9 Eylül 2021 Perşembe

YOK OLUŞA YOL ALMAK

Dünyaya egemen olan anlayış küçük bir azınlığın   beklentileri için yer küreyi heba etmekten vazgeçmek istemiyor. Böyle devam ederse hep beraber yok oluşa yol almakta olduğumuz bilim çevrelerinin ortak görüşü …

 

İnsan ve doğa kıyıcılığı;  beton çelik/plastik/kimyasallar ile daha çok para kazanma savaşları, ölümcül küresel salgınlarının ve iklim krizlerinin felaketlerini beraberinde getirdi. 

 

Bu statükonun devamı giderek şiddetlenecek, daha da derinleşecek eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve telafisi imkansız  vahim doğal koşulları beraberinde getireceği konusu kabul edilen bir diğer gerçekliğimiz…

 

(https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/iklim-krizi-gelir-esitsizligi-iliskisi-ne-kadar-zenginseniz-dogayi-o-kadar-fazla-tahrip-edersiniz,32187)  

 

İnsanın kendisinin neden olduğu ekolojik sistem tahribatlarının önüne geçmesi yine kendi tercihleri ile mümkün ve bunun maddi temellerinin mevcut olduğu çok açık. Zaman, mekan ve teknolojik imkanlar gelişse de, üretim ve yaşam koşulları değişse de yaşamsal değerlerimizi korumak, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmadan dayanışma içinde yaşamak zorundayız. 

 

Kentsel yaşamın kötü gidişe dur diyecek dinamikleri var  

 

Tarihsel, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin bir ürünü olan kentleşme, içinde barındırdığı kurum, yapı ve kayıtlarıyla insanın geçmişini muhafaza ederken, gelişim ve dönüşüm kanallarını da kendi bünyesinde taşıyan bir işleve sahip.


J.J Rousseau’nun  « Köyü kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar  saptaması, "Hak, Hukuk, Yurttaş ve Kent" kavramlarının iç içe geçmişliğini ortaya koymaktadır.

 

(Lewıs Mumford)’un “Kent, sonsuz geçmişle, nerede biteceği bilinmeyen gelecek arasında, sürekli dönüşen ama tamamlanamayan bir mekandır» değerlendirmesi önemlidir (1). 

 

Ulus-devlet ile işlev üstlenen modern zamanların yurttaş veya Yurttaşlık kavramı, küreselleşme ile birlikte farklı anlamlar yüklenerek «çok kültürlü yurttaşlık» kapsamında tartışılır hale geldi. 

 

Sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılıklar;                           mülkiyet, üretim ve egemenlik ilişkileri, günümüzde de devam eden hak mücadelelerinin esas nedenini teşkil ediyor.


İnsanın ve Halkların Hak mücadelesinin özünü oluşturan daha iyi, daha doğru, daha güzele ulaşma çabaları toplumsal hayatın gelişiminin dinamikleri olmaya devam ediyor.  

 

Kentsel yaşam da bu mücadelelerin ürünü olduğu kadar, kendini aşacak, toplumsal olandan yana, daha ileri adımlar atacak siyasi/ekonomik potansiyelleri de içinde barındırıyor. 

 

Teknolojik gelişme, üretim araçlarının geldiği aşama, üretimin gücü, üretilen ürünler ile adilane koşullarda bölüşüm ve paylaşımın mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

 

Toplumsal sorunlara tarafsız, objektif ve bilimsel bakan bütün çevrelerin ortak kanaati odur ki; Üretim, esas olarak insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmalıdır. Sınırsız kâr amaçlı bir üretim söz konusu olmamalıdır. Aşırı tüketim teşvik edilmemelidir. Gelir ve refahın adaletli bir biçimde bölüştürüldüğü, savaşlara imkan tanımayan barış içinde yaşama koşulları sağlanmalıdır. Bu sayede başta iklim krizi ve ekolojik çöküş olmak üzere sosyo-ekonomik adaletsizliklerin de önüne geçmek  mümkün olacaktır.  

Bu bakış açısı da ortaya koymaktadır ki ihtiyacımız olan, toplumcu, dönüştürücü siyasi irade ile onu sahiplenecek toplumsal örgütlenmeden yoksunluğumuzdur. 

 

HAKLARIMIZI HATIRLAMAK 

 

İklim krizi, ekolojik çöküş ve sosyo-ekonomik adaletsizliklerin önüne geçmek durumundayız. Kapımıza dayanan tehdidi ve bizler dahil pek çok canlı türünün yok oluş sürecine çözüm üretmek zorundayız. O nedenle bu yolda çözüm geliştirmeyi kolaylaştıracak "hak" ve "hak mücadelesi" kavramlarını hatırlamak ve hayata geçirmek için ısrarlı bir çaba sarf etmek son derece değerli olacaktır. 

 

 "Hak Talebi" İhtiyaçtan Doğar 

Haklar yalnızca ifade edilmekle değil, talep edilebilir, ulaşılabilir, kullanılabilir olduklarında anlamlıdır. Sahip olduğumuz haklarımız da aynı şekilde hayatın içinde duyulan bir ihtiyaçtan, o ihtiyaç sahiplerinin taleplerinin olgunlaşması ve toplumsallaşması ile kullanılabilir hale gelmiştir.                                                                         

 

Hakkın varlığından söz edebilmek için,

 

1-Yaşamdan kaynaklı bir değer söz konusu  olmalıdır.     


Hak talebi, canlı veya cansız değer için, emek > üretim > bölüşüm > işbölümü > sahiplik ilişkilerini içeren ilişkiler sürecinin > ortaya çıkardığı yaşamsal bir ihtiyaca bağlı olarak  > otoriteye karşı > giderek toplumsal bir güç haline gelen koruma/korunma taleplerinin varlığı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaya başlar.                                                                                                                                                                                        

2- Bu talep kapsayıcı olmalı, genellik ve eşitlik ilkelerine aykırı olmamalıdır.                                             


3- Bu yaşamsal değerin hak olarak nitelendirebilmesi için de 4 unsura sahip olması gerekir; 

 

a) hangi konu, hangi değer korunmak istenmektedir; konusu belli olmalıdır. Tarihsel kültürel doğal canlı, cansız bir değer…. 


b)  Hak diye nitelenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğu; öznesi belli olmalıdır. İnsan, kadın, çocuk, engelli..   


c-   Muhatap genel olarak siyasal otorite, merkezi veya yerel yönetimler, meşru bir otorite olmalıdır. Hakların tanınması ve uygulanması için koşulları yaratmalı, hak ve özgürlüklerini kullananları engelleyici olmayan siyasal ve sosyal tedbirleri almakla sorumlu olmalıdır.                                                                      

d- Hakların  ihlalinde idari ve adli yaptırımlar öngören ve uygulayan bir hukuk düzeni olmalıdır. 


Üç Kuşak İnsan Hakları  

 

Tarihsel süreci içinde değerlendirilirken haklar üç kuşak/dönem olarak ele alınır.


>BİRİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > devletin dahi karışmaması gereken özgürlükler ve siyasal haklar alanıdır. İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yönetime katılma hakkı…

Bu haklar, kapitalist ilişkilerin inşası ve  egemen olma sürecinde feodal beylere karşı burjuvazinin yürüttüğü mücadele ile elde edilmiş olan bireysel hakları, kişilik ve siyasal hakları içermektedir.                                                                                                                                                                                   

>İKİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > toplumsal ekonomik ve sosyal haklardır. Kamusal otoriteden düzenleme yapması, müdahil olması talep edilen alanlara ilişkin haklardır. Konut, sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi emeği ile geçinenlerin, eşitsizliğe maruz kalanların, sosyo-ekonomik dezavantajlıların ihtiyaçlarından kaynaklanan haklardır.    

 

>ÜÇÜNÇÜ KUŞAK İNSAN HAKLARI >  Son 30-40 yılda gündeme gelen dayanışma haklarıdır. Kişinin, örgütlü toplumun ve gerektiğinde devletlerin birlikte katkısını gerektirir. Çevre hakkı, barış hakkı, kalkınma hakkı, insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakları, kültürel miras hakları, halkların hakları ile kent hakkı kavramları bu grupta değerlendirilir.                                              Uluslararası ölçekli gelişmelerin, küreselleşen ticaretin, ulus-üstü şirketlerin neden olduğu ortak sorunlara karşı talep edilen hakları kapsamaktadır.                                                                                

Küreselleşme politikalarıyla birlikte ulus üstü şirketlerin paraya dönüştürülebilecek her alanın piyasalaştırılmasının, kamusal hizmetlerin ve kamusal alanların ticarileştirilmesinin kent mekanlarında somutlaşma koşullarını ifade etmektedir . 


Uzay hakkı, ileri teknolojik gelişmeler, klonlama ve bilgi toplumu hakkı gibi evrensel mutabakat koşullarının tartışmaları devam eden 4. kuşak hakları bulunmaktadır. 

 

Uluslararası bildirgeler ve Birleşmiş Milletler’de imza altına alınan sözleşmelerde açıklanan insan hakları, devletleri, devleti yöneten siyasi iradeyi bağlayıcı, iktidarların saygınlık, onur ve güvenilirliğini ortaya koyan, kayıtsız şartsız uymakla yükümlü olduğu taahhütleri haline gelmişlerdir. 

Bunun yanında her insan ekonomik olarak eşit doğmamaktadır. Bu bakımdan bütün insanların haklar ve özgürlükler bakımından eşit kabul edilemeyeceği eleştirisi devam etmektedir. O nedenle eşitsiz yaşam koşullarının mağdurlarının insan haklarında ifadesini bulan doğuştan eşitlik ve sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri için ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadeleleri devam etmektedir. 

Hiç kuşku yok ki en temel haklarımızda yaşamakta olduğumuz sorunların sorumlusu egemen yönetim anlayışını sürdüren siyasi iradedir/iktidardır. 

 

KENTSEL YAŞAMIN HAKLARI

 

Günümüzde kentler, kentsel yaşama ilişkin haklar kapsamında her üç kuşak insan haklarımızın da gerçekleşme/ ama daha çok iktidar odaklarınca engellenme alanı haline gelmiştir.   

 

(Louis Wirth)  tanımıyla, Kentler, toplumsal olarak benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, yoğun nüfuslu, mekanda süreklilik niteliği olan, heterojen, iş bölümü ve uzmanlaşma  seçeneklerine sahip yerleşimlerdir. Kentsel yaşamın, kent sakinlerine sosyal, kültürel, toplumsal etkinlikler açısından olanaklar sunması, giderek kente özgü özelliklere ağırlık kazandırması, kentlilik bilincinin, kentte yaşamanın zorunlu kıldığı kurallara uygun davranma özellikleri geliştirmesi beklenir”(2)

 

Küreselleşmenin henüz olgunlaşma dönemlerinde özellikle sanayileşme ile birlikte etrafımızı saran yoğun yapılaşmanın, yoğun emek sömürüsünün ve hemen her alanda kullanım değeri yerine, değişim değerinin esas alınır hale gelmesinin ve küçük bir azınlığın beklentileri için kentsel yaşamda dışlanmışlıkların, daralmışlıkların ve yabancılaşmaların olağanlaştırılmak istemesi karşısında kent hakkı kavramını savunan  Henri Lefebvre’nin (3) yaklaşımı bugün de geçerliliğini korumaktadır.            Ona göre,                                                                                                                                                                        

«var olan kentin hakkını değil, gelecekteki bir kentin hakkını talep etmeliyiz»

 

Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile kentte yaşayanların kentsel siyaset içerisinde yerini almaları ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmak üzere örgütlenmeleri gerektiğini savunan Lefebvre, «Kentin sermaye veya mülk sahibi olmayan, mekanların değişim değeri üzerinden para kazanamayan sınıflarının kent üzerinde artık hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştır”, «Kent mekanlarının, ortak alanların, kıyıların, yeşil alanların kullanıcılarının hakları, bu mekanların kapitalist piyasada değişim değeri üzerinden para kazanan sınıfları tarafından sürekli gasp edilmesi….” karşısında sessiz kalınmaması gerektiğinin altını çizmiştir.

 

Mckenzie Wark (4), kentsel gelişimin toplumsal olandan yana dönüşümün koşullarını kendi içinde barındırdığını, bunun için itiraz etmenin yeterli olmadığını ifade etmektedir.


«Gelecekteki daha iyi zamanlar vaadi avucumuzdan kaçıyor. Bu dünyanın sunduğu imkanlar şimdilerde son derece iç karartıcı ve çok sönük…  En iyi haliyle sunduğu şey, parçalanma gösterilerinden ibaret. Seçenekler ya kapitalizm ya barbarlık. Şantajın yönettiği bir çağ bu. Ya aynı şeyleri tekrar edeceğiz ya ahir zamanları göreceğiz.  Daha doğrusu onlar öyle diyorlar. Ama biz kabul etmiyoruz. Şimdi, 21. yüzyıldan nasıl çıkacağımızı planlamanın vakti geldi. Karamsarlar haklı, bu böyle sürüp gitmez.                                                                                                 İyimserler de haklı, başka bir dünya mümkün.  Araçlar elimizin altında.”  

 

 

Bu konuda David Harvey (5) “ Kent hakkı kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ancak bu değişim bireysel beklentinin değil, kollektif bir beklentinin kullanımına dayanır. Çünkü kent hakkı, ortak geleceğimizi belirleme hakkıdır.” derken bu araçları nasıl kullanılabileceğini ve müşterek beklentilerimiz için bir araya gelmenin gerekliliğini ifade eder.

                                                                   

Harvey’e göre “kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir, geri kazanılması gerekir. Demokratikleşmenin, mekanı yeniden üretmenin, kamusal alanları yeniden kazanmanın yolu kent hakkı mücadelesi ile mümkün olacaktır."

 

Margit Mayer ise,(6) “… kentin, kamu çıkarları aleyhine rant aracı haline getirilmesi, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanlarının sınırlandırılması, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara karşı verilen kent hakkı mücadelesinin öncelikle ona ihtiyacı olanlar için sahiplenilmesi gereken bir hak olduğunu…” ifade ederken gerçekte kentsel haklar için verilen mücadelenin dayanması gereken gücün elit bir grup değil, dışlanan, ayrımcılığa tabi tutulan, kentsel imkanlardan yararlanamayan çevreler olduğunu söylemektedir.

 

Şurası son derece açık ki kent sakinleri, var olan kentten memnun değil.  Kentin imkanlarından yeterince veya hiç yararlanamayan kent sakinlerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor.                   Kentler büyüdükçe insanlar daralıyor….

 

KAMU / KAMUSAL ALAN / KAMUSAL ÇIKAR

 

Kent sakinleri neden daralıyor ? 

 

Barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, boş zamanlarını değerlendirme, dinlence haklarından mı  yararlanamıyor ? Temiz çevrede yaşama hakkı mı ihlal ediliyor ? Zaten sözü dinlenmeyen kent sakinleri ortak alanlardan da mı yararlanamaz hale getirildi? Düşünceleri, kimliği, kültürel yaşamı, içine kapanmasına mı neden oluyor ? Geçinemiyor, muhtaçlık halleri, bağımlılık ilişkileri onu daha da mı eziyor ?   Yoksa bütün bunlar yetmiyormuş gibi kamusal alanlarda ve kamusal hizmetlerde bir müşteri olarak görülmesi mi onu fazlasıyla daraltıyor ?


Kamu/toplum, kamusal alan, kamusal/toplumsal çıkar kavramları, kentsel yaşamda topluma ait olan, herkese açık, özel ya da kişisel olmayan, herkes için ele alınması gereken konuları, alanları  ve uygulamaları içermektedir.  

 

Bu alanlar, istisnai haller dışında toplumun serbestçe yararlanma koşullarının sağlandığı, yurttaşlık hak ve sorumluluklarının dışlanmaksızın ve ayrıcalıksız olarak işlevsellik kazanmalarının mümkün olduğu etkinlik konuları, alanları ve uygulamaları olarak ele alınmalıdır.  

 

Bu kavramlarla esas olarak, toplumun ortak ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiği açık bir konudur.           Bu doğrultuda bireyin kendini özgürce ifade edebildiği, kendi ayakları üzerinde kalmasını sağlayacak koşulların sağlandığı, o nedenle kamusallığın, kamu sektörünün ve kamusal hizmetlerin var olduğu düşünülmelidir.   

 

O nedenle bir bütün olarak haklarımız ve özgürlüklerimiz, farklılıklarımızın korunması, geleceğimize güvenle bakabilmemiz, demokratik, kültürel, tarihsel ve doğal değerlerimiz   ve bütün bu toplumsal bağlarımıza yönelik yasal düzenlemeler kamusal çıkarlarımız ile doğrudan ilgilidir.

 

Kamu gücünü temsil eden ve kamu otoritesini kullanma yetkisine sahip olan devlet, bu nedenle tüm yurttaşlarına eşit mesafede ve tarafsız olması gerekir.

 

Ancak kamu demek, devlet demek de değildir.  Kamusallık veya kamuculuk, çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi, bireylerin gelişime ve değişime açık toplumsallaşmasından yanadır.  

 

Ne yazık ki devlet yapısı da, siyasi irade de tekçi, otoriter ve güdümlü bir toplumsallaşma istemektedir. Buna toplumsallaşma değil, toplumu sürüleştirme demek daha doğru olacaktır. Çünkü kamusal olanın içi tamamen boşaltılmış durumdadır.                                              


O nedenle artık kamu, kamusal alanlar ve kamusal çıkarlar değil, tek adam ve onun savunduğu çıkarlar geçerlidir.

 

KAMUSAL OLANIN İÇİ BOŞALTILDI.

 

Küreselleşme ile her alana sirayet eden neoliberal politikalar nedeniyle, ulusüstü şirketler ve sermaye çevreleri yararına  kamusal alanların işlevleri ve kamusal hizmetlerin esas amaçlarının içi boşaltılarak tasfiye edilmiştir. Hatta bu konuda pervasızlık o dereceye varmıştır ki,  ormanların, akarsuların, madenlerin  özel çevrelere tahsis gerekçesi olarak kamu çıkarı gösterilmektedir.

 

Kamusal mekânların ve kamusal hizmetlerin ticarileşmesi, tüketimin teşvik edilmesi, ancak  parası olanların yararlanabileceği kamusal düzenlemeler ile kamusal alanların işgali,                                         kıyıların, ormanların, madenlerin, su kaynaklarının özelleştirilmesi,                                                   sermaye sahiplerinin kar beklentilerine göre yatırımlar yapılması,                                                              ve paraya dönüşebilecek her alanın ve her konunun piyasalaştırılmak istenmesi;                                        hak ve özgürlük alanlarımızın daha da daralmasına, sınırlandırılmasına ve devletin her koşulda sermaye çevrelerinin çıkarlarını korur hale gelmesine neden oldu.

Bu durum devlet politikası halini aldı ve kamu kurumları buna göre yapılandırıldı. Bütün bu süreç kayıtsız şartsız sürdürülmesi, idari, yargısal, toplumsal herhangi bir engelle karşılaşılmaması amacıyla tek adam rejimine geçildi. Toplumsal rıza konusunda da  Türkçülük/Dincilik ittifakına bel bağlandı. 

 

Aynı şekilde yerel yönetimler de bu durum nedeniyle yapısal değişikliğe uğradı. Ancak tek adam yönetimi konusunda, toplumsal rızanın sağlanamadığı bu alanda kendini gösterdi. Cumhur ittifakı seçimleri kaybetti. Şimdi çoğunluk yerel yönetimler tek adam yönetime karşı ama stratejik alanlardaki kararlar, planlama, tahsis, ihale yetkileri merkezi yönetime aktarılarak içi daha da boşaltılmak isteniyor.

 

Hiç kuşku yok ki, devlet, doğrudan üretim, bölüşüm ve siyasal alana müdahale tekeline sahiptir. Devlet yapısının ve işleyişinin bir parçası olarak yerel yönetimler de bu müdahale alanı içinde yer almaktadır. Yerel yönetimlerin yapısal düzenlemelerinin, kullandığı yetkilerin içeriği ve sınırlarını belirleme tekeli merkezi yönetim aracılığı ile gerçekleştirilmektedir.   

 

Dolayısıyla ne merkezi, ne de yerel yönetimlerin sınıflar üstü, toplumsal ayrışmalar ve çatışmaların üzerinde tarafsız bir konuma sahip olduğunu savunmak mümkün değildir.

 

Zira, yerel yönetimlerin alt yapı, ulaşım, mekan örgütlenmesi, genel sağlık, değişim ve tüketimin sürdürülmesi gibi düzenlemelerinin ticarileştirilmesi, mal ve hizmetlerin  kullanım değeri yerine değişim değeri esas alındığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak özel mülkiyete konu olmayan kamusal alanlar birer rant konusu haline getirilmektedir. Özel mülke konu alanlar ise planlama ilkelerine aykırı olarak ranttan daha fazla pay edinilmesine imkan tanınmaktadır. Böylece mülk sahipliği ile rant düşkünlüğü özdeş hale getirilmiştir. Ortak alanların ve kamusal hizmetlerin özel çevrelere tahsisi ve söz konusu tahsis ve ihalelerle kayırmanın, taraflara menfaat sağlamanın yerleşik hale geldiği artık sır değildir. Benzeri çıkar ilişkileri gibi sayılabilecek pek çok nedene dayalı olarak, hem merkezi yönetimler hem de yerel yönetimler, artık özel menfaat çevrelerinin sermaye birikim ve pazar edinme alanları haline getirilmiştir. 

 


Öngörüsüzlük, plansızlık, donanımsızlık ve tedbirsizlik sonucu yaşanan, iklim krizinin etkisiyle daha da katlanan sel, taşkın, orman yangını felaketlerinin de bu çıkar çevreleri için ayrı bir nemalanma aracı olarak kullanılmak istenmesi de artık tek ölçütün kamu kaynaklarına bütünüyle çökme operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığımızı ortaya koymaktadır.  

 

Bütün bu yapılanma modelleri ve uygulamalar insan hakları hukukuna, uluslararası insan hakları bildirge ve sözleşmelerine, anayasal  ve yasal düzenlemelere aykırıdır. 

 

Anayasada yer alan kişisel, sosyal, ekonomik, siyasal haklar küçük bir azınlığın ulaşabildiği ve keyfi bir şekilde kullanılan göstermelik haklar halini almıştır. 

 

Toplumun çok büyük bir çoğunluğu maddi desteğe muhtaç ve son derece kısıtlı koşullarda yaşamalarına neden olan bu model nedeniyle, yurttaşlar haklarından ya yeterince, ya da hiç yararlanamamaktadır.

 

Bu fiili durumdan nemalanmak üzere üretilen politikalarda yer alan yönetime katılma düzenlemeleri /kent konseyi – çeşitli STK ve meslek odaları ile yürütülen istişareler/ ise, tıpkı diğer haklarımız gibi göstermelik ve iktidarın işine geldiği ölçüde dikkate alınan ayrıntılardır. Öyle ki anayasal haklar olan dilekçe hakkı, bilgi edinme hakkı, ÇED toplantıları, yargısal süreçler idarenin keyfiyetine göre işlem gören düzenlemeler haline almıştır. 

 

Bu olumsuz tablodan siyasi irade sorumludur elbette. Ancak merkezi veya yerel yönetim kurumlarının toplumu zapt- u rap  altında tutmak isteyen bu zora dayalı düzenlemelerin ve uygulamaların parçaları oldukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.


Bütün insani değerleri ezen, varlığını kendi dışındakilerinin haklarını yok sayarak sürdürmek isteyen iktidar anlayışının haklarımızı gasp ettiğini, kente ve yurttaşlara karşı suç işlendiğini, merkezi ve yerel yönetimlerin kamusal yükümlülüklerini yerine getirebilme özelliklerinin kalmadığı artık ayan beyan ortadadır.    

 

İŞKENCESİZ BİR HAYAT MÜMKÜN

 

Kabul edilmelidir ki bu haliyle toplum sistematik bir işkence altında yaşamaktadır.     


Bu yapı ve işleyiş, kent sakinlerinin büyük bir çoğunluğunun hemen her anında, irili ufaklı iktidarlarca onların yaşam biçimlerine müdahale edilmesine de neden olmaktadır. Muhtaçlıkları, geleceksizlikleri, daraltılmışlıkları içinde hemen herkes kaygılı, mutsuz ve güvensiz koşullarda yaşamlarını sürdürmeye zorlanmaktadır.  


Bütün kadınların her an sözlü veya fiili bir saldırı altında, erkek egemen çevresinin şiddet ve ölüm tehdidini göze alarak yaşıyor olmaları;     

 

Bütün çocukların, gençlerin  korku ve biat ortamlarına mahkum edilmeleri, ucuz işgücü ürünleri olarak yetiştirilmeleri; 

 

                                                              Bütün çalışanların, emeklilerin, iş arayanların yaşamlarına ilişkin kayda değer söz hakkına sahip olamamaları, buyurganlık ve sürekli yasak ve cezalandırılma tehdidi altında yaşarlarken iktidar çevrelerinin her türlü keyfiyetinin cezasızlıkla ödüllendirilmeleri de ortaya koymaktadır ki;  toplumsal olarak düşüncelerimizi açıklama ve örgütlenme özgürlüklerinden mahrum ve siyasi iradeye güdümlü bir hayata bağımlı kılınmak isteniyoruz.  

 

Seller, orman yangınları, kuruyan göller, iklim krizi karşısındaki öngörüsüzlükler de göstermektedir ki  bilimsel yaklaşımlar, planlama anlayışları iktidar için uyulması gereken kılavuzlar değildir. Savaş tacirliği, göçmen, mülteci pazarlıkları ve emperyalizmin beklentileri arasında gidip gelmeler, ekonomik ve siyasi tercilerde toplumun ihtiyaçlarına aldırış edilmedi son derece açıktır.                                                                                     

Bu koşullar, emeği ile geçinenlerin, dar ve sabit gelirlilerin değil, ama şirketlerin, iktidar çevrelerinin işine gelen bir hayat halini almıştır.                                                                                                               

Bütün ortak alanlarımıza ve değerlerlerimize yönelik işgal ve dışlanmışlık halleri  hak mücadelesinin ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.       


Toplum ve toplumsal hayat zaruret haline düşürülmüş durumdadır. Bir araya gelmeye, temas içinde olmaya, tartışmaya ve sorunlarımıza yönelik çözümler geliştirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. İçine sıkıştırıldığı krizi aşmak zorundadır. Mafya ilişkilerinin, her türlü çarpma, çırpma, suçu ve suçluyu gizleme senaryolarının sonu gelmemektedir. İktidarın hayata dair söyleyebileceği kabul edilebilir bir argümanı kalmamıştır. O nedenle dini referanslarla, dinsel figürleri öne çıkarmaktadır.
 

Dini siyasallaştırarak, ırk ve köken üzerinden toplumu kendi içinde ayrıştırarak taraftar edinmek isteyen iktidar anlayışı, bu koşulları acımasız bir sömürü ve talan düzeninin zenginleşme aracı haline getirmiştir.

 

O nedenle “var olan kentin/iktidarın/ tekçi çıkar çevrelerinin hakkını değil, geleceğimizin kentini /ortak çıkarlarımızı/ çoğulcu toplumsal olandan yana haklarımızı talep etmek üzere, hiç bir bahane üretmeden bir araya gelmekten kendimizi alıkoymamalıyız.  

 

 

(1)     Lewis Mumford, (1961) “Tarih Boyunca Kent” Ayrıntı Yayınları, Çev: Gürol Koca, Tamer Tosun

(2)     Louis Wirth’ün 1938 yılında yayımlanan ‘Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentleşme’ makalesi 

(3)     Henri Lefebvre (1967), “Şehir Hakkı” Sel Yayınları, Çev. Işık Ergüden

(4)     McKenzie Wark (2011) “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var” Sel Yayınları, Çev.Arda Çiltepe

(5)     David Harvey (2012) “Sermayenin Mekanları” Sel Yayınları, Çev.Başak Kıcır,Deniz Koç,Kıvanç Tanrıyar,Seda Yüksel

(6)     Margit Mayer(2014) “Kar İçin Değil Halk İçin Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı” Sel Yayınları, Çev.Kübra Kelebekoğlu

15 Ağustos 2021 Pazar

VUR ABALIYA, DEVAM ETSİN Mİ?

 Dünyada  60 milyondan fazla insanın mülteci statüsü olmayan mülteci durumunda olduğu belirtiliyor.

6 Ağustos 2021 Cuma

ORMAN YANGININ HUKUKİ SORUMLUSU İDARE; SİYASİ SORUMLUSU CUMHURBAŞKANIDIR

Cumhurbaşkanının yangın alanı içinde kalan yerleşimler konusunda sorumluluğu Büyükşehir Belediyelerine yüklemek istemesinin hedef şaşırtmaya yönelik siyasi bir manevradan başka bir anlamı yok.


Zira, merkezi yönetimin, imar barışı adı altında hazine arazilerinde dahi kaçak yapılaşmayı ödüllendirip teşvik etmiş olması; 

orman veya sulak alan gibi alanların vasıflarının kaybolmasına neden olan süreçte idarenin etkin önlem almadığı gibi kolaylıkla gözden çıkarması, 

plansız, programsız çok sayıda maden ocağı, taş ocağı, HES ve benzeri ruhsatları Orman sahalarında verilmesinde sakınca görmemesi; 

son olarak Turizm Teşvik Yasası kapsamında orman sınırları içinde Anayasal düzenlemeye karşı olarak  turizm alanı ilanı ve tesislerinin kurulmasının cumhurbaşkanı onayı ile Turizm Bakanlığına bırakılmış olması, bu alanların yaygın kullanımları sonucunda daha yaygın tahribatlar ve beraberinde getirdiği daha yaygın risklerle orman yangınlarının çıkmasına zemin hazırladığı bilinen gerçekliklerimizdir. 


Kaldı ki orman yangınların bu denli etkili ve günlerce sürmesinin esas nedeni olarak gösterilen öngörüsüzlük, donanımsızlık, tedbirsizlik, koordinasyon eksikliği ve yeterli sayıda uçak yoksunluğunun yegane sorumlusu merkezi yönetimdir. 

Anayasa 169. Madde gereği idarenin/merkezi yönetimin 1.derecedeki sorumluluğu tartışmasızdır.  


İçişleri Bakanlığı’nca “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan edilen Manavgat’ta yaraların sarılması için başlatılan koordinasyon çalışmalarında Büyükşehir Belediyesinin ve Manavgat Belediyesinin dışlanması, alakasız bir şekilde Kepez Belediyesi Başkanı Hakan Tütüncü’ nün görevlendirilmesi de idarenin sorumluluğunu ağırlaştırıcı bir etken olmuştur.  


İdarenin tam bir dayanışma ve kesintisiz koordinasyon içinde davranılmasının kaçınılmaz olduğu koşullarda partizanca davranması ve görevinin gereğini yerine getirmemesi birlikte düşünüldüğünde ağır hizmet kusurunun gerçekleştiğinde tereddüt bulunmamaktadır.

Yangın alanlarına ilişkin olarak ilgili Bakanlar “Cumhurbaşkanı talimatı ile” hareket ettikleri, görüş oluşturduklarına ilişkin açıklamalarda bulunmuşlardır. Görev tanımları yasalarla ortaya konulmuş idarenin yetkililerinin söz konusu açıklamaları hukuki ve cezai sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır.  

İdare genellik ve eşitlik ilkesi çerçevesinde davranmalıdır. Yangının öngörülebilir, mevsimsel olarak alınacak tedbirlerle en az zararla engellenebilir olması, bilgi, birikim ve toplumun bu alandaki dinamiklerinin zamanında ve gereği gibi seferber edilmemesi sonucunda son derece ciddi maddi ve manevi zararlara neden olunmuştur.

İdarenin açıklamaları ve uygulamaları yaşanan gelişmeleri siyasi ve ekonomik bir olgu olarak ve kendi lehine durum yaratacak basit bir alış veriş olarak ortaya koyması insan yaşamına ve eko sisteme verilen değerin göstergesi olmuştur.  


Büyükbaş, küçükbaş, beyaz ettir, verilir parası yaklaşımlarını takiben orman yangını sonucu ölen insanların, kullanılamaz hale gelen mekanların, neden olunan zararların tamamen karşılanmak istenmemesi siyasi ve hukuki sorumluluğun gereğinin yerine getirilmediğini ortaya koymaktadır.  


Yangın yerlerinde yok olan değerlere, yaşam bağlarına, anılarına, gelecek tahayyüllerine, bu yerleşimlerdeki sakinlerin görüşlerine önem verilmediği ise son derece açıktır.

O nedenle TOKİ denilen ve bir tüccar zihniyeti içinde hareket eden kurum yangının ilk günlerinden itibaren tek taraflı olarak sürüme soktuğu projelerini kabul ettirmek istemektedir. Yıkım, enkaz, nakliye, inşaat vs kalemler üzerinden yangın mağdurlarına külfet yükleyen tutanaklara imza toplamaya çalışanlar, tek taraflı tutulan ve muhtarlara imzalattırılan belgeler ile yörenin mağdur  insanlarını şaşkınlık içinde bırakmaya devam etmektedirler.  


Manavgat ve çevresindeki edinilen izlenim, idarenin neden olduğu zararlardan kamu otoritesinden kullanarak, yangın mağdurlarının ortada kalmış hallerinden aşırı yararlanarak ve bu felaket hallerinden de kendi çevreleri lehine sonuçlar çıkarma gayreti içinde olmalarıdır.  Zira yangın mağdurlarının yanıltıldığı ve hak edilmeyen külfetlere maruz bırakılmak istendiği yakınmaları son derece yaygındır. 


Şeffaf, açık ve katılımcı bir tartışma ortamı olmaksızın yürütülen, kimin neye göre hangi kriterler esas alınarak hukuki bir ilişki tesis edildiği, sorunun bir pazarlık ve dayatma içinde götürülmemesi gerektiği  son derece açıktır. Bu konuda alınan kararların, kime ne imzalatıldığının kamuoyu ile paylaşılmaması yangın mağdurlarının hak ve hukukuna zarar verici niteliktedir.  


Günlerce süren yangının, kamusal otoritenin zaafiyeti, tedbirsizliği ve kabul edilemez donanım yetersizliği sonucu, göz göre göre gerçekleştiği ortada iken, evleri kül olan, zarar gören insanlara külfet yüklemenin, kredi borçlanması içine çekmenin hukuki ve vicdani bir karşılığı bulunmamaktadır.  
Bu insanlara ne tür bir kusur veya ihmal yükleyeceksiniz ki idarenin neden olduğu zararların üstüne bankalara borçlanmaya zorlanmaktadırlar.
Kaldı ki ortada doğal bir felaket değil, idarenin ağır hizmet kusuru olduğu konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.  


Anayasal ve yasal sorumluluğunu yerine getirmeyen İdare/İlgili bakanlıklar ve Cumhurbaşkanı hukuki ve siyasi sorumluluktan kaçınmamalıdır.  


Kamusal görevlerinin gereği olarak yükümlülüklerini yerine getirerek mağduriyetlerin tamamını, canlı cansız neden olunan zararlar karşılanmalı, zarar gören yapılar yenilenerek eski haline getirmelidir.  Ancak bu aşamadan sonra, varsa rücu koşulları (zarara neden olduğu tespit edilen başka sorumlulular) göz önüne alınmalıdır. 

 

Aksi durum siyasetin, kamu kaynaklarının ve kamusal hizmetlerin bir kez daha iktidar çevresinin zenginleşme aracı olarak kullanıldığının yeni bir örneği yaşanmış olacaktır.  


 


1 Ağustos 2021 Pazar

Şimdi Birlikte Olma Zamanı

Temmuz ayının başında Cumhurbaşkanı, AKP İl Başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada

1 Temmuz 2021 Perşembe

Burdur Kent Meydanı

Burdur Belediyesi kent meydanı düzenlemesi yapıyor.  Cumhuriyet Meydanındaki Belediye Binasının yıkımına  karar verildiği,

İNSAN HAKLARI İLE İNSANDIR

İnsan Hakları Derneği Antalya Şubesi 2. Olağan Genel Kurul toplantısı yapıldı. 
Genel Kurul Divan başkanı olarak yaptığım konuşmadır;  
 
".... 1986 yılında Ankara’da kurulan İnsan Hakları Derneği’nden sonra Şair Metin Demirtaş, Avukat Ali İhsan Yalçın, Öğretmen Mehmet Şener, Eczacı Ayşe Aydın ile birlikte Derneğin Antalya Şubesinin Kurucu yönetim kurulu faaliyetlerine başlamıştık.
Öncelikle aramızdan ayrılan bu dostlarımızı sevgi ve saygıyla anmak isterim. Anılarının insan hakları mücadelesinde kalıcı olmasını diliyorum.
1980 askeri darbe sonrası siyasi partiler, dernekler, sendikalar kapatılmış, temel hak ve özgürlüklerle ilgili yasalar iptal edilmişti. Bu dönemde yaşanan tahribatların hızla giderilmesi, bu alanda duyarlılık oluşturulması amacıyla İnsan Hakları Derneği geniş bir katılım ile kurulmuştu. Dönemin mağdur ve muhalif çevreleri bu oluşum ile birlikte siyasi görüş ayrımı yapmaksızın aynı çatı altında bir araya gelmişti.
İtiraf etmeliyiz ki o dönemlerden geriye kalan ne yazık ki ilk kuşak haklarımızın kullanımında hala yeterli mesafe alamamış olmamızdır.
Devletin veya herhangi bir otoritenin karışamayacağı özgürlükler alanı, kendini ifade etme, düşüncesini açıklama, siyasi veya cinsel tercihleriyle örgütlenme ve yönetime katılma kanalları her bir birey ve çevre için sorunlu olmaya devam ediyor. Hatta daha da vahimi iktidarın keyfiyetine dayalı olarak özellikle inanç ve kökenine, cinsel tercihine, siyasi ve sosyal konumuna göre tamamen yasaklanıp kapatılabiliyor.
35 yıl önce gelişmiş ülkeler uzay hakkını tartışırken bizler hala düşünce özgürlüğünü sağlayamıyoruz demekteydik. Nitekim, birinci kuşlak haklarımızı sağlamlaştıramadığımız için İkinci kuşak insan haklarımız olan ekonomik ve sosyal haklarımız da hepten ellerimizden alındı.
Sağlık, eğitim, konut, ulaşım, çalışma haklarımız, kapital sahiplerinin, çıkar çevrelerinin daha fazla para kazanma hesaplarına ve piyasaya terk edilmiş durumda.
Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen evrensel insan hakları kavramının, iktidarda olanın kendini var eden statükoyu sürdürme hakkı olarak ele alındığına kuşku duyan kalmamış olmalı.
Hak kavramı, iktidar ve çevresi için ayrıcalık yaratması, rakiplerini etkisiz kılmak üzere kullanılması, ekosistemi talan etme aracı olarak kullanılmasının kuralı haline geldi.
Bu sayede güçsüzler istismar ediliyor, muhtaçlık ve bağımlılık halleri kurumsallaştırılırken dezavantajlı çevreler yalnızca biat etsin isteniyor.
Bu nedenlerle küçük bir azınlığı temsil eden iktidar odaklarına ters düşenlere karşı düşman hukuku uygulanmakta olduğu bir sır değil.
Bu gelişmeler de ortaya koyuyor ki ilk ve ikinci kuşak haklarına sahip olabilmek için hepimizin öncelikle ve süratle üçüncü kuşak insan haklarında buluşmamız gerekiyor.
Yani dayanışma hakları….
Bu kapitalist düzeninin tüm mağdurlarının, dışlananlarının ve yok sayılanlarının dayanışma içinde olmaları kaçınılamaz bir zorunluluk olarak hepimize sorumluluk yüklüyor.
Küresel sermayenin kuşatması altında olan çevre hakkı, barış hakkı, kamusal haklarımız ile yaşam alanlarımıza sahip çıkma iradelerimizi mutlaka birleştirebilmeliyiz. Yoksa bu gidişle artık yaşanacak bir dünya da kalmayacak
Kendinden başka kimsenin gününü ve geleceğini düşünmeyen bu oligarşik yapının tek kaygısının kendi iktidarının sürdürmek olduğuna kuşku kalmadı.
**İstanbul sözleşmesini yürürlükten kaldırmak isteyen anlayış da bu kaynaktan besleniyor.
Toplumun en ilkel en tutucu kesimlerinden alınmak istenen politik destek uğruna en temel hak mücadeleleri bastırılmak isteniyor.
Sivas’ta, Maraş’ta Roboski’de kendini gösteren boyun eğdirme ve zulüm politikaları bu alanda da kendini gösteriyor.
**Finike’de 7 ve 10 yaşlarındaki iki kardeş, yazarak, çizerek cinsel istismara uğradıklarını, satıldıklarını dile getirirlerken, yalnızca anne ve üvey babayı ve onları tahliye eden mahkemeyi değil, bu çocuklara reva görülen geleceksizliği,
aslında hepimizin mahkum edildiği bu ortamı sorgulamamızı zorunlu kılıyor.
**Çocuklarını, gençlerini, kadınlarını koruyamayan, onlara sahip çıkamayan, faillere gerekli yaptırım uygulamaktan kaçınan bir siyasi iradenin yurttaşlarına, üretici güçlerine, emeklilerine, çevresel değerlerine haklarını teslim etmesini, güvenli ve sağlıklı bir gelecek inşa etmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
** Şu günlerde ortaya dökülen kirli ilişkilerden, kamu otoritesi kullanarak kara para aklama merkezi haline gelmelerinden zerre kadar yüzleri kızarmayan iktidar anlayışını hiç birimiz hak etmiyoruz.
Ama kabul etmeliyiz ki bu koşullar hepimizin utancıdır.
**Hukuk kanun etik hiçbir tanıma sığmayan keyfi KHK tebliğleri ile sivil ölümlere gönderilen yurttaşlarımız hala gözlerimizin önündeler. Bu kararnameler kamusal değerlerimizin ve doğanın ölüm fermanları haline geldiler.
**Parti kapatmalar, siyasi cinayetler, dokunulmazlık kaldırmalar, kayyumlar, sınırsız keyfi yasaklama ve gözaltılar, güdümlü yargılama süreci ile yaşanan bütün anti- demokratik uygulamalar, haklarımızı ayaklar altına almak isteyen ve ancak bu yolla varlığını sürüdürebileceğini düşünen siyasi iradenin tercihleridir.
**Mala, cana, statüye teklifsiz çökmeye hazır kıtalar, ganimet avcıları ile iç içe yaşarken aşağıdan yukarıda, yukarıdan aşağıya nereden bakarsak bakalım hiçbir hak ihlalinin istisnai gelişmeler, fevri davranışlar sonucu olmadığı çok açık.
Ama yine de ve her şeye rağmen insan hakkının, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak talep edenlere mahsus bir hak olduğuna inanıyoruz.
İnsani, iyi doğru ve güzel uğruna verilen mücadelede bu hedefe ulaşma umutlarını yok edecek her türlü engellemeyi ve güç kullanımlarını gayri meşru kabul ediyoruz.
Sahiplik duygusundan olabildiğince arınabilen, olabildiğince yalansız, dolansız ama mutlaka savaşsız, sömürüsüz, toplumsal çıkarlara dayalı yaşama ihtiyacı olanların sahiplendikleri ölçüde insan hakları mücadelesinin hedefine ulaşmaması için herhangi bir engel tanımıyoruz.
Eşitsiz yaşam koşulları devam ettiği sürece İnsan hakları mücadelesinin asla sahipsiz kalmayacağını da biliyoruz.
Bu düşüncelerimle, Genel Kurul Divanı adına, İnsan Hakları Derneği Antalya şubesinin eşitlikçi özgürlükçü demokratik ve barış içinde kardeşçe bir arada yaşayabileceğimiz hayatın kurulması için verdiği mücadelede başarılar diliyorum."


 

9 Haziran 2021 Çarşamba

YAMANSAZ KORUMA ALANI TANIMI VE SINIRLARI DEĞİŞTİRİLDİ

8 Mayıs 2021 günü 31478 sayılı Resmî Gazete’de, Yamansaz sulak alanı koruma statüsünün "kesin korunacak hassas alan" ve "nitelikli doğal koruma alanı" olarak tescil edilmesine dair Cumhurbaşkanı kararı yayımlandı. 

 

Bu karar ile Antalya’yı var eden doğal değerlerin toplamını içinde barındıran bu alan, yasa dışılığın tescil edildiği yeni bir düzenlemeye tabi tutuldu. 

Zira bu alan denilince; kırkgözler, su kaynakları, travertenler, drene olan yer altı suyunun oluşturduğu önce göl, sonra sulak alan, Kopak çayıyla denizle buluşma;  kuş cenneti, botanik bahçe; kuraklık ve taşkın gibi afetler için rezerv alanı, turizm gibi konu başlıklarıyla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. 

 

Bu alan 1934 haritasında, bir göl alanı olarak görülmektedir. 196o'lı yılların sonları ise kamusal bir alan olan göl tabanından özel mülkiyete transfer fırsatçılıklarının başlangıç dönemidir.  Antalya Büyük Şehir Belediyesi 1994 yılında, göl tabanını kısmen sit alanı, kısmen de botanik bahçesi olarak tanımladı. Ancak aynı yerde gerçekleştirilen karayolları ağı, alt yapı yatırımları ve göz yumulan kaçak yapıları ile, korunması gereken bu alandaki işgallere karşı etkin bir mücadele verilmediğini ortaya koyuyor.     

https://antalyakentyazilari.blogspot.com/2020/08/yamansaz.html

 

Resmi Gazetede yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı bugüne kadar yaşanan gelişmelerin üzerine tüy dikmekten farksız.

Zira, göl niteliğinden sulak alan, bataklık, sazlık, tarla niteliğine dönüştürülerek yasa dışılığı yasallaştırmak gibi bir işlev üstlenen yerel yönetimlerin bütün bu uygulamaları Cumhurbaşkanı kararı ile taçlandırılmış olmaktadır. 

 

Böylece yerel veya merkezi yönetimlerin yaşam alanlarımızda korunması gereken doğal yapı, özgünlük gibi bir kaygı taşımadıkları, hayata geçirdikleri düzenlemeleri bir tüccar edasıyla, siyaset ve rant üzerinden getirisi/götürüsü hesabı içinde hareket ettikleri bir kez daha ilan edilmiş olacaktır.   

Zira bugüne kadar planlama ilkelerinde yaşanan pek çok usulsüzlüğe, tahribata ve maksatlı uygulamalara karşın, Kırkgözlerden çıkan ve bu alana kadar gelen yer altı su kaynakları hayatiyetini, canlılığını sürdürmektedir. Yani, Yamansaz, halen traverten akiferinden drene olan çok sayıda doğal kaynak ile beslenmeye devam etmektedir.

 

Bu durum, bu alanın hiç olmazsa 1994 yılında ilan edilen 1. Derecede doğal sit alanı niteliğinin korunması gerektiğini ve bu alan içinde kalan kaçak yapılaşmaların süratle bertaraf edilerek alanın doğal yapısına kavuşturulması için harekete geçilmesinin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.

 

Cumhurbaşkanı kararı ile daha önce 1. Derecede doğal sit alanı olarak belirlenen sınırları son derece daraltarak “Kesin Korunacak Hassas Alan” olarak ilan edilmiştir. 

İlan edilen bu alan incelendiğinde görüleceği üzere daha önce 1. Derecede doğal sit alanı içinde yer alan ancak göz yumulan yasa dışı yapılaşmalar ise “Nitelikli Doğal Koruma Alan
” kapsamına alınmıştır. Yani bu yasa dışı yapılar ekonomik ömürleri tamamlanıncaya kadar varlıklarını sürdürmeye devam edecekler, diğer bir deyişle pek çok örneğinde görüleceği gibi asla ortadan kalkmayacaklardır. 

 

Oysa bu kaçak yapılar adı üzerinde yasa dışıdır, bu alanın özelliklerini tahrip etmekte, doğal yapısını da tamamen ortadan kaldırmaktadır. 

Buradaki yapılar gibi resmi gazetede yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı da yasa dışıdır. 

Yalnızca ”Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik” 5. Maddesi bile düzenlemenin usulsüz, keyfi ve dayanaksız olduğunu ortaya koymaktadır.   

O nedenle kent dinamikleri bu düzenlemeye karşı sessiz kalmamalıdır. 

Kente karşı işlenen bu tür suçların faillerinin denetimsiz, yargısız ve bir oldu bitti keyfiyeti içinde hareket etmelerine izin verilmemelidir.

 

27 Mayıs 2021 Perşembe

AVA GİDERKEN AVLANMAK

Siyasi irade, yalnızca kendi siyasi ve özel beklentilerini tahkim etme esasına göre hareket etmiyor. Son gelişmelerle de anlaşılacağı üzere bütün bir toplumu etkisiz kılmaya yönelik hukuk dışı, gayrimeşru yöntemlerle toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın kurumsallaşmasına da neden oluyor. 
 
Bu süreçte karşılaştığımız icraatlar da ortaya koydu ki, siyasi irade kendisini avcı, kendisinden olmayanları av olarak görüyor. (“Av Mevsimi” https://antalyakentyazilari.blogspot.com/2020/09/av-mevsimi.html )

 

İktidarın çevresinde birbirine tutunan dinci ve ırkçı kadrolar ile bunlara eklemlenmiş çıkar çevrelerinin tek argümanı kalmıştı. “Biz gidersek devlet batar, kaos gelir”. diyorlardı. Oysa zaten kaos içine sokulmuş batık bir devletin mimarı oldukları belirginleştikçe iktidarda olmalarını haklı kılacak bir neden kalmadı. 

Bir mafya liderinin yer, isim ve sonuç vererek yönelttiği ithamları, Cumhur ittifakını, kanunların işletilmesinden yana tutum alamayacak kadar acz içinde bıraktı. Meclis araştırmasını ve hukuksal süreci kendilerini ele verecek bir tehdit olarak görmeye başlamaları iktidarın varlık nedeninin sorgulanmasını gerektirir.  

AKP genel başkanı, ithamlara pabuç bırakmayız derken, İYİ Parti genel başkanına Rize’de karşılaştığı sataşmalar hakkında “daha durun bakalım başınıza neler gelecek, bunlar iyi günleriniz” sözleriyle adeta mafya dili kullanabilir hale geldi.

Bu yaklaşım hiç kuşku yok ki, iktidarın siyaset tarzının rakiplerine pabucu ters giydirmek üzerine kurulu olduğu, bu amaca yönelik gayri meşru  yol ve yöntemlere başvurmaktan kaçınmayacaklarının itirafı niteliğindeydi.

Her geçen gün bir yenisi ortaya dökülen bu gayri nizami düzenin kirli ilişkileri iktidar partilerinin  çatılarının altında egemen bir anlayış olarak var olduğu, bizzat teşkilat başkanlığı yapmış yetkilinin açıklamaları ile inkar edilemez bir hal aldı.  

Bu sözlerin sahiplerinin birisinin Cumhurbaşkanı, diğerinin İç İşleri Bakanı olarak devlet katında yer almaları toplumun içine tutulmak istendiği çukurun derinliğini ortaya koyuyor.

İçi boşaltılan merkez bankası, satılığa çıkarılmış her türlü kamusal değerlerimiz, kayırma ve dışlama üzerine kamu otoritesini kötüye kullanmaktan başka kendine çıkış yolu bulamayan bir siyasi iktidar bu toplumun geleceğine yön veremez. 

Ceberrut bir devlet hayali kurup, küçük bir azınlığın değirmenine su taşırken nemalanacağını düşünenlerin de bu çarkın içinde kullanılacağını, kendisine olan saygısını da tüketerek sonunda harcanacağını öngörmemesi mümkün değil.

Bir mafya düzeninin aktörleri haline gelen siyaset, bürokrasi ve ticaret erbabının sonunun gelmesinin devletin sonunun gelmesi demek olamayacağı çok açık.
Din, iman, bayrak, vatan üzerine üretilen “film tekrarları”, dış güçlerin oyununa gelmeyelim söylemleri bu düzenin faillerini aklamış olmamaktadır. 

Hep birlikte yaşıyoruz, iktidar milli ve yerli dedikçe ortalık yerle bir olmaktadır. Büyük hedefler gösterdikçe,  büyük soygunlar, büyük yağmalar, kabul edilemez hukuksuzluklar yaşanmaktadır.

Siyasi irade ava giderken avlandığının, hak hukuk tanımaz, suçu ve suçluyu korur hale geldiğinin farkındadır ama kendisini avcı, kendisinden olmayanları av olarak görmekten vazgeçmeyeceğini deklare etmiştir. 

 

Bir Afrika atasözünde ifade edildiği gibi “aslanlar kendi tarihlerini yazmadığı sürece, avcı hikâyeleri her zaman avcıyı yüceltecektir.”  O nedenle toplumda çok daha büyük bir güç oluşturan demokrasi, eşitlik, özgürlük ve laiklikten yana kesimlerin, hakça paylaşımı, barışı, insanı ve doğayı savunanların  
bir araya gelerek demokratik yol ve yöntemlerle güçlerini göstermeleri, artık yeter diyebilmeleri gerekir.

25 Nisan 2021 Pazar

AKIL FİKİR İZAN

Hatırlanacaktır, HSK Başkan vekili 2018 adli yıl açılışı öncesi “kıyamet gününü düşünerek karar verin” çağrısında bulunmuştu. Savcı ve Yargıçlar bakımından “mesleki kıyamet pratikleri” o kadar çok kamuoyuna yansıdı ki, otoriteyi düşünmeden, hak hukuk adalet üzerine, bağımsız tarafsız adım atılmasının mümkün olmadığı inancı çoktan pekişmiş durumda.


Millet iradesinin tecelli ettiği söylenen çatının altında da diyalog, tartışma, öneri ve ortak akıl oluşturma gibi farklılıkları yansıtacak bir ortam olmadığı hepimizin malumu. Otorite ister, ona amade çoğunluk parmak kaldırır. Aksilik mi oldu ? yapılan geçerli oylama bile, bir bahane ile iptal edilir, gereği yerine getirilir. Farklı bir bakış açısı mı var, varlığı yok sayılır, Milletin Meclisi de bu haldedir. 


Kanun yolları, itiraz hakları ise kağıt üzerinde kalmıştır. Bilindiği gibi mahkeme kararlarının, uluslararası sözleşmelerin kaale alınmadığı bugünlere gelişin açıklaması “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti”  olmuştu. Bu laf 16 nisan 2017 referandumu gecesinde sarf edilmişti. Yine aynı konuşmada, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte yargı, yasama ve yürütme erkleri arasındaki ilişkiler birbirlerinden tamamen ayrıldığı ama artık bu erklerin hepsinin aynı ortak hedefe hizmet edeceklerini rabia işareti ile gösterilmişti.    
 

Bu kapital düzeni, artık nasıl ifade edilirse edilsin hukuku ve maddi gerçekliklerimizi taşıyamaz hale geldi. “Haklar ve Hukuk” devrede olunca çarklarını döndüremiyor. Kendini yeniden üretemiyor. Çünkü sistem toplumsal ihtiyaçlar üzerinden değil, siyasal İslam’ın ve sermaye çevrelerinin ihtiyaçlarına göre, onlara sağlanacak kolaylıklar üzerine kurulu. Dinsel ritüeller eşliğinde “patronlar” daha çok kazanmalı, statüleri daha korunaklı olmalı ki toplum da onlardan nasiplensin isteniyor.   
 

Emperyalizmin gölgesinden yararlanarak bir o dalgadan bir bu dalgaya sörf yapma sevdalısı olan bu egemen anlayış, dalgalar arasında şamar oğlanı muamelesi görmesinin, ağır bedeller ödemesinin kötü sonuçlarını her seferinde peşinden sürüklemek istediği topluma ödetmekten de kaçınmıyor. 


Son birkaç günün yaşananları bile bu durumu doğruluyor. Merkez Bankası rezervleri hakkında yapılan açıklamalar da gösterdi ki, güya istikrar için piyasada iç edilen dövizlerle zengin daha zengin, yoksul daha da yoksullaştı. Ama bir türlü istikrara kavuşamadık. 


Belediyelerinin insan kaçakçılığı yapar hale gelmesi, menfaat temini adına kamu otoritesinin nasıl kötüye kullanıldığı;  Ticaret bakanının, eşinin şirketinden bakanlığına dezenfektan alırken ne ticaret adabı ne de mevzuat yasağını umursamadığı, rekor düzeyde dolandırıcılık yapan kripto şirket sahibinin 400.000 insandan milyarları çarpıp kaçarken hangi mevzuata göre, hangi denetim ve kayıt altında bu faaliyete izin verildiğini dahi açıklayamayan, siyasette, ekonomide, sosyal hayatta kendi anlayışı dışındakilere düşman hukuku uygulayan ve bu nedenle uluslararası ilişkilerde de itibarsızlığın simgesi haline gelmiş bir siyasi iradenin toplumu temsil ve yönetme özelliği kalmamış demektir.

 

Tarihten gelen ve bugün içinde bulunduğumuz bütün sorunlarımızı bu topraklarda yaşayanlar, hep birlikte çözmek durumunda olduğu çok açık. Emperyalist ülkelerin Anadolu topraklarında yaşananlar üzerinden hangi sorunu hangi ifadelerle ele almasına göre değil, kendi içimizde tartışabilecek, farklı bakış açılarıyla, hiç kimsenin  lince maruz bırakmayacak kadar demokratik bir ortamı sağlamak zorundayız. Ve kuşku duyulmamalıdır ki bu toplum, yaşanmış ve yaşanmakta olan bütün olumsuzlukların sorumlularını ayırt edebilecek kadar akıl fikir izan sahibidir. 

Ülkemizin en temel gündem maddesi, toplumun muhalif kesimlerini temsil eden bütün çevrelerin kendi aralarında ayrışmaya mahal vermeden, saraya, saltanata, tek adam rejimine karşı çoğulcu, eşitlikçi, barıştan yana, demokratik temsiliyete dayalı bir parlamentonun işlevselleştirilmesi için bir araya gelmeleri konusunda akıl, fikir, izan yoksunluğuna uğramamalarıdır…
 

15 Nisan 2021 Perşembe

ADALET TURNİKESİ

3 kadın meslektaşımız, Antalya Adliyesinde hikmetinden sual olunmaz bir otoriter anlayışın, itiraz edilmesini istemediği, gündeme geldiğinde ise her türlü bahaneyle çözmekten kaçındığı, adeta avukatlara haddini bildiren bir uygulamayı bir kez daha gündeme taşıdılar. 

Elbette meslektaşlarımızın 3’ünün de kadın olması tesadüfi olmasa gerek. 

İstanbul sözleşmesine atılan imzanın geri çekildiği, kadın cinayetlerinin daha da hız kazandığı, mesleki veya gündelik yaşamın her alanında cinsiyetçi saldırılara muhatap olmaları ve tabii ki hak mücadelesi veren bir pratiğin içinde olmaları neden olarak gösterilebilir. 

Ama sadece kadın avukat olarak değil, sahip olduğumuz bütün insani değerlerimizin, muktedirin iki dudağı arasından çıkan seslere veya bir yüz ifadesine terk etmemizin istendiği günlerden geçerken onlara destek vermek, sahip çıkmak öncelikle bütün avukatlara ve hak hukuk duyarlılığı taşıyan bütün çevrelere düşüyor.  


Zira hak hukuk, dolayısıyla avukatlık, yalnızca görüntü oluşturmaktan ibaret kalsın, lazım olursa kendisine, olmazsa ele güne karşı kağıt üzerinde dursun diyen bir iktidar anlayışı giderek kurumsallaştırılıyor. 

Şikayet mercilerinin de bu anlayışın izdüşümü yaklaşımları sergilemekte sakınca görmemeleri artık meseleye ilk basamaktan, kapı girişinden itibaren ele almak zorunluluğu doğuruyor. 


3 kadın meslektaşımızın adalet arayışının vücut bulduğu Antalya Adliyesinin giriş kapılarında yaşanan hukuksuzluklara dikkat çekmeleri bu nedenle çok anlamlı.


Adliye deyip geçmemek lazım. Yurttaş Kapıları malum, balık istifi halindedir, askeri kışla disiplini altında konuşlandırılması tercih sebebidir. Yol yordam bilenler hariç, girerken de çıkarken de, hatta tam da olması gereken yerde bile bildiklerini unutturan, kendilerini ifade etmesine imkan tanınmayan bir ortam onlara layık görülmektedir.  


Adliyenin ev sahiplerine ise kapı girişleri farklıdır. Savcılar, Hakimler, Avukatlar, Personeller, Stajyerler… Bunların hepsi yol yordam bildikleri varsayılır ve adaletin dağıtılmasında rol almaktadırlar. 

Yasalarında ve görev tanımlarında tarif edilmiştir, hangi durumlarda onlara nasıl davranılacağı hakkında herkes için bağlayıcı düzenlemeler bulunmaktadır. Yurttaşla kaynaştırılmamasının sayısız faydası olduğu söylenir. Hatta bu kaynaştırma konusunda kantarın topuzu öyle kaçırılır ki, ev sahibi olarak görülenler arasında da astlık üstlük ilişkisi yaratılmaya kalkılır. 


Kimsenin seçici veya kendi tercihinin söz konusu olmadığı, yani özel olmayan bütün girişlerde öngörülen düzenlemelerin ana fikri kamusal amaçlarla, kamusal bir hizmetin, kamusal düzenin ve kontrolünün sağlanmasıdır.


Onun için turnikeler, X ray cihazları, kayıt cihazları vardır. Düzenli bir giriş çıkış, kimlik kontrolü, üst baş ve çanta araması yapılır. Elbette güvenlik ve huzur ortamı gereklidir. Onun için buradan geçen herkesin giriş çıkış saati de kayda alınır. 


Yurttaş girişinde genellik ve eşitlik sağlanmış durumdadır. Ama ne yazık ki adalet sağlayıcıları arasında, astlık üstlük yaratılarak sürdürülmek istenen uygulama avukatlar için katlanılamaz bir boyuttadır. 

Hiç kimsenin 5000 avukat saptaması haklı görülmemelidir. Bu sayıdan hiç de az olmayan resmi kadrolar her gün adliyeye elini koluna sallaya salaya girip çıkmaktadır. Kaldı ki söz konusu olan önleyici bir uygulama olmadığı da son derece aşikardır. Aynı kapıdan birbirlerine nispet edercesine yapılan geçişlerle eşitsizlikler her gün yüzlerce kez perçinlenmekte ve yasalar göz göre göre çiğnenmektedir. 

3 kadın meslektaşımızın işaret ettiği konu yasal düzenlemeye aykırılık ve ayrımcı uygulamalardır.   

Bunun iki haklı da nedeni bulunmaktadır. 


1 – Yasa gereği Avukatın üstünün aranması istisnai koşullar hariç yasaktır. Adaletin sağlanması amacıyla, yargının vazgeçilemez bir unsuru olarak Adliyeye geldiği sırada avukatın çantası aranamaz. 

2- Savcılık bu amaca hizmet etmek üzere Adliyeye gelen Avukatlara sırf giriş yapmalarından dolayı bu durumu Ağır Cezalık bir suç konusu gibi değerlendirip herhangi bir avukatın çantasını arama emri veremez. Böyle bir emrin hukuki dayanağı yoktur. 


Savcılık hukuka uygun olarak verilen emre aykırı hareket edildi diye idari para cezası düzenlemiştir.  Oysa ne hukuka uygun bir emir, ne bu emre bir muhatap, ne de bu muhatabı bağlayıcı bir yasal düzenleme ortadan yokken, böyle bir idari ceza kesilmesi Osmaniye’deki doktora yapılan muameleden farklı olmamıştır.  


 


11 Nisan 2021 Pazar

SESSİZ KALMAMAK

Cumhuriyet döneminin ilk parklarından olan Karaalioğlu Parkı Kent tarihinde çok önemli bir yere sahip.

 

Şu sıralarda eski Büyükşehir binası olarak kullanılan tarihi halk evi binası ile birlikte oluşturulmak istenen kent müzesi ve eski stadyumu içine alan Kent Yaşam Parkı Projeleri ile sağlanmak istenen bütünlük, bu alanı daha da canlandıracak. 

 

Sahip olduğu konumu, mimari ve peyzaj özellikleri, seyir ufku bakımından eşsiz güzellikleri ile bir açık hava müzesinden farksız olan Karaalioğlu parkı kentin korunması gereken simgesel bir değeri.
 

Bu tarihi alan geçtiğimiz günlerde korsanvari bir hamleye sahne oldu. Parkın seyir terası olarak kullanılan, körfeze, kent merkezine, Konyaaltı Sahillerine ve Bey Dağlarına açılan yüzü tel örgülerle çevrildi. Miradorda açılan delikler, çakılan demirler, yapılan kaynaklarla bu alanı tavuk kümesi haline getirmenin  hangi amaca hizmet edeceği anlaşılamadı. 

Bu durum önceden duyurulan bir gelişme de değildi. Yalnızca Hıdırlık Kulesinin restorasyonu nedeniyle müteahhit firmanın bu duruma neden olduğu iddiaları vardı.

 

Duyarlı yurttaşların kısa süre içinde yaygınlaşan tepki ve eleştiri sağanağı sonucunda tel örgüler kaldırılmış olması olumlu bir gelişmeydi. Ancak Karaalioğlu Parkının ve Hıdırlık Kulesinin kullanımı ve bakımından sorumlu olan Antalya Büyükşehir Belediyesi, söz konusu tel örgü densizliğinin, restorasyondan mı yoksa kısa bir süre önce bekletme kararı aldığı falezlerin aydınlatılmasından mı kaynaklandığı, maddi zarara neden olanlar hakkında ne gibi işlem yapıldığını kamuoyuna açıklamalıdır.  
 

****


Duyarlı Finike sakinleri, katılımcılığın, diyaloğun rafa kaldırıldığı, eleştiri ve uyarıların duymazlıktan gelindiği, kamusal çıkarlara gereken değerin verilmediği bu günlerde Belediye Meclis üyelerinin tamamının insani ve toplumsal değerlerini uyarmayı  başardı.   


Piyasacı yaklaşımların, çıkar ilişkilerinin, oldu bitticiliğin hepimizi kuşattığı, birbirimizden ayrıştırılarak yaşamaya zorlandığımız bu koşullarda, “Çiftçi Adem’in Ağaçları”nı konuşturarak toplanan binlerce imzanın bu başarıda önemli bir katkısı olmalı.   

 

“Çiftçi Adem’in Ağaçları”, “Ey İnsanoğlu” diye seslenmişler ; "
Narenciyeyiz, C Vitaminiyiz, en güzel reçeli, esansı, kolonyayı yaparız, daha fazla karbondioksit çeker oksijen salarız, daha fazla bulut çeker yağmur veririz, iklimi dengeleriz. Lezzetimize doyum olmaz, bu özelliklerimizle yalnızca burada yetişiriz. Dünyaca meşhuruz, biz Finike Portakalıyız. 23 bin kardeşimizi kesmeyin. Yol güzergahınızı değiştirin soyumuzu kurutmayın, tersine iklim krizine karşı bizi çoğaltın, anlayın, biz siziz.” sözleriyle yaşam alanlarına sahip çıkmanın güzel bir örneğini vermişler.  


Finike Belediyesi henüz askı sürecinde iken binlerce itirazla karşılaştığı çevre yolu ile ilgili bu imar planını oy birliği ile uygulamama, değişikliğe gitme kararı verdi. 

Kent sakinleri yaşam alanlarına yönelik kıyıcı bir yaklaşımla bahçelerinin, binlerce portakal ağacının kesilmesinin önüne geçmek istediler ve Finike Belediyesi Meclisi hatasını kabul etti.  Şimdi bu karara saygı duyarak onaylama sırası Antalya Büyükşehir Belediyesinde…


İdarenin yanlış uygulamalarına karşı en doğru tutum, sessiz kalmamak, itiraz etmek, mücadele vermektir.

10 Nisan 2021 Cumartesi

TÜY DİKMEK

Bu haftanın gelişmeleri,  devlet katında  “olmak ya da olmamak bütün mesele bu” sözünün pratiklerini izlememize yardımcı  oldu.
 

Önce emekli diplomatlar, ardından emekli amiraller kanal İstanbul, Montrö sözleşmesi, laiklik üzerine eleştirilerini ve kaygılarını dile getiren metinlerini kamuoyu ile paylaştılar.
Her iki metin de içerik ve paylaşım şekli bakımından detaylıca tartışıldı. Sonuçta iktidar çevresi emekli amirallere darbeci muamelesi yaptı, muhalefet de, “ne darbesi yurttaşlık hakkını kullandılar” diye savundu. İyi parti gibi arada kalanlar da oldu.


Yürütme organları kendi hiyerarşik işleyişine uygun bir şekilde emekli amiraller için gereğinin yapılacağını ifade etti.


Örneğin, TESUD (emekli subaylar) TEMAD (emekli astsubaylar) dernekleri Milli savunma Bakanlığına davet edildi, Genel Kurmay Başkanının da hazır olduğu görüşme sonrası  Bakan tarafından  derneklerin 104 amirali kınadığı açıklamasına, TESUD tarafından yalanlama yapılınca,         İç İşleri Bakanlığı bu derneğe müfettiş gönderip denetlemeye almakta gecikmedi.
Böylece hem devlet katından geçip hem de hizada kalmamanın gereğini yerine getirip çok önemli bir mesaj ! verilmiş oldu.  

Yargıtay, Danıştay gibi yargı organlarının çıkışı da, yargısal faaliyetlerdeki devletin yekpareliğinin, resmî görüşün yanında olmanın vazgeçilmezliğinin ortaya konulması bakımından üzerine düşeni yerine getirdi. Milli ve yerli meselelerde ihsası rey olmaz, dedi.   


Henüz ismi açıklamayan bir Bakanın bildiri için imza toplanmasından haberdar olduğu, paylaşılan bildiride değişiklik yapıldığı vs vs sürüp giden tartışmaların arkasından yetişmek mümkün değil.             Ama biliyoruz ki darbe ve muhtıralar tarihimiz, hazırlık, teşebbüs ve yönetime el koyanların, kurulan kumpasların ve bütün bunlardan fayda uman asker veya sivil iktidarların öyküleriyle dolu. Yurttaş olarak bir hayli deneyimlendik. Diğer bir ifade ile işin içine darbe sözcüğünü yerleştirdiğiniz andan itibaren bu konu daha çok su götürür, tefrika haline dönüştürülmesi de kuvvetle muhtemel…

Ama bu sayede su götürmeyen esas sorunlarımızın üzeri örtülmek isteneceği de bir o kadar gerçek.        

Ne devlet, ne toplum için hiç bir tehdit ve yakın bir tehlike oluşturmamasına karşın, tek taraflı olarak hayata geçirilen anti demokratik uygulamalar toplumun ortak beklentilerini karşılamadığı hepimizin malumu.
 
İstanbul Sözleşmesinin iptali, Boğaziçi Üniversitesi operasyonları, HDP kapatma davası, Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, Gezi Parkının Vakfa devri, Diyanet
İşlerinin fetva kurumu haline getirilmesi, Kanal İstanbul Projesi ve son olarak eklenen darbe gibi son günlerin gündem konuları ile olanca gücüyle pompalanan ayrıştırıcı söylemlerin esas hedefinin, iktidarın kendi beklentileri için bütün toplumu kayıtsız şartsız teslim almak olduğu ortada.    

Siyasi iradenin bu amacını gerçekleştirmek için desteğini sermaye düzeninden, feyzini de emperyalist ilişkilerle tayin edilen egemenlik alanlarından aldığı sır değil. Bu nedenle onlar için sınırsız imkanlar sağlanırken doğal kaynaklarımız, bütün zenginlik araçlarımız bu çevrelere tahsis edilirken; ayakta tutmak istedikleri bu düzen nedeniyle toplum olarak döküldüğümüz, kendi başımıza terk edilip muhtaç hallere düşürüldüğümüz, kamu bütçemizdeki açık, dışa bağımlılık, ipotek altındaki geleceğimizle, sopa altında tutulduğumuz hepimizin içinde bulunduğu gerçekliklerimiz…  

İstanbul Kanalı ile telafisiz bir doğa katliamına imza atarak emperyalist dolaşımlardan pay alınacağı, piyasanın hareketleneceği, kazanç elde edileceği iddiasında bulunmak bu gerçekliklerimizi ortadan kaldırmayacak. Aksine bu oligarşik düzenin üzerine tüy dikecek.
 

4 Nisan 2021 Pazar

'ÇOK SESLİ' FALEZLER

Kentsel düzenlemelerde, kenti pazarlamak üzere üretilen senaryoların sayısız olduğu bir gerçek ama kent haklarının kent mekanında somutlaşması konusunda kayda değer bir adım atılmaması hepimiz için çok önemli bir sorun.  


Sosyal belediyeciliğin ne kadar gerekli ve kaçınılmaz olduğunu ise yaşadığımız bu acılı günlerde fazlasıyla idrak ediyor olmalıyız.     


Ekonomik kriz, ticarileştirilmiş kamusal hizmetler, kamu kaynaklarının fütursuzca piyasaya transferi  yetmiyormuş gibi, içinde bulunulan pandemi koşulları, dar ve sabit gelirli kent sakinlerini, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getirdi. Bu durum kent yaşamından tamamen dışlanmaları sonucunu da doğurdu. 

Yerel yönetimlerden beklenen öncelikli faaliyet, hele böylesi koşullarda tereddütsüz tüm imkanlarını seferber ederek bütün dezavantajlı kesimlerin dayanışma haklarının kullanımını kolaylaştırmak ve destek olmalarıydı. 

 

Bütün dünya covid 19 salgın hastalık ile mücadele ederken ve ülkeler kendi içlerine kapanıp yurttaşlarına yönelik desteklerini artırırken, Antalya Büyükşehir Belediyesinin Falezlerin aydınlatılması ihalesi yapması, hangi rengi nerede ve nasıl kullanalım, falezleri nasıl görünür kılalım fantezisi ile uğraşması, hayret uyandıran bir gelişme oldu. 


Bu gelişmeyi ilk kez Başkan Böcek duyurmuştu. Ama belli ki kendisi daha hastanede tedavi süreci devam ederken, göreve başlamadan önce kotarılmış bu ihaleyi kucağında buldu. Biraz da bundan olsa gerek, gelen eleştiriler karşısında projenin uygulanmasını şimdilik bekletme kararı aldı. 


Zamanlama son derece uygunsuz olmasının yanında yönetim koşulları da çok sorunluydu. Kabul edilmelidir ki 2 yılını dolduran Başkan Böcek, iyi başlamıştı. Tek adam yönetiminin izdüşümü bir yerel yönetim anlayışına karşı önemli bir başarı kazanılmıştı. İlk icraatları olarak Balbey Halk Buluşması, önceki yönetimin kamu bütçesini nasıl çarçur ettiğine ilişkin çalışmalar, Konyaaltı Sahil işletme sözleşmesinin iptali gibi olumlu ve umut verici adımlar da atılmıştı . 


Başkan Böcek’in Covid 19 hastalığı döneminde, yokluğunda yaşanan gelişmelerle sorun yaşadığı biliniyor. Basına yansıyan kararlar, atamalar, Falez aydınlatma projesi gibi Karacaören Barajından içme suyu temini ihalesinin de sağlıklı bir süreç işletilip detaylıca değerlendirilmediği, yönetim zafiyetinden yararlanıldığına ilişkin ciddi işaretler var.    

 

 

Zira her iki konuda da partisinin önceki dönemlerde Büyükşehir yönetiminde uyguladığı politikalarla uyuşmuyor. Önceki başkanlardan Akaydın’ın açıklamaları, aynı partinin her iki başkanın Falezlerin aydınlatılması ve İçme suyu temini projelerinde neden farklı politikalar uyguladıklarını ortaya koymalarını zorunlu kılıyor.  

 

Çünkü her iki konu da hepimizi fazlasıyla yakından ilgilendiriyor.                                                

Falezler korunması gereken ortak bir alanımız. Diğeri ise temiz hava kadar gerekli sağlıklı/temiz içme suyu ihtiyacımız.  


 

Hatırlatmakta yarar var, yerleşim alanlarımız, doğal yapısı ve korunması gereken ekosistemi ile hepimize sunduğu vazgeçilemez değerleri barındırıyor. Kendimizi yeniden üretmeyi, toplumsal ilişkilerimizi ve geleceğimizi besleyen ekolojik dengeyi ve kamusal çıkarları esas almayan kentsel düzenlemeleri takip etmek kent hakkımızın bir parçasıdır. O nedenle kentten kaçırılarak karar verilen ve uygulamaya konulan bütün projeler kente karşı işlenmiş suçlar kapsamındadır.  

 

 Örneğin, Boğaçayı Projesi bu konuda yaşanan en çarpıcı örneklerden biridir. Yılın dört ayı boğa gibi akan ve taşıdığı rüsubatla Konyaaltı sahili çakıllarının oluşumunu sağlayan dere yatağına yat limanı yapacağım diye tutturan ve yıllarca bu masalı pazarlayan Türel Yönetimini liman yapımından vazgeçirmek, duyarlı kent dinamiklerinin bin bir uğraşıyla mümkün olmuştur. Ama yalnızca rant yaratmak amacıyla liman olmadı bari görsellik adına havuz yapalım kararı, yok ettiği doğal yapısıyla, canlı türlerinin kaybıyla ve halen sahil şeridinde neden olduğu erozyonuyla kentin sırtında kambur, kamu bütçesinde de açılan koca delik olarak kalmıştır. 

Dahası kirlilik ve koku kaynağı olması, o bölgede bulunan içme suyu kaynaklarının dahi gözden çıkarılması, kamusal çıkarlar aleyhine hayata geçirilen en insafsız, en acımasız yatırım olarak kayda geçmesine neden olmuştur. 


Falezlere ilişkin aydınlatma projesi konusu alan, 1979 yılında doğal sit, 1996 ve 2008 yıllarında farklı kısımları 1.derece doğal sit alanı ilan edilen, 2020 de ise “Kesin Korunacak Hassas Alan” ”Nitelikli Doğal Koruma Alanı” olarak tescillenen kısımlarıyla, flora ve faunası ile birlikte mutlak korunması gereken doğal bir yapıya sahip.


“Animasyonlu projektörlerle aydınlatılmak” istenen Falezlere ait bu proje, alanın ekolojisine ve iklim değişikliğine duyarsız, görüntü kirliliği ve gereksiz harcama kaynağı olarak görülüyor. 


Bu konuda Akademisyenler, çevre bilimciler, meslek odaları, duyarlı yurttaşlardan sonra Kent Konseyi, TMMOB il Koordinasyon Kurulu gibi kent dinamikleri ve uzmanlık kuruluşları bilimsel gerçekliklerden yana tutum alınması çağrısında bulundular. Falezlerin/yalıyarların aydınlatılması ile karşılaşılacak sakıncaları ve zararları ortaya koydular. 


Altı da üstü de su olan bu coğrafyaya özgü oluşan traverten platosunun üzerine kurulu kentin yöneticileri, kent sakinlerine ve uzmanlık kuruluşlarının uyarılarına kulak vermelidir. Kent merkezinin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabilecek su kaynaklarının yönetilememesi gibi, falezlerdeki ekosisteminin de korunamaması ve sürdürülememesi durumu, yönetim terciklerinin kamusal çıkarlarımızı esas alınmadığının bir başka göstergesi olacaktır. 

 

Zira, sahip olunan doğal, yaşamsal ve simgesel  değerlerin piyasacı bir yaklaşımla ele alınması, belki kimi tüccarları ve rant düşkünlerini memnun edecektir ama böylesi yaklaşımların bu güne kadar süregelen gayri meşru ve yasa dışı uygulamaların üzerine tüy dikmekten başka bir anlama gelmeyecektir. 

  
Koruma kararlarına karşın, geçen 40 yıldan sonra geriye bakıldığında, kıyıya yakın çok katlı özel yapılaşmalar, çökme sonucu trafiğe kapanan yollar, Talya, Dedeman ile başlayan otel inşaatları, Valilik, DSİ , Özel İdare gibi kamu binaları, asansörleri, mağaralara gömülen kaçak yapıları, kazılan merdivenleri, dökülen betonları, çakılan platformlarıyla devam etmekte olan; 

**Falezlerdeki hoyratlıklara bir kazma da siz vurmayın. 

**Endemik bitkileri, Akdeniz foklarını, yarasaları ve kuş türlerini yuvalarından etmeyin.

**Göç yolda düzelir mantığı ile önce ihale yapılıp, 2 ay sonra Tabiat Varlıklarını Koruma Komisyonundan alınan şartlı olura güvenmeyin.

**Komisyon kararında yer alan flora ve faunanın korunması gerektiği esası, bu alanda canlıların mutlak korunması gerektiğini ifade ettiğini o nedenle falezlerin bünyesinde barınan onca kuşu, balığı ve diğer canlıları yapay aydınlatmalarla kaçırmanın sorumluluğunu unutmayın.

**Kamu bütçesini gereksiz, zararlı sonuç vereceği ortaya konulan uygulamalara harcamayın.

Sözün kısası, 

**falezlerin doğallığını, özgünlüğünü ve burada var olan canlıların "çok sesliliğini" bozmayın.

**Telafisi imkansız zararlara neden olup, falez failleri listesine adınızı yazdırmayın.

                                                                                        



 



28 Mart 2021 Pazar

DAYANIŞMA YOL GÖSTERİR

Bir yüzük göstererek başlayan siyasi kariyer, şiir okuma mahkumiyeti ile ünlenmişti. Şimdi ise yerden yere vurduğu düzenin vazgeçilmezi haline getirildi.

Üstelik bu durum, yola çıktığı pek çok yol arkadaşının onu terk etmesine, kendi tabanının hızla erimesine,  parçası olduğu toplumu yönetememe ve ekonomik kriz koşullarının daha da derinleşmesine karşın gerçekleştirilmek isteniyor.

Son günlerde yaşanan gelişmeler, siyasi iradenin ürünü olarak uygulamaya konulduğuna kuşku yok. Ama her birinin devlet katında desteklendiği, ortak bir tasarruf olarak hayata geçirildiğini görmemek mümkün değil. 

Bu süreci destekleyeceği öngörülen kitle tabanı sağlamak üzere de bir tarafta mahkeme kararı ile “andımız” okuması yasaklansın, diğer tarafta siyasi parti kapatma davası açılsın, pandemi koşullarına karşın her türlü iktidar yanlısı gösterilerin/etkinliklerin önü açılırken, anti demokratik kararlara karşı yapılan açıklamalar/etkinlikler, öğrenci, kadın, işçi, memur kim olursa olsun engellensin…

Yerel yönetimlerle başlayan kayyum atamaları, tüm kurum ve kuruluşları işlevsizleştirme ve merkezle uyumlu kılma politikalarına dönüşmesi, medyayı, okulları hatta yurttaşların irade beyanlarını dahi tek tipleştirme arzuları, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, muhalif siyasilere, gazetecilere sokak saldırıları, İstanbul sözleşmesi gibi uluslararası bir sözleşmeden tek adam imzası ile çekilmesi, gerekirse Montrö sözleşmesinin de tek imza ile fesih edilebileceği TBMM başkanı tarafından açıklanması, son olarak da  işine geldiği gibi seçim yasası değişikliğine gidilmesi iktidar partisini kendi kendine darbe yapmaktan farksız bir konuma getirdi.

Belli ki şeklen yürütülen demokratik siyaset yöntemleri, kuvvetler ayrılığı yanılsamaları, hukukilik gibi kavramların içlerinin tamamen boşaltılması yolunda son hamleler hayata geçiriliyor.

İktidar ittifakları, zor kullanma, ikna aygıtları ile devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla birlikte bu sürecin görünen yüzlerini oluşturuyorlar.  Ama tek adam, milli ve yerli, Türk ve İslam söylemlerini kazıdığınızda, altından toplumsal olandan yana, kamusal çıkarlarımızı koruyan bir devlet yapılanması ortaya çıkmayacaktır.

Bir zamanlar gazete ilanlarıyla hükümet düşüren, darbe çağrıları yapan oligarklar ve izdüşümleri artık kayıtsız ve şartsız devlet gücünü ve  güvencesini arkalarına almanın rahatlığı içindeler. Olan biten pespayeliklerin, kıyımların ve dayatmaların asli failleri olarak nasıl daha çok kazanırım, nasıl daha fazla kollanırım hesabından başka bir kaygıları olmadığı her hallerinden belli.

Şurası çok açık ki siyaset kanallarının toplumun dar ve sabit gelirli çevrelerinin bugününü ve geleceğini tayin etmesi önüne konulan bariyerler daha da aşılamaz hale getirmek üzere tahkim edilmeye devam ediliyor. Muhalefet partileri olan biteni şaşkınlık ifadeleri ile eleştirirken, bu kadar da olmaz ki serzenişi ile hukuksuzlukların, adaletsizliklerin tespiti dışında topluma farklı bir seçenek sunamıyor.

Toplumun beklentisi ise son derece basit ve net; İşsizlik, yoksulluk, dışlanmışlık istemiyor.  Özgürlüklerinden mahrum bırakılma tehdidine karşın, kendini özgürce ifade etmek hakkından, eşit ve sağlıklı koşullarda insanca yaşam için mücadele etmekten vazgeçmiyor.

Her türlü keyfiliği, diktatörlüğü engelleyebilecek esas güç, halkın bu ortak beklentileri için bir araya gelmesi ile mümkün olacaktır. Kendine dahi hayrı kalmayan bu düzeni ancak bu düzenden zarar görenler, bu düzenin mağdurları değiştirebilirler. Yönetenlerin ve zenginlik kaynaklarımıza fürursuzca el koyan sermaye çevrelerinin kaygı ve korkuları da bundandır.  

Kurtarıcıya veya herhangi bir adama bel bağlamadan bir araya gelmek, bencilliklere, eşitsizliklere, adaletsizliklere, ayrımcılıklara karşı durmak, hakkını aramak, yalana, hırsızlığa, insan ve doğa kıyımına geçit vermemek, en şaşmaz yol gösterici olan emek ve demokrasi dayanışması ile mümkün olacaktır.    
 

21 Mart 2021 Pazar

BUGÜNÜN ÖNCELİĞİ

“Geminin tek kaptanı olur,
gerisi mürettebattır.
Kalbin de tek sahibi olur,
gerisi teferruattır.”

Necip Fazıl Kısakürek’e atfedilen bu ifadeler AKP camiasının bir sloganı haline getirilirken belli ki “bütün kalbinle kaptana itaat et, teferruat olduğunu unutma” mesajı verilmek isteniyor.

İktidar partilerinde teferruat olmayı kabul etmeyenler gemiyi terk etmeye devam ediyorlar. Partiler kurdular, başka partilere geçtiler. Kalanların da iktidar nimetlerinden yararlanma ile vicdani muhasebeleri arasında kaldıkları günlerden geçiyoruz....

Şeyhler, şıhlar, tarikat hiyerarşilerine önem verenler olabilir. Ama mesele feyz alınan herhangi bir inanç dünyası, dar bir topluluğu ilgilendiren yönetişim veya sevda  meselesi olmaktan çıktı, ülkeyi yönetme anlayışına, hepimizi ilgilendiren bir saldırganlık haline dönüşmüş durumda.

Cumhur ittifakı çok açık bir şekilde birbirine yaslanarak ve kamu otoritesinden yararlanarak kendinden farklı düşünen toplumun her kesimini,  teferruat olarak gördüğünü ortaya koyuyor.

Korunmak istenen bir  statüko ve sürdürülmek istenen bir yönetim anlayışı var.
İktidar kendinden menkul milli ve yerli şifrelerine uymayan herkesi düşman ilan edip, cezalandırarak, dışlayarak sürekliliğini kurumsallaştırmak istiyor.  Çok fütursuzca, kendini hiç bir kurala bağlı hissetmeksizin, açıkça karşıtlarını ezmek, sindirmek ve seslerini kesmek için bütün resmî güçler seferber edilerek yapılıyor bütün bu operasyonlar…  

Bu statükoda korunan, kayıtsız şartsız kollanan, yalnızca kendi kazancını düşünen, insanın sefaleti, doğanın talanını umursamayan sermaye düzeni olduğuna artık kimsenin şüphesinin kalmamış olmalı.
Bu uğurda Türk/İslam değerleri ile Cumhuriyet/demokrasi değerlerinin karşı karşıya getirilmek istendiği, bu düzenin insani olmaktan çoktan çıktığı, toplumsal olanda yana hiç bir kritere bağlı hissedilmediği çok açık.

Toplumun en ilkel, en tutucu, en yasakçı ve en despot yanlarına hitap eden, idari, adli tüm kurumları kendi işine geldiği gibi kullanarak varlığını sürdürmek isteyen bu yönetim anlayışını hiç birimiz hak etmiyoruz.

Bu ülkenin yurttaşları olarak birbirimizle çatışmayı, kaotik bir ortama sürüklenmeyi, düşman hukukuna tabi kılınmayı bizler değil, siyasi irade istiyor. Elinde başka bir yönetim seçeneği kalmadığını düşünen iktidar odakları uyumlu olmadıklarını düşündükleri bütün çevreleri, yerel yönetimleri, siyasi partileri, emek ve meslek kuruluşlarını, kadın örgütlerini, akademi dünyasını, uzmanlık alanlarını ya vesayet altına alıyor, ya kapatmak istiyor, ya güvencesiz bırakıyor ya da yetkilerini kötüye kullanarak elini kolunu bağlamak istiyor…

Milletvekilinden, hak savunucularına, sıradan yurttaşlara kadar çocuk, genç, öğrenci, kadın, hakkını arayan emekçi, memur, serbest çalışan, dindar, Türk, Kürt toplumun hiç bir kesiminin sosyal, siyasal, ekonomik bakımından hukuk ve sağlıklı yaşam güvencesinin kalmadığı günümüz koşullarında;
elinde sopadan başka kendini ifade edecek kıymeti harbiyesi kalmayan bir yönetim anlayışına
karşı durmak, farklılıklarımızı bahane etmeden bir araya gelmek ve birlikte birlikte tutum almak hepimizin önceliği olmalıdır...

 


10 Mart 2021 Çarşamba

SU HAKKIMIZI HEBA ETMEYİN

“Su”, yaşamdır denir.                                                Temiz hava gibi “su hakkı”da vazgeçilemez,                devredilemez ertelenemez haklarımızdandır. 


Ne yazık ki dünyada ve ülkemizde diğer tüm temel haklarımız gibi içilebilir su kaynakları da hızla kirletilmekte, sorumsuzca tüketilmektedir.


İklim değişikliği, sera gazlarındaki artış, kuraklık, aşırı nüfus artışı, çarpık kentleşme, tarımda bilinçsiz su ve kimyasal kullanımı, kontrolsüz/kuralsız sanayileşme, su havzalarında işletilen madenler, mermer ocakları, hes’ler ve nihayet  suyun ticari bir meta olarak kullanılmak istenmesi, dünyayı giderek daha “susuz”, sağlıklı suya daha “muhtaç” ve erişimini daha “maliyetli” hale getirmiştir.
 

Günümüzde su kaynaklarının korunması, doğru yönetilmesi ve bu doğrultuda duyarlılığın geliştirilmesi artık daha da yaşamsal önem kazanmıştır. 


Gelin görün ki, 80’li yıllarda başlayan sermaye dünyasının küresel kuşatması, yerel yönetimleri de içine alarak yürütülen kamusal hizmetlerin özelleştirmesi ve ticarileştirmesi politikaları, kamu kuruluşlarını özel sektörsüz hareket edemez hale getirmişti.

 

 

Antalya örneğinde ise, Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi kuruluşların, küresel şirketlerin rol almadığı hiçbir yatırımda kredi kullanımına imkan tanımaması, 1990 lı yılların Büyükşehir Yönetiminin de bu seçeneğe boyun eğmesi sonucunda, Lyonnaise des Eaux isimli Fransız kökenli küresel şirket, Antalya’nın su işletmeciliğinde patron olmuştu.
 


ASAT ile sahnelenen ve kamu imtiyazı şemsiyesi altına alınan ANTSU, ALDAŞ, GİBB-SU vb gibi kamusal denetime kapalı şirketler, piyasa koşullarına göre alt yapı, su işletme, sayaç okuma ve her türlü hizmet alımı ve yatırım faaliyetlerinin adresleri haline getirilmişti.  



Büyük iddialarla gerçekleştirilen bu yapısal değişiklikten birkaç yıl sonra, Lyonnaise des Eaux ile başlayan izdivaç, yolsuzluk, suiistimal iddiaları yanında, tahkimde görülen yüklü tazminat öyküleriyle son buldu.  Ama aynı yönetim anlayışı, uygulama yöntemleri ile ALDAŞ ve her dönemin yerel yönetimine yandaş irili ufaklı şirketlerle bugünlere gelindi. 


 

Hiç kuşku yok ki sermaye çevrelerinin, çıkar gruplarının beklentileri kar etmek üzerine kuruludur. O nedenle kamusal hizmetleri de, kamusal kaynaklarımızı da daha fazla para kazanma ve zenginleşme aracı olarak değerlendirirler. Doğal olarak böylesi bir sürecin sonucu, su yönetiminin bir kamu hizmeti olarak ele alınma koşullarının ortadan kaldırılmış olmasıdır. 



Güya bu özelleştirmeci uygulamalar sayesinde daha iyi hizmet verilecek, daha çok tasarruf edilecek, su kaynaklarımız korunacak, şebekelerdeki kaçaklar önlenecek, kaçak su kullanımlarına son verilecekti. Ama iddialar sözde kaldı. Su kaynaklarımızın işgali, kirlenmesi ve su kaçakları her geçen yıl ödenen yüksek bedellere rağmen önlenemiyor. 


 

Doğallıkla bu çark herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek ölçüde su abonelerini yolunacak kaz haline getirdi. Üretim, işletme, her türlü hizmet ve yatırımın maliyet unsuru ile şirketlerin ticari karları su abonelerinden tahsil edilirken, su bedelleri de aylık ilan edilen tefe tüfe oranlarına göre artırılarak otomatiğe bağlandı.

 

Bu çiftlik, 1990’lı yıllardan beri kamu hizmeti adı altında cebimizden para çekmeye devam ediyor.


Oysa kamusal yarar doğrultusunda kamucu bir anlayışla yürütülmesi gereken ve o nedenle kamu imtiyazına sahip olan yerel yönetimlerin, su hakkı denilince öncelikle her insanın temel su ihtiyacını karşılayacak kadar temiz suyu, kesintisiz ve ücretsiz olarak hanelerimize ulaştırması sorumluluğu bulunmaktadır. 


Ne var ki bu sorumluluğun yerine getirilmesi bir yana, ASAT üzerinden kamu otoritesi kullanılarak Kamu bütçesinden piyasaya ve yandaşa sermaye aktarımları artarak devam ediyor. 


Şu sıralarda da yine Dünya Bankası, IPA Fonları ve Asya Katılım Bankası finansmanıyla 6 Milyar TL lik kredi ile ASAT’ın kurumsal gelişimini artıracaklarını açıklayan ALDAŞ,  ayrıca 700 milyon proje bedeli ile Karacaören İçmesuyu Temin ve Arıtma Tesisi projesinin inşaat kontrollüğü hizmetlerini DSİ ile müştereken yürüteceklerini, böylece  Antalya Kenti İçme suyu temininin yeraltı sondajlarına bağımlılığının ortadan kalkacağını, enerji maliyetlerinin düşürüleceği müjdesi ! verdi.


Hiç kuşku duyulmamalıdır ki bu müjdelerin  esas muhatapları, velinimetleri su aboneleri olan sermaye dünyasına yöneliktir. Hiç tereddüt edilmemelidir ki fatura yine kent sakinlerine çıkarılacaktır. 

 

Üstelik, mesafesi, niteliği, rengi bile karaya çalan kirliliği  ve neden olacağı maliyeti  ile yıllardır itiraz konusu olan Karacaören Barajı ile ilgili yapılan son proje etütlerin açıklanmaması, ASAT’ın rutin olarak gerçekleştirdiği ölçüm sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılmaması da tüm kent sakinlerinin haklarının ihlalinden başka bir anlam taşımamaktadır.

 

Aynı şekilde Kırkgözler, Düden başta olmak üzere kent merkezindeki su kaynaklarının uzun yıllar ihtiyacı karşılayacak potansiyele sahip olduğu uzmanlarca açıklanmasına ve bu konuda hem DSİ hem de ASAT’ın elinde etütler olmasına karşın, hala atıl bırakılmaları, su kaynaklarının koruma yönetmeliğine aykırı davranarak işgale ve kirlenmeye terk edilmeleri açıkça bu kente karşı suç işlemektir. 

 



Antalya Büyükşehir Belediyesi; DSİ ve ALDAŞ işbirliği ile yürütülmek istenen bu kirli akıntıya kapılmamalıdır. Doğru yönetim tercihan kamu yararını esas alan, planlı, açık ve katılımcı olmayı gerektirir.


Hepimize ait olanı, hep birlikte değerlendirmek, bilimsel verilere ve etütlere dayanmak, kenti birlikte yöneteceğiz” sloganına uygun tutum alarak kent dinamikleri ve uzmanlık kuruluşları ile birlikte hareket etmek, toplumsal olandan yana yaşam kaynaklarımızın sürekliliğini sağlamak kaçınılamaz bir sorumluluktur.

 






-
Bültenimize Katılın