Deprem üzerine depremler yaşıyoruz…
İstanbul kentleşmesinin sular altında kaldığı günlerden sonra, yıldönümünde kurumsallaştırılmak istenen OHAL depremi ve Ege depremi doğa kanunları ile sömürünün/kıyımın kanunlarını bir kez daha karşı karşıya getirdi. Yaşam ile ölüm, varlık ile yokluk, kardeşlik ile düşmanlık arasında gidip gelen ömürlerimizi bir kez daha sorgulamamızı sağladı…
Bu karmaşık duyguların yaşandığı günlerde, sözümüzün, ilişkilerimizin iktidar icazeti ile geçerli veya geçersiz sayılacağı, 15 temmuz anma/kutlamaları ile bir kez daha tescil edildi.
Görüldü ki bu etkinlikler de iktidarın kendisini kayıtsız şartsız kabul ettirmesinin bir aracı olarak kullanılırken, kendi referanslarıyla devleti yeniden örgütlemek istedikleri bir duruş olarak sergilendi…
OHAL ilanının 1. yılının sonunda ortalama bir algıyla denilebilir ki, siyasi irade “kırıcılık” ve “kıyıcılık” ile ayakta kalmanın yollarını döşemek istiyor…
Verilen mesajlar ve uygulamalar çok açık.
İş adamları toplantısında kim nereden bakıyorsa öyle görmeli denildi. Güvencesiz, ucuz, örgütsüz, adeta köle, sürüsüne bereket, üstelik her daim grevsizlik ile mahkum bir emek dünyası yaratmakla övünüldü.
Yargısız infazlarla yürütülen bu hak kırıcılıklarının, doğa ve insan kıyımlarının adı haline gelen OHAL uygulamalarının, yoldan çıkmışlığın/çıkarılmışlığın mecburiyet halleri olarak yansıtılmak istenmesi ise en başından beri hiç inandırıcı olmadı.
Çünkü toplumun birbirinden kopukluğu, nemelazımcılığı, sindirilmişliği, yandaşlığı gibi özellikleri bir yana, gündelik hayatında iç içe olduğu işsizliklere, yoksunluklara, hayat pahalılığına, sürgünlere, dışlanmalara, dayatmalara, yargısız infazlara… daha da vahimi iktidar çevresinin malı götürmelerine, kayrılmalarına, racon kesmelerine, şatafat ve sefahatlarına mecburi katlanmalarının da, zora dayalı olarak sağlanmakta olduğu, herkesçe son derece farkında olunarak yaşanmakta…
Son günlerde yaşanan, hak ihlallerini takip eden ve bu ihlalleri kamuoyu ile paylaşmaktan başka işlevleri ve çalışmaları olmayan insan hakları savunucularının tutuklanması sınır ötesini aşarak dış dünya tarafından da fark edildi…
Ama bütün bu olup bitenler arasında muhalefeti sıkıştırmak hevesiyle fotomontaj fotoğraf servisi yapmaktan çekinmeyen bir hukuk profesörünün bakan olamama serzenişleri de görüldü…
TBMM 15 temmuz darbe girişimi araştırma komisyonu başkanının “yavuz hukukçu ev sahibini bastırır” hamlesi ile siyasi partilerin ortaklaşa hazırladığı rapora son dakikada tek taraflı eklemeler yapıldığının ortaya çıkması ile manipülasyonsuz işlerin yürümediği daha iyi anlaşıldı…
Hukuksal düzenlemelerin anlamını yitirdiği, hukuk uygulayıcılarının da “odun kırıcının hınk deyicisi” durumuna getirilmek istendiği bir atmosferde yaşamaya zorlandığımızı, görmek isteyenler görebiliyorlar…
Denilebilir ki OHAL'li 1 yılın sonunda, toplum karşılaştığı “depremlerle” kanayan yaralarının hangisine, nasıl derman bulacağının arayışı içinde…
Örneğin bu sürecin mağdurlarından, açlık grevleriyle “yara olduk kanar olduk” diyen Nuriye ve Semih için acilen adım atılması gerekmektedir. Kim ne derse desin karşılaştıkları haksızlığın giderilmesi ve işe iade edilmeleri talebiyle yaşamlarını ortaya koyarak başlattıkları açlık grevleri 135. güne ulaşırken bütün bir toplumda açtıkları mahcubiyet yarasına merhem olunabilir ve işlerine iade edilerek yaşama döndürülebilirler...
Yara acısı canın hissedildiği yerdir...
Mahcubiyet yarası ise duyguların kaybedilmediğini, hayatta olduğunu, itiraz edebileceğini, hakkını arayabileceğini gösterir...
Zamanın işleyişini insanileştirmek için herhangi bir engelimiz yok…
Hiç yorum yok:
Yaz yorum