek istedikleri bir duruş olarak sergilendi…
OHAL ilanının 1. yılının sonunda ortalama bir algıyla denilebilir ki, siyasi irade “kırıcılık” ve “kıyıcılık” ile ayakta kalmanın yollarını döşemek istiyor…
Verilen mesajlar ve uygulamalar çok açık.
İş adamları toplantısında kim nereden bakıyorsa öyle görmeli denildi. Güvencesiz, ucuz, örgütsüz, adeta köle, sürüsüne bereket, üstelik her daim grevsizlik ile mahkum bir emek dünyası yaratmakla övünüldü.
Yargısız infazlarla yürütülen bu hak kırıcılıklarının, doğa ve insan kıyımlarının adı haline gelen OHAL uygulamalarının, yoldan çıkmışlığın/çıkarılmışlığın mecburiyet halleri olarak yansıtılmak istenmesi ise en başından beri hiç inandırıcı olmadı.
Çünkü toplumun birbirinden kopukluğu, nemelazımcılığı, sindirilmişliği, yandaşlığı gibi özellikleri bir yana, gündelik hayatında iç içe olduğu işsizliklere, yoksunluklara, hayat pahalılığına, sürgünlere, dışlanmalara, dayatmalara, yargısız infazlara… daha da vahimi iktidar çevresinin malı götürmelerine, kayrılmalarına, racon kesmelerine, şatafat ve sefahatlarına mecburi katlanmalarının da, zora dayalı olarak sağlanmakta olduğu, herkesçe son derece farkında olunarak yaşanmakta…
Son günlerde yaşanan, hak ihlallerini takip eden ve bu ihlalleri kamuoyu ile paylaşmaktan başka işlevleri ve çalışmaları olmayan insan hakları savunucularının tutuklanması sınır ötesini aşarak dış dünya tarafından da fark edildi…
Ama bütün bu olup bitenler arasında muhalefeti sıkıştırmak hevesiyle fotomontaj fotoğraf servisi yapmaktan çekinmeyen bir hukuk profesörünün bakan olamama serzenişleri de görüldü…
TBMM 15 temmuz darbe girişimi araştırma komisyonu başkanının “yavuz hukukçu ev sahibini bastırır” hamlesi ile siyasi partilerin ortaklaşa hazırladığı rapora son dakikada tek taraflı eklemeler yapıldığının ortaya çıkması ile manipülasyonsuz işlerin yürümediği daha iyi anlaşıldı…
Hukuksal düzenlemelerin anlamını yitirdiği, hukuk uygulayıcılarının da “odun kırıcının hınk deyicisi” durumuna getirilmek istendiği bir atmosferde yaşamaya zorlandığımızı, görmek isteyenler görebiliyorlar…
Denilebilir ki OHAL'li 1 yılın sonunda, toplum karşılaştığı “depremlerle” kanayan yaralarının hangisine, nasıl derman bulacağının arayışı içinde…
Örneğin bu sürecin mağdurlarından, açlık grevleriyle “yara olduk kanar olduk” diyen Nuriye ve Semih için acilen adım atılması gerekmektedir. Kim ne derse desin karşılaştıkları haksızlığın giderilmesi ve işe iade edilmeleri talebiyle yaşamlarını ortaya koyarak başlattıkları açlık grevleri 135. güne ulaşırken bütün bir toplumda açtıkları mahcubiyet yarasına merhem olunabilir ve işlerine iade edilerek yaşama döndürülebilirler...
Yara acısı canın hissedildiği yerdir...
Mahcubiyet yarası ise duyguların kaybedilmediğini, hayatta olduğunu, itiraz edebileceğini, hakkını arayabileceğini gösterir...
Zamanın işleyişini insanileştirmek için herhangi bir engelimiz yok…

12 Temmuz 2017 Çarşamba

İlle De Adalet

İyi kötü adalet duygularımız vardı. 


Yakın zamanlara kadar “Ankara’da yargıçlar var” “Berlin’de yargıçlar var” gibi özdeyişleri destekleyen pratiklerimiz de olabiliyordu… Çok sayıda olmasa da haklıyı, mağduru ayırt eden, iktidar ile ters düşmeyi göze alabilen, sahipsiz, güçsüz bırakılanların lehine cesaretle kararlar verebilen yargıçlardan söz edilebiliyordu…

Ama mızrak çuvala sığmayacak kadar ayan beyan, hemen herkese dokunacak kadar yaygın ve hiç kimsenin hak etmediği kadar delilsiz, kendinden menkul keyfi uygulamalar, suçlamalar, yargılamalar ve cezalandırmalar ile adalete olan güvenin sıfırı tüketeceği de çoktan belli olmuştu. 

Bu durumu bek’a sorununa bağlayan, yurttaşlık haklarında ayrımcılık yapan, iktidarlarını bu yolla sürdürmek isteyenlerin ürettiği adaletsizlik devam ettiği sürece hiç birimiz güvende olamayacağız.

O nedenle farklı eleştiriler yöneltilse de  adalet yürüyüşü ve Maltepe mitingi ile bu kötü gidişin farkına varıldığı, bunun için herkesin kendi farklılıklarıyla bir araya gelerek sokağa çıkıldığı mesajları önemliydi.
Uzun süredir beklenen geniş tabanlı bu karşı duruşun gerçekleşebilirliği bu buluşma ile sağlanmış oldu…  

Abartılı yorumlar kadar, önemsizleştirici yaklaşımlar arasında gidip gelen taraftarlık duygularını bir tarafa bırakırsak, görünen o ki varlığımız, sözümüz, ilişkilerimiz kuralsızlık, biat ettirme, haddini bildirme halleriyle vücut bulmasın diyenlerin hayatın her alanında, dayanışma içinde, yürüyüşlerine devam etmekten başka seçenekleri görünmüyor…
Bu nedenle…
Eşitsiz yaşam koşulları uğruna yürütülen iktidar oyunlarının bağımlılık ilişkilerine kapılmayanlar,
herhangi bir egemenlik alanına yaslanmadan yaşamak isteyenler,
kimliğinden, kökeninden, cinsiyetinden, dilinden, düşüncesinden, yaşam biçiminden, inancından dolayı kendisine müdahale edilmesini istemeyenler,
yaşam alanlarında, okulunda, mahallesinde, iş yerinde söz, yetki, karar sahibi olmak isteyenler... 
alın teriyle, onuruyla, insanca yaşamak için  “adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” demekten vazgeçmeyeceklerdir.      

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Antalya Kentsel Dönüşüm Planı Kenti Pazarlama Planıdır…

Antalya Büyükşehir Belediyesi (ABB) “Antalya Merkez 5 İlçe Kentsel Dönüşüm

Master Planını” sessiz sedasız yürüttüğü temasları sonucunda meclis onayına sunmaya hazırlanıyor…

Öncelikle belirtelim ki ABB' nin yeni bir oldu bittisi ve hukuk tanımazlık örneği ile karşı karşıyayız... 

HUKUKSUZ KAMU FAALİYETİ OLMAZ

ABB Afet Koordinasyon Merkezi (AFKOM) Çalışma Usul ve Esasları hakkındaki yönetmeliği ve dayanağı yasal düzenlemeler (*1) göz önüne alındığında getirilmek istenen uygulamanın hukuki dayanağı bulunmamaktadır... 

HUKUK TANIMAZLIĞIN SINIRI YOK 
Zira kentsel dönüşüm alanı yada projesi yapılması için elde edilmesi gereken ana (master) plan ile ilgili mevzuat son derece açık. Bu düzenlemelere göre AFET RİSKİ YÖNETİMİ ANA PLANI elde edilmeden yapılan çalışmalar hiçbir hukuki alt yapıya oturtulamayacağı gibi, içerikten ve esas amacından yoksun olacaktır. Böylesi bir  master planının hedefinin kentin afet riskinin çözümü mevzuatı ile ilgi kurulması hukuken mümkün değil.  

AFET RİSKİ YÖNETİMİ ANA PLANI aynı zamanda NAZIM İMAR PLANININ altlığı ve önemli bir belirleyicisi niteliğindedir. Tıpkı ULAŞIM ANA PLANI gibi...

O nedenle NAZIM İMAR PLANINI yok sayan  Kentsel Dönüşüm Ana Planının hukuki geçerliliğinin olabileceğini tartışmak bile zuldur.

Şayet 6306 sayılı yasadan (AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN) yola çıkılarak hareket edildiği ileri sürülmekteyse uygulama alanı olarak seçilen bölgenin veya tekil yapıların riskli olduklarının mutlaka kanıtlanması gerekmektedir. 

Örneğin konu ile ilgili akademik bir görüşe (*2) göre “…uygulamaya esas ölçekte olabilecek bir çalışma, yani bir yapının veya bölgenin harita koordinatına ait, gerçekleşecek deprem ivmesi, bu deprem ivmesinin zemin etkileri ile ne kadar büyütmeye uğrayacağı gibi bilgiler henüz mevcut olmadığı, bu haliyle tekil yapıların ise dayanım olarak ne durumda olduğunu belirlemenin daha da zor olduğu  ifade edilmekte, Master planında gösterilen  "kötü-orta-iyi" tanımlamalarının mühendislik çalışmalarına dayalı olmaması nedenleriyle planlamanın başlangıcından itibaren önemli belirsizlikler içerdiği…”  düşünülmektedir.

Bu durum da ortaya koymaktadır ki yasada tanımlanan Afet tehlikesi ve risklerinin (Kuraklık, sel-taşkın, heyelan, kaya düşmesi, çığ düşmeleri, volkan patlaması, rüzgar, deprem, kasırga-hortum, tsunami vd gibi)  makro ve mikro ölçekte yeniden belirlenmesi ve tehlike haritaları çalışmalarına katılma ve bu haritalar tamamlanmadan gözleme dayalı olarak kentsel dönüşüm planı hazırlanması en hafif deyimi ile hukuksuzluk, keyfilik ve görevini kötüye kullanma halleridir. 

KAMUSAL HAKLARIMIZ TOPTANCI BİR SALDIRI ALTINDA

Unutmayalım, “…kükremiş sel gibiyim, bendime sığmaz taşarım..” diyen azgın bir saldırganlık zamanlarındayız.

Paraya tahvil edilebilecek her alana fütursuzca el atan ve hükümranlık kurmak isteyen, kamu/özel ayrımı yapmadan parayla satın alınmayacak hiçbir değer bırakmamaya kararlı, daha neleri yutması gerektiğini kendisinin bile kestiremediği, doymak bilmeyen, iflah olmaya yanaşmayan, insafsız bir sermaye düzenine varlıklarını emanet etmişlerin kuralsızlıkları hepimizi yakından ilgilendiriyor…

Tek tek ele aldığınız hemen her projesinde, her uygulamasında gördüğümüz gibi toplumsal ihtiyaçları, dışlanmışlıkları ve yoksunlukları dert etmeyen bu istilacı anlayış bu kez kentsel dönüşüm master planıyla ortaya koyduğu gibi tam bir toptancı yaklaşımla hemen hemen bütün bir kenti ya rızasıyla, ya da meşruiyeti olmayan, kural tanımayan bu planla, zora dayalı olarak sermaye dünyasına - inşaat firmalarına teslim etmeye hazırlanıyor.

Antalya’da Türel Yönetimi ile simgeleşen bu yaklaşım tarzı belli ki planlama ilkeleriyle, insani değerlerle, mühendislik çalışmalarıyla zaman harcamayı gerekli görmüyor… Tıpkı kentin en mevki yerlerine dikilen billboardlarda teşhir ettikleri projeleri gibi, maketler, resimler, çekimler, cafcaflı sözler üzerinden kenti yönetmeyi yeterli görüyorlar…

SABIKA KAYITLARI ÇOK KABARIK 

Oysa, bilenler biliyor. Yakın bir geçmişe kadar şişirdikçe şişirilen, Kanal İstanbul kadar değer biçilen majestelerinin “Boğaçayı projesi” duvara toslamıştı. Konu doğal yapının, Konyaaltı sahillerinin korunmasının, mühendislik bilgilerinin karşılaştırılmasına geldiğinde ve Boğaçayı’ nın özgün koşullarında dere yatağına liman yapılamayacağı gerçeği ile yüzleştiklerinde, bu hayallerinden söz edemez hale gelmişlerdi.

Aynı şekilde yarışma sonucu elde edilen ve renk cümbüşü halinde tanıtılan Konyaaltı sahil projesini de yarışma adaplarına inat, tanınmaz hale getirmekle kalmayıp, meslek odalarını, bilimselliği, kamusal alan kullanımı ilkelerini resmen ayaklar altına almışlardı. Dahası halkın sahillerden serbestçe yararlanma haklarının lokanta köşelerinde pazarlandığı iddia edilen fotoğraf karelerinde görünmüşlerdi.

Kısa bir süre önce Şarampol projesindeki yeter ki para getirsin uğruna parkı betonlaştırma girişimi fark edildiğinde ortaya çıkan kararlı muhalefete karşı, kesinleşen meclis kararı falan demeden, def-i bela kabilinden uygulanan referandum sonucunda yeşil alana yönelik tecavüzcülükten geri adım atmak durumunda kalmaları da bu yönetici/tüccarların yüzlerini kızartmamıştı…

Gerçi böylesi örnekler aynı zamanda “ye kürküm ye düzeninin” yöneticisi olarak rol kapmanın kaçınılmaz sonuçları… Tıpkı Kepez Santral Mahallesi kentsel dönüşüm projesinde olduğu gibi öncelikle müteahhit firmaya avantaj sağlamak, işlevini yitirmemiş kent otogarını, spor sahalarını satışa çıkarmak, kullanımı yetersiz güzergahlara ray döşemek, daha olmadı denizi ve sahilleri pazarlamak gibi…

Şimdi de yine kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kentin pazarlanmasına garantörlük yapmak istiyorlar.  

PİYASACI YÖNETİMİN İSTEDİĞİ.... 

Aksu, Döşemealtı, Kepez, Konyaaltı ve Muratpaşa ilçelerini içine aldığı belirtilen bu çalışmaya en kapsamlı eleştiri Antalya Kent Konseyi İmar ve Planlama Çalışma grubundan geldi. (*3)

Bu raporda dile getirilen eleştirilerden de  anladığımız odur ki Büyükşehir yönetimi gemi azıya almış durumda. 

Bu öyle bir azma durumu ki kentsel dönüşüm master planı ile toplum halinde birlikte yaşama koşulları, doğa ve mekan kullanımı, sosyal ilişkiler, ortak alanlar kavramı, kamusal değerler, barınma hakkı, yerleşim ile ilgili hemen her şey pazarda alınıp satılan soyut bir parsel veya bina işlemine indirgenmek isteniyor...

ANTALYA'YI İSTİLA HEVESİ
Gerçek şu ki küreselleşme, yabancılaştırma, özelleştirme, ticarileştirme, yerelleştirme derken getirildiğimiz yer, ele geçirilen kamusal otorite aracılığı ile kamusal değerlere kendilerinden menkul kriterlere göre el koymak ve yaşam alanlarımızı istila etmek niyetlerini ortaya koymaktan ibarettir.

İyileştirme, güzelleştirme, geliştirme, risklerden koruma adı altında ne planlama, ne zemin, ne de ulaşım konularında kayda değer hiçbir etüt ve analiz olmadan ; 
Kentin geçmişten bugüne taşıdığı ve geleceğine ilişkin hiçbir saptama, tartışma ve öngörü geliştirmeden ; . 

hukuksal düzenlemeleri kaale almadan, kent sakinlerinin, ilçe belediyelerinin görüşlerine bile başvurmadan istila kavramına uygun düşecek tarzda yürütüyorlar operasyonlarını…

Bu yolla masa başında hazırlanan krokilerle büyük ölçekli, büyük hacimli  sermaye aktarımlarına, sermayenin bu yolla kendisini yeniden üretmesine zemin hazırlamak adına hareket eden ABB Türel yönetimi hazırladığı Antalya Merkez 5 İlçe Kentsel Dönüşüm Master Planını meclisten geçirmek niyetinde…

İSTİLA HAREKATININ GARANTÖRÜ TÜREL YÖNETİMİ
Hiç tereddütsüz belirtmeliyiz ki bu bir istila planıdır. Bu plana göre belirleyecekleri pilot bölgelerde ABB  tarafından organizasyon ofisleri kurulacak. Müteahhitlerce yürütülen anlaşma süreçleri Büyükşehir Belediyesi garantörlüğünde yapılacak. Anlaşması tamamlanan etapların, bölge kentsel tasarımına uygun şekilde uygulama imar planlarının onaylanması ile proje, ruhsat ve inşaat süreçlerine geçilecek.

Bu süreç, 47 adet kentsel dönüşüm alanı içinde 818 kentsel dönüşüm etabı olacağı ilan edilen master plan ile aynı zamanda nazım imar planına 818 yama getirilmek istendiği anlamına gelmektedir.

Yakın bir gelecekte nasıl (yamalı bohçaya dönüştürülmüş) bir kente yaşayacağınız konusunda bugünden herhangi bir öngörüye sahip olmak mümkün görünmüyor. 
818 etapta yer alan kat maliki veya arsa sahibi sayısı kadar pazarlıklar, oldu-bittiler, dayatmalar, parası olmayanı yerinden yurdundan etmeler, kazananlar/kaybedenler, haksız yere riske sokulanlar, sağlam çürük hep birlikte müteahhide teslim edilenler, el çabukluğu ile işi götürenler, çıkmalar, uzatmalar, görmezden gelinenler, kayırılanlar, dışlananlar, alışlar/verişler, ticaretin her türlüsü, pazarlamaların bin bir çeşidi Türel Yönetiminin garantörlüğünde yürütülecek.

TEK HEDEF, TEK DÜŞÜNCE, TEK İLİŞKİ, TEK İŞ...
EGEMEN İÇİN ALIŞ VERİŞ

Yeni emlak vergi düzenlemelerinin ve kentsel dönüşüm uygulamalarının sonuçları alınmaya başladıkça kent yoksulları, dar gelirliler, emeği ile geçinenler yeniden inşa edilecek kentin bu yeni, göz alıcı, alabildiğine "ticari" ve “steril” yaşam alanlarından sürgün politikalarının kurbanları olacaklar…

Egemenlik alanlarının korunması, genişletilmesi ve her daim kendisini yeniden üretmesinin yolu olarak yaslanmak istenen toplumsal taban, bugünlerdeki Türk/İslam söylemlerinin dar gelirli, emeği ile geçinenleri de bütün bu sürgün politikaların öznesi olmaktan kurtulamayacaklar…

Çünkü bu istila harekatının hedefi, düşüncesi, ilişkileri ve bütün işleri güçleri kentlinin bulunduğu yerde yeniden yerleşimleri için kentsel dönüşüm değildir. Bütün uğraşları, mekanın, kentin soylulaştırılmasına hizmet etmektir. Her şeyin en lüksü, en kalitelisi, en pahalısı, en gösterişlisi gibi “en” leri satın alabileceklerin kentlerini oluşturmaktır bütün niyetleri…  

BÜTÜN YERLEŞİMLER ÖNCELİKLE KAMUYA AİTTİR... 

Neo liberal politikalar her yerde aynı… “Kendi kendine gelin güvey olmak” deyişi tam da bu anlayışa uygun düşmekte… bütün bir toplumun ihtiyaçları, çıkarları gözetilerek, kamusal fayda esasına göre hayata geçirilmesi ve düzenlenmesi gereken yaşam alanlarımız, sadece sermaye hareketinin kendisi için, onun ihtiyaçları ve niyetleri için tasarlanıp uygulamaya konulmak isteniyor... 

KAMUSAL HAKLARIMIZDAN VAZGEÇMEYELİM

Bu uğurda teslim alınmak ile oportünizm arasında gidip gelen, bağımlılık ilişkilerinden kopamayan çevreler ve uzmanlık alanları ne yazık ki hoyratça kullanılmaya, değersizleştirilmeye ve aşağılanmaya devam ediliyor.

Nasıl ki iş güvencelerimiz yok, bütün insani değerlerimiz, haklarımız tehdit altındaysa…

Toplumun büyük bir kısmı ya sürgün ya da sürgün edilmeyi bekliyorsa…

Yaşam alanlarımız da aynı şekilde yandaşların zenginleştirilmesi, sermaye aktarımı uğruna hukuksal düzenlemelere, kamu yararına ve bilimselliğe aykırı olarak sınır tanımaz bir keyfiyete dayalı saldırganlıkla, afet riski bahanesiyle yeniden düzenlenmek istenmektedir...

AYRIŞMANIN, KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK...

Ellerimizde kalan yalnızca kendi aramızdaki anlamsız ve gereksiz çekişmelerimiz ve daha da beterinden korunma güdülerimizle tetiklenen korkularımızdır.
Çaresi yok, korkularımızı yenmek zorundayız…

Kimliğine, diline, inancına, cinsiyetine göre ayrıştırıldıkça,yoksullukla, işsizlikle, keyfiliklerle, sopayla, biat söylemleriyle terbiye edilmeyi kabullendikçe, sürgünlerden sürgün, ölümlerden ölüm beğenelim…

Çünkü bütün bu kabul edilemez yol ve yöntemlerle dönüştürülmek istenen kentler,  artık yalnızca parası olanların, vicdanlarını teslim edenlerin, iktidar sözüyle hareket etmeyi kabullenenlerin, egemenlik alanlarından beslenenlerin, kazançları uğruna ve insan kıyımlarına, yağmalara, talanlara sessiz kalanların kentleri olacak…  

Çaresi yok, kendini iyi hissetmeyen, horlanan, dışlanan, mağdur edilen herkes, bir diğerini ötekileştirmeden bir araya gelmelidir…

Yaşam alanlarına geleceğine sahip çıkmalıdır.

Yaşanan kötülükler bekleyerek son bulmuyor…03.07.2017

Dipnotlar;
*1
5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 7. maddesinin u ve z bendi ile 5393 Sayılı Belediye Kanununun 53. Maddesi, 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun, 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. 
*2
Doç.Dr. Nihat Dipova, Akdeniz Üniversitesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü
*3
İmar Planlama Çalışma Grubunun eleştirilerine başlık olarak değinmek gerekirse ;  
* planlamaya katılım süreci ve yöntemi sağlıklı değil. Adeta bir formalitenin yerine getirilmesi izlenimi veriyor.
* Kentsel dönüşüm master planı, kentin bütününün planlandığı nazım imar planı hedefleri kapsamında ele alınmamıştır.  
* Kentsel dönüşüm master palanının üst ölçekli plan kararları ile ilişkisi kurulmalı, yoğunluk ve emsal artırımı planlama kararlarına aykırı olmamalıdır.  
* ulaşım ana planı kararları ve kentsel dönüşüm master planı kararları bir arada düşünülmesi ve nazım imar planına aktarılmalıdır.
* kentsel dönüşüm için öncelikle temel ilke ve stratejilerinin belirlenmesi gerekir.
* plan gerekçelerinin belirlenen ilke ve stratejilere uygun olması gerekir.
* kentsel dönüşüm master planında zemin yapısına ilişkin bilgi bulunmamaktadır.  
* Mevcut yapıların depreme karşı dayanımının belirlenmesinde sadece gözlemsel yöntemlerin yeterli olmaz, bilimsel ve teknik yöntemlerden yararlanılmalıdır.
* afet riski bulunan alanların da tespiti yapılması gerekir.  
* sosyal yapıya ilişkin analizler bulunmamaktadır.
* Etüt yapılmadan her alan kentsel dönüşüm alanı olarak belirlenmemelidir.
* Uygulanabilir plan kararları alınmalıdır.
* kentsel dönüşüm- kentsel tasarım-planlama ilişkisinin iyi kurulmalıdır.
* alt yapı çalışmaları da bu süreçte planlanmalıdır.
*dönüşüm alanların yeniden yapılanmasında sosyal ve teknik altyapı standartları sağlanmalıdır.
* kat sayısı kriterleri kent siluetiyle birlikte değerlendirilmelidir.
* yerelin özelliklerini yansıtacak kent kimliğini yaşatacak, iklimsel koşulları gözeten sürdürülebilir projelere önem verilmelidir

30 Nisan 2017 Pazar

Boşuna Değil

Anayasa referandumu ile meşruiyeti kalmadığı tescil edilen şark kurnazlarının çaldıkları
minarelere kılıf uydurmaları artık mümkün görünmüyor...

Partili tek adamın meclisi işlevsizleştirerek güdümlü bir yargı ile toplumun hakkaniyet duygularını tatmin edebileceğini ummak zaten hayalden öte kaba bir aldatmaca ve dayatma ile mümkün olabilirdi, nitekim öyle de oluyor...
 
Yaptırım uygulama otoritesine sahip olmak başka, yönetimsel yetkilerin haklı, adil ve kabul edilebilir nedenlere dayalı olması başkadır...
 
Tam ortasından ikiye ayırdıkları toplumu, referandumda elde edebildikleri şaibeli sonuç ve yönetememe kaygısı ile uzatılan OHAL,
 
diğer kamu kurumları gibi itibarsızlaştırılan YSK,
 
siyasi kadrolarıyla doldurulan yargı, Uluslararası ilişkilerdeki acz hallerinin üzerini örtme dilleri,
 
Antalya Valiliğinin alkollü içki kullanıcılarına yönelik çıkışı,
 
KHK ile evlilik programlarına konulan yasaklar vs gibi oldu bitti karar ve uygulamalar yanında;
tek adam için partiye kayıt ve kongre takviminin başlatılmış olması da gösteriyor ki bütün gayretleri ve niyetleri yalnızca toplumun % 50 + 1 ine hitap etmek, onların sempatisini ve desteğini devam ettirmek ve bu yolla ayakta kalabilmek içindir...
 
Bu nedenle de toplumun diğer yarısına saldırmadan, yargısız infazlarla kamusal alanlarda tasfiyeye yönelmeden, savaş koşullarını sürdürmeden kendilerini güvende hissedemeyecekler...
 
Son KHK ler ile araya sıkıştırılan Mersin, Muğla, Diyarbakır, Denizli, İstanbul barış akademisyenlerinin bir kısmı daha kamu görevlerinden ihraç edilirken kamu görevlerinden ihraç edilenlerin açtığı davaların külfetleri kendi üzerilerinde bırakılarak komisyona havale edildi.
 
Hukuksal süreçleri rayından çıkararak, uzatarak, mağduriyet sahiplerini nedamet getirmeye zorlayarak, toplumun diğer yarısını da ya bu yolla teslim almanın ya da hiç bir haktan yararlandırmamalarının mümkün olabileceğini sanıyorlar..
 
Oysa dışlanmışlıklara, haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı duran çok geniş bir kitle var bu ülkede...
 
Son 2 haftada olup bitenlerden de anlaşıldığı gibi % 50 -1' in bütün bu olup bitenlere Hayır demesi boşuna değil...
 
Özgürlükçü, demokratik, laik bir hayat için bu kapalı devre sermaye düzeninin keyfiyetlerini kabullenmeyenlerin, emeğinin hakkını almak için sonuna kadar mücadele edenlerin, farklılıklarımızla bir arada yaşamayı savunanların iradeleri, kararlılığı ve dayanışması ile aşacağız bu kendini bilmez günleri...

20 Nisan 2017 Perşembe

Yenmesini öğrenmek elimizde…

Yangından mal kaçırır gibi açıklamalar, balkon gösterileri ve nihayet atı alan Üsküdar’ı
geçti duyurusu yapılarak hukuksuzlukları, ulusal ve uluslararası gözlemci raporlarını, yargısız infaz yaklaşımlarını bertaraf etmek, bu yolla kendini legalize etmek mümkün değil…

Olan bitenler gizlenip, inkar edilemeyecek kadar kayıtlı, belgeli ve kanun hükmüyle ispatlı…
Boşuna dememişler, “at yularından insan ikrarından tutulur”

Uygarlık kriterleri yerine dayatmacılığın dili ve tezahürleriyle toplumu koşullandırmaya kararlı olanların kin, intikam, hakimiyet operasyonlarının sonu gelmeyeceği, anayasa referandumu ile bir kez daha tescil edilmiş oldu…

Şimdi sıra açık veya gizli hayır diyenlerde,

emeğine, hakkına, özgürlüklerine sahip çıkanlarda…

Her hangi bir liderin icazetine ihtiyacı olmaksızın herkes için eşitsizliklere, haksızlıklara karşı çıktıkça demokratikleşebileceğimize, barış içinde birlikte yaşayabileceğimize inananlarda…

Bütün meselenin, kendi geleceğini kendisini muktedir sananlara emanet etmemek olduğunu düşünenlerde…

Hile hurda, havuç sopa...

yenile yenile yenmesini öğrenmek elimizde…

13 Nisan 2017 Perşembe

Sermaye dünyasının iktidar oyunlarını bozacağız

Bir yol ayrımındayız… İktidar, tam ortasından ikiye yarılmış topluma nasıl yönetilmek
istediği konusunda tercihini soruyor…

Aslında soru “kırk katır mı kırk satır mı ?” tarzında…
 
Oysa, demokratik sistem veya demokratik yönetim arayışlarında, halkın yönetime katılım kanalları nasıl sağlanmalı sorusuna cevap aranır. Ama bu konu hiçbir aşamada bu haliyle gündeme bile alınmadı....
 
Bununla da yetinilmedi, iktidar hazırladığı anayasa değişikliği teklifine “EVET” tercihinde bulunulmasını sağlama operasyonları gerçekleştirdi. Yurt içinde veya dışında devreye sokulan resmi, özel her türlü girişim ile OHAL uygulamaları da gösterdi ki iktidar kendi çaldı kendi oynadı…
 
İktidarın gizlisi ve acelesi olduğu da her halinden belliydi… Oylamaya sunulan teklif metni kadar, kayıkçı dövüşü halinde sürdürülen kampanyasının üslubu ve tarzı da anti demokratik ve yakışıksızdı...
 
Hiç kuşku yok ki iktidar istediği sonucu aldığı takdirde fiili durum halk tarafından onaylanmış sayılacak.
 
Zaten anayasa değişikliği teklifinin kabulü halinde cumhurbaşkanının hemen partisine kaydolması ve yargı alanına hemen el atmasına yönelik hükümleri sayesinde partili tek adamın güdümlü yargı inşası uygulamaları halkoyu ile resmiyet kazandırılmış olacak…
 
Belki uyku sersemliği ile başlangıçta fark edilmeyecek ama tıpkı OHAL ile daha şimdiden örnekleri yaşanmakta olan yargısız infazların, sınırsız ve denetimsiz bir keyfiyetin olağanlaştığını ve giderek şiddeti ve dışlayıcılığı artan oranda kurumsallaştırıldığını göreceğiz.
 
Geriye pek bir şey kalmamış olsa da hepimizin şimdiye kadar sahip olduğu haklar ve özgürlüklerin kolaylıkla yasa dışı ilan edilebileceklerini, kaybettiklerimizin yokluğunu yaşadıkça daha iyi anlayacağız…
 
Örneğin kıdem tazminatı hakkına hemen el atacaklar. Kamusal işletmeler, ortak alanlar, kamusal kaynaklar eskisinden daha hızlı ve fütursuzca sermaye çevrelerinin tasarrufuna sunulacak. Özel veya resmi kurum ve kuruluşların kapatılıp açılmasını, eğitimin, sağlığın ticarileştirilmesini, iş güvencesini, idarenin işlemlerine karşı itiraz hakkını, mülkiyet hakkını, barınma hakkını, seyahat özgürlüğünü, adil yargılanma hakkını, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü, barış içinde birlikte yaşamak istiyorum diyebilmeyi, sağlıklı çevrede yaşama hakkını, inanç özgürlüğünü, zenginlik kaynaklarından toplumun eşit koşullarda yararlanma hakkını, kadın erkek eşitliğini, kamusal harcamaların nereye yapıldığını öğrenme hakkını, kanunilik ilkesini, haber alma hakkını, internet kullanımını, çocuk haklarını, seçme ve seçilme hakkını ve benzeri bütün haklarımızı ve özgürlüklerimizi, hepimizi etkileyen devlet politikalarını, savaş ilanlarını bile tek adamın iradesine, teveccühüne, insicam ve fıtratına havale etmiş olacağız...
 
Ne siyaseten ne de yargısal olarak denetlenmesi hemen hemen mümkün olamayacak bir havale olacak bu…
 
Partisinin binaları ile devlet dairelerini içindekileriyle birlikte başkana ve başkanın adamlarına emanet edilmesini ve toplumun geri kalanının da onların emirlerine amade olmasını isteyen iktidar belli ki frenleri patlatmış yokuş aşağı giderken nerede duracağını, düşündüklerinin sonucunun nereye varacağını öngöremez bir durumda…
 
İstediğimi söyler, istediğimi yaparım diyenler elbette istemediklerini de işitecekler…
 
İnsanlık tarihi kendini vazgeçilmez sananların nasıl vazgeçildiklerinin yazıldığı bir süreçtir…
 
Ve elbette, bu yol ayrımında ne kırk katır, ne de kırk satır diyeceğiz…
 
Yeni bir yol açarak her türlü keyfiyete, adaletsizliğe, eşitsizliğe, sömürü ve dayatmalara hayır diyenlerle dini, imanı, vatanı para olan sermaye dünyasının iktidar oyunlarını bozacağız....

1 Nisan 2017 Cumartesi

Yeni bir ses yükseliyor artık ülkemizde...

Daha birkaç ay önce hangi teklife, neden evet diyecekleri hakkında bilgi bekleyenler
bugünlerde nereye sürüklendiklerini anlamış olmalılar…

Resmi kurumlar, resmi ağızlar sınırsız ve teklifsiz bir taarruzla toplumu tek adam anayasasına koşullandırma gayreti içindeler... Promosyonlar, teşvikler, fonlar, kamusal kaynakların kullanımı had safhada ama yine de "evet" argümanları maya tutmuyor...
 
Kimi kodlar ve referanslar üzerinden ulaşmak istedikleri hedeflerinden vazgeçmedikleri mesajlarını ihmal etmeseler de bunun yeterli olmadığının farkındalar...
 
Siyasi iktidarın "tek adam" güzellemelerine karşılık Meclis yönetimini, çoğulcu siyaseti, ortak aklı ve aynı zamanda kendi geçmişlerini yerden yere vurmak durumunda kalmaları, her eleştiriyi yalan söylendiği kolaycılığı ile geçiştirmeye kalkmaları maya tutamayacaklarının belli başlı nedenleri...
 
Kendisi yalan olan bu anayasa teklifinin hayatta karşılığı olamayacağı gün gibi ortada... sanki babalarının çiftliğini yönetecekler de siparişlerinin kabul edilmesini istiyorlar....
 
Hele hele bugünlere kadar kendilerini vazgeçilmez olarak ilan edenlerin aslında hiç de öyle olmadıklarını itiraf etmek durumunda kalmalarına neden olan Ortadoğu'da, ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşanan gelişmeler, acz içinde kalma hallerini içi boş efelenmeler ile üzerini örtme çabaları da gösterdi ki bu referandum esas olarak AKP nin ve RTE nin siyasi ömrünü uzatma referandumudur...
 
Yüksek yüksek binalardan aşağılara salınan afişlerde boy gösteren yiğitler, reklam panolarını süsleyen milli kahramanlar, ekranların strateji uzmanları  yanı başımızda yeniden haritalar çizilirken seyirci mi kalsaydık diyen militarizmin sevdalıları, sonlandırmak durumunda kalınan anlı şanlı Fırat Kalkanı ile BOP liderliğine veda ettiler...
 
ABD de tutuklanan banka yetkilisi ile 17-25 Aralık defterlerinin de her daim kamburları olarak kalacağı, kendi İstikballeri için bu kamburu taşımaktan imtina edemeyecekleri de mahkeme kayıtlarına geçmiş oldu...
 
Hak ihlallerine karşı durmak için siyasi parti genel başkanlarının, akademisyenlerin cezaevinde veya dışarda açlık grevlerine başlama çaresizlikleriyle gördük ki, izledikleri yüksek siyasetin ürünleri olarak ölümüne hak arayışları tekrar hayatlarımıza girdi...
 
Her geçen yıl daha da derinleştirdikleri gelir adaletsizlikleri, hayat pahalılığı, işsizlik, geleceksizlik, güvencesizlik, yargısız infazlar, keyfi yasaklamalar, iltimas sorunlarını tek adam yönetimi olunca da çözemeyeceklerini çok iyi biliyorlar ama esas dertlerinin bu olmadığı çok açık.
 
Bütün beklentileri hesapsız, denetimsiz, sorumsuz yönetime kavuşmak. Kendilerine karşı olan herkesi, herşeyi bu yolla etkisizleştirerek iktidar da kalmanın yollarını pekiştirmek... Bunu da milli ve dini değerler diye diye sahne alan "abidik gubidik" siyaset anlayışlarının son kozlarını oynadıkları ye kürküm ye anayasası ile yapacaklarını sanıyorlar...
 
İktidarın artık bu toplumu yönetemez hale geldiği konusunda yandaşları dahil herkes hem fikir.
 
O nedenle yeni bir ses yükseliyor artık ülkemizde...
 
Yurttaşlar seslerine ses verilen her yerde yeniden tartışmaya başlıyor kendi meclislerini....
 
Yerinden yurdundan, işinden gücünden, sevdiklerinden uzaklaştırılmaya, dışlanmaya, dayatmalara, eşitsizliklere, haksızlıklara, savaşa ve sömürüye karşı olmadan ayakta kalamayacağımızı öğrendik sesleri harmanlanarak büyüyor...
 
16 Nisanda sonuç ne olursa olsun artık biliyoruz ki emeğine, hakkına, özgürlüklerine sahip çıkanlar taşıyacaklar bu ülkeyi aydınlık yarınlara ...

-
Bültenimize Katılın