3 Temmuz 2017 Pazartesi

Antalya Kentsel Dönüşüm Planı Kenti Pazarlama Planıdır…

Antalya Büyükşehir Belediyesi (ABB) “Antalya Merkez 5 İlçe Kentsel Dönüşüm

Master Planını” sessiz sedasız yürüttüğü temasları sonucunda meclis onayına sunmaya hazırlanıyor…

Öncelikle belirtelim ki ABB' nin yeni bir oldu bittisi ve hukuk tanımazlık örneği ile karşı karşıyayız... 

HUKUKSUZ KAMU FAALİYETİ OLMAZ

ABB Afet Koordinasyon Merkezi (AFKOM) Çalışma Usul ve Esasları hakkındaki yönetmeliği ve dayanağı yasal düzenlemeler (*1) göz önüne alındığında getirilmek istenen uygulamanın hukuki dayanağı bulunmamaktadır... 

HUKUK TANIMAZLIĞIN SINIRI YOK 
Zira kentsel dönüşüm alanı yada projesi yapılması için elde edilmesi gereken ana (master) plan ile ilgili mevzuat son derece açık. Bu düzenlemelere göre AFET RİSKİ YÖNETİMİ ANA PLANI elde edilmeden yapılan çalışmalar hiçbir hukuki alt yapıya oturtulamayacağı gibi, içerikten ve esas amacından yoksun olacaktır. Böylesi bir  master planının hedefinin kentin afet riskinin çözümü mevzuatı ile ilgi kurulması hukuken mümkün değil.  

AFET RİSKİ YÖNETİMİ ANA PLANI aynı zamanda NAZIM İMAR PLANININ altlığı ve önemli bir belirleyicisi niteliğindedir. Tıpkı ULAŞIM ANA PLANI gibi...

O nedenle NAZIM İMAR PLANINI yok sayan  Kentsel Dönüşüm Ana Planının hukuki geçerliliğinin olabileceğini tartışmak bile zuldur.

Şayet 6306 sayılı yasadan (AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN) yola çıkılarak hareket edildiği ileri sürülmekteyse uygulama alanı olarak seçilen bölgenin veya tekil yapıların riskli olduklarının mutlaka kanıtlanması gerekmektedir. 

Örneğin konu ile ilgili akademik bir görüşe (*2) göre “…uygulamaya esas ölçekte olabilecek bir çalışma, yani bir yapının veya bölgenin harita koordinatına ait, gerçekleşecek deprem ivmesi, bu deprem ivmesinin zemin etkileri ile ne kadar büyütmeye uğrayacağı gibi bilgiler henüz mevcut olmadığı, bu haliyle tekil yapıların ise dayanım olarak ne durumda olduğunu belirlemenin daha da zor olduğu  ifade edilmekte, Master planında gösterilen  "kötü-orta-iyi" tanımlamalarının mühendislik çalışmalarına dayalı olmaması nedenleriyle planlamanın başlangıcından itibaren önemli belirsizlikler içerdiği…”  düşünülmektedir.

Bu durum da ortaya koymaktadır ki yasada tanımlanan Afet tehlikesi ve risklerinin (Kuraklık, sel-taşkın, heyelan, kaya düşmesi, çığ düşmeleri, volkan patlaması, rüzgar, deprem, kasırga-hortum, tsunami vd gibi)  makro ve mikro ölçekte yeniden belirlenmesi ve tehlike haritaları çalışmalarına katılma ve bu haritalar tamamlanmadan gözleme dayalı olarak kentsel dönüşüm planı hazırlanması en hafif deyimi ile hukuksuzluk, keyfilik ve görevini kötüye kullanma halleridir. 

KAMUSAL HAKLARIMIZ TOPTANCI BİR SALDIRI ALTINDA

Unutmayalım, “…kükremiş sel gibiyim, bendime sığmaz taşarım..” diyen azgın bir saldırganlık zamanlarındayız.

Paraya tahvil edilebilecek her alana fütursuzca el atan ve hükümranlık kurmak isteyen, kamu/özel ayrımı yapmadan parayla satın alınmayacak hiçbir değer bırakmamaya kararlı, daha neleri yutması gerektiğini kendisinin bile kestiremediği, doymak bilmeyen, iflah olmaya yanaşmayan, insafsız bir sermaye düzenine varlıklarını emanet etmişlerin kuralsızlıkları hepimizi yakından ilgilendiriyor…

Tek tek ele aldığınız hemen her projesinde, her uygulamasında gördüğümüz gibi toplumsal ihtiyaçları, dışlanmışlıkları ve yoksunlukları dert etmeyen bu istilacı anlayış bu kez kentsel dönüşüm master planıyla ortaya koyduğu gibi tam bir toptancı yaklaşımla hemen hemen bütün bir kenti ya rızasıyla, ya da meşruiyeti olmayan, kural tanımayan bu planla, zora dayalı olarak sermaye dünyasına - inşaat firmalarına teslim etmeye hazırlanıyor.

Antalya’da Türel Yönetimi ile simgeleşen bu yaklaşım tarzı belli ki planlama ilkeleriyle, insani değerlerle, mühendislik çalışmalarıyla zaman harcamayı gerekli görmüyor… Tıpkı kentin en mevki yerlerine dikilen billboardlarda teşhir ettikleri projeleri gibi, maketler, resimler, çekimler, cafcaflı sözler üzerinden kenti yönetmeyi yeterli görüyorlar…

SABIKA KAYITLARI ÇOK KABARIK 

Oysa, bilenler biliyor. Yakın bir geçmişe kadar şişirdikçe şişirilen, Kanal İstanbul kadar değer biçilen majestelerinin “Boğaçayı projesi” duvara toslamıştı. Konu doğal yapının, Konyaaltı sahillerinin korunmasının, mühendislik bilgilerinin karşılaştırılmasına geldiğinde ve Boğaçayı’ nın özgün koşullarında dere yatağına liman yapılamayacağı gerçeği ile yüzleştiklerinde, bu hayallerinden söz edemez hale gelmişlerdi.

Aynı şekilde yarışma sonucu elde edilen ve renk cümbüşü halinde tanıtılan Konyaaltı sahil projesini de yarışma adaplarına inat, tanınmaz hale getirmekle kalmayıp, meslek odalarını, bilimselliği, kamusal alan kullanımı ilkelerini resmen ayaklar altına almışlardı. Dahası halkın sahillerden serbestçe yararlanma haklarının lokanta köşelerinde pazarlandığı iddia edilen fotoğraf karelerinde görünmüşlerdi.

Kısa bir süre önce Şarampol projesindeki yeter ki para getirsin uğruna parkı betonlaştırma girişimi fark edildiğinde ortaya çıkan kararlı muhalefete karşı, kesinleşen meclis kararı falan demeden, def-i bela kabilinden uygulanan referandum sonucunda yeşil alana yönelik tecavüzcülükten geri adım atmak durumunda kalmaları da bu yönetici/tüccarların yüzlerini kızartmamıştı…

Gerçi böylesi örnekler aynı zamanda “ye kürküm ye düzeninin” yöneticisi olarak rol kapmanın kaçınılmaz sonuçları… Tıpkı Kepez Santral Mahallesi kentsel dönüşüm projesinde olduğu gibi öncelikle müteahhit firmaya avantaj sağlamak, işlevini yitirmemiş kent otogarını, spor sahalarını satışa çıkarmak, kullanımı yetersiz güzergahlara ray döşemek, daha olmadı denizi ve sahilleri pazarlamak gibi…

Şimdi de yine kentsel dönüşüm adı altında bütün bir kentin pazarlanmasına garantörlük yapmak istiyorlar.  

PİYASACI YÖNETİMİN İSTEDİĞİ.... 

Aksu, Döşemealtı, Kepez, Konyaaltı ve Muratpaşa ilçelerini içine aldığı belirtilen bu çalışmaya en kapsamlı eleştiri Antalya Kent Konseyi İmar ve Planlama Çalışma grubundan geldi. (*3)

Bu raporda dile getirilen eleştirilerden de  anladığımız odur ki Büyükşehir yönetimi gemi azıya almış durumda. 

Bu öyle bir azma durumu ki kentsel dönüşüm master planı ile toplum halinde birlikte yaşama koşulları, doğa ve mekan kullanımı, sosyal ilişkiler, ortak alanlar kavramı, kamusal değerler, barınma hakkı, yerleşim ile ilgili hemen her şey pazarda alınıp satılan soyut bir parsel veya bina işlemine indirgenmek isteniyor...

ANTALYA'YI İSTİLA HEVESİ
Gerçek şu ki küreselleşme, yabancılaştırma, özelleştirme, ticarileştirme, yerelleştirme derken getirildiğimiz yer, ele geçirilen kamusal otorite aracılığı ile kamusal değerlere kendilerinden menkul kriterlere göre el koymak ve yaşam alanlarımızı istila etmek niyetlerini ortaya koymaktan ibarettir.

İyileştirme, güzelleştirme, geliştirme, risklerden koruma adı altında ne planlama, ne zemin, ne de ulaşım konularında kayda değer hiçbir etüt ve analiz olmadan ; 
Kentin geçmişten bugüne taşıdığı ve geleceğine ilişkin hiçbir saptama, tartışma ve öngörü geliştirmeden ; . 

hukuksal düzenlemeleri kaale almadan, kent sakinlerinin, ilçe belediyelerinin görüşlerine bile başvurmadan istila kavramına uygun düşecek tarzda yürütüyorlar operasyonlarını…

Bu yolla masa başında hazırlanan krokilerle büyük ölçekli, büyük hacimli  sermaye aktarımlarına, sermayenin bu yolla kendisini yeniden üretmesine zemin hazırlamak adına hareket eden ABB Türel yönetimi hazırladığı Antalya Merkez 5 İlçe Kentsel Dönüşüm Master Planını meclisten geçirmek niyetinde…

İSTİLA HAREKATININ GARANTÖRÜ TÜREL YÖNETİMİ
Hiç tereddütsüz belirtmeliyiz ki bu bir istila planıdır. Bu plana göre belirleyecekleri pilot bölgelerde ABB  tarafından organizasyon ofisleri kurulacak. Müteahhitlerce yürütülen anlaşma süreçleri Büyükşehir Belediyesi garantörlüğünde yapılacak. Anlaşması tamamlanan etapların, bölge kentsel tasarımına uygun şekilde uygulama imar planlarının onaylanması ile proje, ruhsat ve inşaat süreçlerine geçilecek.

Bu süreç, 47 adet kentsel dönüşüm alanı içinde 818 kentsel dönüşüm etabı olacağı ilan edilen master plan ile aynı zamanda nazım imar planına 818 yama getirilmek istendiği anlamına gelmektedir.

Yakın bir gelecekte nasıl (yamalı bohçaya dönüştürülmüş) bir kente yaşayacağınız konusunda bugünden herhangi bir öngörüye sahip olmak mümkün görünmüyor. 
818 etapta yer alan kat maliki veya arsa sahibi sayısı kadar pazarlıklar, oldu-bittiler, dayatmalar, parası olmayanı yerinden yurdundan etmeler, kazananlar/kaybedenler, haksız yere riske sokulanlar, sağlam çürük hep birlikte müteahhide teslim edilenler, el çabukluğu ile işi götürenler, çıkmalar, uzatmalar, görmezden gelinenler, kayırılanlar, dışlananlar, alışlar/verişler, ticaretin her türlüsü, pazarlamaların bin bir çeşidi Türel Yönetiminin garantörlüğünde yürütülecek.

TEK HEDEF, TEK DÜŞÜNCE, TEK İLİŞKİ, TEK İŞ...
EGEMEN İÇİN ALIŞ VERİŞ

Yeni emlak vergi düzenlemelerinin ve kentsel dönüşüm uygulamalarının sonuçları alınmaya başladıkça kent yoksulları, dar gelirliler, emeği ile geçinenler yeniden inşa edilecek kentin bu yeni, göz alıcı, alabildiğine "ticari" ve “steril” yaşam alanlarından sürgün politikalarının kurbanları olacaklar…

Egemenlik alanlarının korunması, genişletilmesi ve her daim kendisini yeniden üretmesinin yolu olarak yaslanmak istenen toplumsal taban, bugünlerdeki Türk/İslam söylemlerinin dar gelirli, emeği ile geçinenleri de bütün bu sürgün politikaların öznesi olmaktan kurtulamayacaklar…

Çünkü bu istila harekatının hedefi, düşüncesi, ilişkileri ve bütün işleri güçleri kentlinin bulunduğu yerde yeniden yerleşimleri için kentsel dönüşüm değildir. Bütün uğraşları, mekanın, kentin soylulaştırılmasına hizmet etmektir. Her şeyin en lüksü, en kalitelisi, en pahalısı, en gösterişlisi gibi “en” leri satın alabileceklerin kentlerini oluşturmaktır bütün niyetleri…  

BÜTÜN YERLEŞİMLER ÖNCELİKLE KAMUYA AİTTİR... 

Neo liberal politikalar her yerde aynı… “Kendi kendine gelin güvey olmak” deyişi tam da bu anlayışa uygun düşmekte… bütün bir toplumun ihtiyaçları, çıkarları gözetilerek, kamusal fayda esasına göre hayata geçirilmesi ve düzenlenmesi gereken yaşam alanlarımız, sadece sermaye hareketinin kendisi için, onun ihtiyaçları ve niyetleri için tasarlanıp uygulamaya konulmak isteniyor... 

KAMUSAL HAKLARIMIZDAN VAZGEÇMEYELİM

Bu uğurda teslim alınmak ile oportünizm arasında gidip gelen, bağımlılık ilişkilerinden kopamayan çevreler ve uzmanlık alanları ne yazık ki hoyratça kullanılmaya, değersizleştirilmeye ve aşağılanmaya devam ediliyor.

Nasıl ki iş güvencelerimiz yok, bütün insani değerlerimiz, haklarımız tehdit altındaysa…

Toplumun büyük bir kısmı ya sürgün ya da sürgün edilmeyi bekliyorsa…

Yaşam alanlarımız da aynı şekilde yandaşların zenginleştirilmesi, sermaye aktarımı uğruna hukuksal düzenlemelere, kamu yararına ve bilimselliğe aykırı olarak sınır tanımaz bir keyfiyete dayalı saldırganlıkla, afet riski bahanesiyle yeniden düzenlenmek istenmektedir...

AYRIŞMANIN, KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK...

Ellerimizde kalan yalnızca kendi aramızdaki anlamsız ve gereksiz çekişmelerimiz ve daha da beterinden korunma güdülerimizle tetiklenen korkularımızdır.
Çaresi yok, korkularımızı yenmek zorundayız…

Kimliğine, diline, inancına, cinsiyetine göre ayrıştırıldıkça,yoksullukla, işsizlikle, keyfiliklerle, sopayla, biat söylemleriyle terbiye edilmeyi kabullendikçe, sürgünlerden sürgün, ölümlerden ölüm beğenelim…

Çünkü bütün bu kabul edilemez yol ve yöntemlerle dönüştürülmek istenen kentler,  artık yalnızca parası olanların, vicdanlarını teslim edenlerin, iktidar sözüyle hareket etmeyi kabullenenlerin, egemenlik alanlarından beslenenlerin, kazançları uğruna ve insan kıyımlarına, yağmalara, talanlara sessiz kalanların kentleri olacak…  

Çaresi yok, kendini iyi hissetmeyen, horlanan, dışlanan, mağdur edilen herkes, bir diğerini ötekileştirmeden bir araya gelmelidir…

Yaşam alanlarına geleceğine sahip çıkmalıdır.

Yaşanan kötülükler bekleyerek son bulmuyor…03.07.2017

Dipnotlar;
*1
5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 7. maddesinin u ve z bendi ile 5393 Sayılı Belediye Kanununun 53. Maddesi, 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun, 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. 
*2
Doç.Dr. Nihat Dipova, Akdeniz Üniversitesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü
*3
İmar Planlama Çalışma Grubunun eleştirilerine başlık olarak değinmek gerekirse ;  
* planlamaya katılım süreci ve yöntemi sağlıklı değil. Adeta bir formalitenin yerine getirilmesi izlenimi veriyor.
* Kentsel dönüşüm master planı, kentin bütününün planlandığı nazım imar planı hedefleri kapsamında ele alınmamıştır.  
* Kentsel dönüşüm master palanının üst ölçekli plan kararları ile ilişkisi kurulmalı, yoğunluk ve emsal artırımı planlama kararlarına aykırı olmamalıdır.  
* ulaşım ana planı kararları ve kentsel dönüşüm master planı kararları bir arada düşünülmesi ve nazım imar planına aktarılmalıdır.
* kentsel dönüşüm için öncelikle temel ilke ve stratejilerinin belirlenmesi gerekir.
* plan gerekçelerinin belirlenen ilke ve stratejilere uygun olması gerekir.
* kentsel dönüşüm master planında zemin yapısına ilişkin bilgi bulunmamaktadır.  
* Mevcut yapıların depreme karşı dayanımının belirlenmesinde sadece gözlemsel yöntemlerin yeterli olmaz, bilimsel ve teknik yöntemlerden yararlanılmalıdır.
* afet riski bulunan alanların da tespiti yapılması gerekir.  
* sosyal yapıya ilişkin analizler bulunmamaktadır.
* Etüt yapılmadan her alan kentsel dönüşüm alanı olarak belirlenmemelidir.
* Uygulanabilir plan kararları alınmalıdır.
* kentsel dönüşüm- kentsel tasarım-planlama ilişkisinin iyi kurulmalıdır.
* alt yapı çalışmaları da bu süreçte planlanmalıdır.
*dönüşüm alanların yeniden yapılanmasında sosyal ve teknik altyapı standartları sağlanmalıdır.
* kat sayısı kriterleri kent siluetiyle birlikte değerlendirilmelidir.
* yerelin özelliklerini yansıtacak kent kimliğini yaşatacak, iklimsel koşulları gözeten sürdürülebilir projelere önem verilmelidir

30 Nisan 2017 Pazar

Boşuna Değil

Anayasa referandumu ile meşruiyeti kalmadığı tescil edilen şark kurnazlarının çaldıkları
minarelere kılıf uydurmaları artık mümkün görünmüyor...

Partili tek adamın meclisi işlevsizleştirerek güdümlü bir yargı ile toplumun hakkaniyet duygularını tatmin edebileceğini ummak zaten hayalden öte kaba bir aldatmaca ve dayatma ile mümkün olabilirdi, nitekim öyle de oluyor...
 
Yaptırım uygulama otoritesine sahip olmak başka, yönetimsel yetkilerin haklı, adil ve kabul edilebilir nedenlere dayalı olması başkadır...
 
Tam ortasından ikiye ayırdıkları toplumu, referandumda elde edebildikleri şaibeli sonuç ve yönetememe kaygısı ile uzatılan OHAL,
 
diğer kamu kurumları gibi itibarsızlaştırılan YSK,
 
siyasi kadrolarıyla doldurulan yargı, Uluslararası ilişkilerdeki acz hallerinin üzerini örtme dilleri,
 
Antalya Valiliğinin alkollü içki kullanıcılarına yönelik çıkışı,
 
KHK ile evlilik programlarına konulan yasaklar vs gibi oldu bitti karar ve uygulamalar yanında;
tek adam için partiye kayıt ve kongre takviminin başlatılmış olması da gösteriyor ki bütün gayretleri ve niyetleri yalnızca toplumun % 50 + 1 ine hitap etmek, onların sempatisini ve desteğini devam ettirmek ve bu yolla ayakta kalabilmek içindir...
 
Bu nedenle de toplumun diğer yarısına saldırmadan, yargısız infazlarla kamusal alanlarda tasfiyeye yönelmeden, savaş koşullarını sürdürmeden kendilerini güvende hissedemeyecekler...
 
Son KHK ler ile araya sıkıştırılan Mersin, Muğla, Diyarbakır, Denizli, İstanbul barış akademisyenlerinin bir kısmı daha kamu görevlerinden ihraç edilirken kamu görevlerinden ihraç edilenlerin açtığı davaların külfetleri kendi üzerilerinde bırakılarak komisyona havale edildi.
 
Hukuksal süreçleri rayından çıkararak, uzatarak, mağduriyet sahiplerini nedamet getirmeye zorlayarak, toplumun diğer yarısını da ya bu yolla teslim almanın ya da hiç bir haktan yararlandırmamalarının mümkün olabileceğini sanıyorlar..
 
Oysa dışlanmışlıklara, haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı duran çok geniş bir kitle var bu ülkede...
 
Son 2 haftada olup bitenlerden de anlaşıldığı gibi % 50 -1' in bütün bu olup bitenlere Hayır demesi boşuna değil...
 
Özgürlükçü, demokratik, laik bir hayat için bu kapalı devre sermaye düzeninin keyfiyetlerini kabullenmeyenlerin, emeğinin hakkını almak için sonuna kadar mücadele edenlerin, farklılıklarımızla bir arada yaşamayı savunanların iradeleri, kararlılığı ve dayanışması ile aşacağız bu kendini bilmez günleri...

20 Nisan 2017 Perşembe

Yenmesini öğrenmek elimizde…

Yangından mal kaçırır gibi açıklamalar, balkon gösterileri ve nihayet atı alan Üsküdar’ı
geçti duyurusu yapılarak hukuksuzlukları, ulusal ve uluslararası gözlemci raporlarını, yargısız infaz yaklaşımlarını bertaraf etmek, bu yolla kendini legalize etmek mümkün değil…

Olan bitenler gizlenip, inkar edilemeyecek kadar kayıtlı, belgeli ve kanun hükmüyle ispatlı…
Boşuna dememişler, “at yularından insan ikrarından tutulur”

Uygarlık kriterleri yerine dayatmacılığın dili ve tezahürleriyle toplumu koşullandırmaya kararlı olanların kin, intikam, hakimiyet operasyonlarının sonu gelmeyeceği, anayasa referandumu ile bir kez daha tescil edilmiş oldu…

Şimdi sıra açık veya gizli hayır diyenlerde,

emeğine, hakkına, özgürlüklerine sahip çıkanlarda…

Her hangi bir liderin icazetine ihtiyacı olmaksızın herkes için eşitsizliklere, haksızlıklara karşı çıktıkça demokratikleşebileceğimize, barış içinde birlikte yaşayabileceğimize inananlarda…

Bütün meselenin, kendi geleceğini kendisini muktedir sananlara emanet etmemek olduğunu düşünenlerde…

Hile hurda, havuç sopa...

yenile yenile yenmesini öğrenmek elimizde…

13 Nisan 2017 Perşembe

Sermaye dünyasının iktidar oyunlarını bozacağız

Bir yol ayrımındayız… İktidar, tam ortasından ikiye yarılmış topluma nasıl yönetilmek
istediği konusunda tercihini soruyor…

Aslında soru “kırk katır mı kırk satır mı ?” tarzında…
 
Oysa, demokratik sistem veya demokratik yönetim arayışlarında, halkın yönetime katılım kanalları nasıl sağlanmalı sorusuna cevap aranır. Ama bu konu hiçbir aşamada bu haliyle gündeme bile alınmadı....
 
Bununla da yetinilmedi, iktidar hazırladığı anayasa değişikliği teklifine “EVET” tercihinde bulunulmasını sağlama operasyonları gerçekleştirdi. Yurt içinde veya dışında devreye sokulan resmi, özel her türlü girişim ile OHAL uygulamaları da gösterdi ki iktidar kendi çaldı kendi oynadı…
 
İktidarın gizlisi ve acelesi olduğu da her halinden belliydi… Oylamaya sunulan teklif metni kadar, kayıkçı dövüşü halinde sürdürülen kampanyasının üslubu ve tarzı da anti demokratik ve yakışıksızdı...
 
Hiç kuşku yok ki iktidar istediği sonucu aldığı takdirde fiili durum halk tarafından onaylanmış sayılacak.
 
Zaten anayasa değişikliği teklifinin kabulü halinde cumhurbaşkanının hemen partisine kaydolması ve yargı alanına hemen el atmasına yönelik hükümleri sayesinde partili tek adamın güdümlü yargı inşası uygulamaları halkoyu ile resmiyet kazandırılmış olacak…
 
Belki uyku sersemliği ile başlangıçta fark edilmeyecek ama tıpkı OHAL ile daha şimdiden örnekleri yaşanmakta olan yargısız infazların, sınırsız ve denetimsiz bir keyfiyetin olağanlaştığını ve giderek şiddeti ve dışlayıcılığı artan oranda kurumsallaştırıldığını göreceğiz.
 
Geriye pek bir şey kalmamış olsa da hepimizin şimdiye kadar sahip olduğu haklar ve özgürlüklerin kolaylıkla yasa dışı ilan edilebileceklerini, kaybettiklerimizin yokluğunu yaşadıkça daha iyi anlayacağız…
 
Örneğin kıdem tazminatı hakkına hemen el atacaklar. Kamusal işletmeler, ortak alanlar, kamusal kaynaklar eskisinden daha hızlı ve fütursuzca sermaye çevrelerinin tasarrufuna sunulacak. Özel veya resmi kurum ve kuruluşların kapatılıp açılmasını, eğitimin, sağlığın ticarileştirilmesini, iş güvencesini, idarenin işlemlerine karşı itiraz hakkını, mülkiyet hakkını, barınma hakkını, seyahat özgürlüğünü, adil yargılanma hakkını, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü, barış içinde birlikte yaşamak istiyorum diyebilmeyi, sağlıklı çevrede yaşama hakkını, inanç özgürlüğünü, zenginlik kaynaklarından toplumun eşit koşullarda yararlanma hakkını, kadın erkek eşitliğini, kamusal harcamaların nereye yapıldığını öğrenme hakkını, kanunilik ilkesini, haber alma hakkını, internet kullanımını, çocuk haklarını, seçme ve seçilme hakkını ve benzeri bütün haklarımızı ve özgürlüklerimizi, hepimizi etkileyen devlet politikalarını, savaş ilanlarını bile tek adamın iradesine, teveccühüne, insicam ve fıtratına havale etmiş olacağız...
 
Ne siyaseten ne de yargısal olarak denetlenmesi hemen hemen mümkün olamayacak bir havale olacak bu…
 
Partisinin binaları ile devlet dairelerini içindekileriyle birlikte başkana ve başkanın adamlarına emanet edilmesini ve toplumun geri kalanının da onların emirlerine amade olmasını isteyen iktidar belli ki frenleri patlatmış yokuş aşağı giderken nerede duracağını, düşündüklerinin sonucunun nereye varacağını öngöremez bir durumda…
 
İstediğimi söyler, istediğimi yaparım diyenler elbette istemediklerini de işitecekler…
 
İnsanlık tarihi kendini vazgeçilmez sananların nasıl vazgeçildiklerinin yazıldığı bir süreçtir…
 
Ve elbette, bu yol ayrımında ne kırk katır, ne de kırk satır diyeceğiz…
 
Yeni bir yol açarak her türlü keyfiyete, adaletsizliğe, eşitsizliğe, sömürü ve dayatmalara hayır diyenlerle dini, imanı, vatanı para olan sermaye dünyasının iktidar oyunlarını bozacağız....

1 Nisan 2017 Cumartesi

Yeni bir ses yükseliyor artık ülkemizde...

Daha birkaç ay önce hangi teklife, neden evet diyecekleri hakkında bilgi bekleyenler
bugünlerde nereye sürüklendiklerini anlamış olmalılar…

Resmi kurumlar, resmi ağızlar sınırsız ve teklifsiz bir taarruzla toplumu tek adam anayasasına koşullandırma gayreti içindeler... Promosyonlar, teşvikler, fonlar, kamusal kaynakların kullanımı had safhada ama yine de "evet" argümanları maya tutmuyor...
 
Kimi kodlar ve referanslar üzerinden ulaşmak istedikleri hedeflerinden vazgeçmedikleri mesajlarını ihmal etmeseler de bunun yeterli olmadığının farkındalar...
 
Siyasi iktidarın "tek adam" güzellemelerine karşılık Meclis yönetimini, çoğulcu siyaseti, ortak aklı ve aynı zamanda kendi geçmişlerini yerden yere vurmak durumunda kalmaları, her eleştiriyi yalan söylendiği kolaycılığı ile geçiştirmeye kalkmaları maya tutamayacaklarının belli başlı nedenleri...
 
Kendisi yalan olan bu anayasa teklifinin hayatta karşılığı olamayacağı gün gibi ortada... sanki babalarının çiftliğini yönetecekler de siparişlerinin kabul edilmesini istiyorlar....
 
Hele hele bugünlere kadar kendilerini vazgeçilmez olarak ilan edenlerin aslında hiç de öyle olmadıklarını itiraf etmek durumunda kalmalarına neden olan Ortadoğu'da, ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşanan gelişmeler, acz içinde kalma hallerini içi boş efelenmeler ile üzerini örtme çabaları da gösterdi ki bu referandum esas olarak AKP nin ve RTE nin siyasi ömrünü uzatma referandumudur...
 
Yüksek yüksek binalardan aşağılara salınan afişlerde boy gösteren yiğitler, reklam panolarını süsleyen milli kahramanlar, ekranların strateji uzmanları  yanı başımızda yeniden haritalar çizilirken seyirci mi kalsaydık diyen militarizmin sevdalıları, sonlandırmak durumunda kalınan anlı şanlı Fırat Kalkanı ile BOP liderliğine veda ettiler...
 
ABD de tutuklanan banka yetkilisi ile 17-25 Aralık defterlerinin de her daim kamburları olarak kalacağı, kendi İstikballeri için bu kamburu taşımaktan imtina edemeyecekleri de mahkeme kayıtlarına geçmiş oldu...
 
Hak ihlallerine karşı durmak için siyasi parti genel başkanlarının, akademisyenlerin cezaevinde veya dışarda açlık grevlerine başlama çaresizlikleriyle gördük ki, izledikleri yüksek siyasetin ürünleri olarak ölümüne hak arayışları tekrar hayatlarımıza girdi...
 
Her geçen yıl daha da derinleştirdikleri gelir adaletsizlikleri, hayat pahalılığı, işsizlik, geleceksizlik, güvencesizlik, yargısız infazlar, keyfi yasaklamalar, iltimas sorunlarını tek adam yönetimi olunca da çözemeyeceklerini çok iyi biliyorlar ama esas dertlerinin bu olmadığı çok açık.
 
Bütün beklentileri hesapsız, denetimsiz, sorumsuz yönetime kavuşmak. Kendilerine karşı olan herkesi, herşeyi bu yolla etkisizleştirerek iktidar da kalmanın yollarını pekiştirmek... Bunu da milli ve dini değerler diye diye sahne alan "abidik gubidik" siyaset anlayışlarının son kozlarını oynadıkları ye kürküm ye anayasası ile yapacaklarını sanıyorlar...
 
İktidarın artık bu toplumu yönetemez hale geldiği konusunda yandaşları dahil herkes hem fikir.
 
O nedenle yeni bir ses yükseliyor artık ülkemizde...
 
Yurttaşlar seslerine ses verilen her yerde yeniden tartışmaya başlıyor kendi meclislerini....
 
Yerinden yurdundan, işinden gücünden, sevdiklerinden uzaklaştırılmaya, dışlanmaya, dayatmalara, eşitsizliklere, haksızlıklara, savaşa ve sömürüye karşı olmadan ayakta kalamayacağımızı öğrendik sesleri harmanlanarak büyüyor...
 
16 Nisanda sonuç ne olursa olsun artık biliyoruz ki emeğine, hakkına, özgürlüklerine sahip çıkanlar taşıyacaklar bu ülkeyi aydınlık yarınlara ...

26 Şubat 2017 Pazar

Mesele kimin çobanlığını kabul etmemiz değil,

Ne referandum, ne seçim ‘fark etmez’, ‘değişen bir şey olmaz’, “sonuç belli” diyenlere,
“beterin beteri var” hallerini hatırlatmakta yarar var. Kendimizi bırakmanın, sunulanı peşinen kabullenmenin kimseye faydası yok.

Her koşulda “kendim ettim kendim buldum” yakınmalarına son verme arayışlarımıza ve çabalarına devam edebiliriz...
 
Sözü dinlenmeyenlerin, dışlananların, görmezden gelinenlerin bir araya gelebilecekleri, demokratik, özgürlükçü, laik ve eşitlikçi bir hayatı nasıl birlikte gerçekleştirebilecekleri üzerine kafa yorabiliriz.
 
Şurası çok açık ki hepimizi "mal" yerine koyan bu düzenin egemenleri, suyuna gittikçe suyumuzu kirletmekten, hatta kesmekten çekinmiyorlar
 
Ama çözüm üretilemez hale gelen ekonomik krizin faturasını bütün bir halka çıkarmanın formulü olarak sundukları anayasaya değişikliklerini kabul ettirmek için, şimdi de, hepimizle alay edercesine, şatafatlı toplantılarla şarkılarla marşlarla peşlerinden gitmemizi istiyorlar...
 
Bu vahşi, acımasız sermaye düzenine gönülden oy vermemizi, kalpten biat etmemizi istiyorlar...
 
Bütün bir toplumu "gütmek" ve başımıza getirecekleri bir "çoban" aracılığı ile sütümüzden, etimizden, kemiğimizden her parçamızdan itirazsız, engelsiz yararlanmak istediklerini ilan ediyorlar...
 
Bütün bu maskaralıkları, kendi rızamızla kurbanlık koyun olarak yaşamayı kabullendiğimizi, kendi ellerimizle anayasal güvence altına almamızı istiyorlar...
 
Ve böylece istiyorlar ki;
 
•Türkiye'yi tek bir adam yönetsin... yardımcılarını, bakanlarını, üst düzey tüm bürokratları dilediği gibi tayin etsin... beğenmezse azletsin... tek adamın atadıkları icraatlarından dolayı meclise karşı sorumlu olmasınlar.
 
•tek adama kararnameler çıkarma yetkisi verilsin..., bu kararnameler ile özelleştirme, yeni kamu kurumları açıp, kapama, merkez, taşra teşkilatlanmalarını, ekonomik düzenlemelerini, kamusal kaynakları, milli güvenlik politikalarını dilediği gibi belirleme yetkisi verilsin...
 
•Tek adam kendi bütçesini kendisi hazırlasın, mecliste kabul edilmese bile önceki yılın bütçesine eklenecek enflasyon oranı artışı eklenerek harcamalarına devam etsin...
 
•Tek adam gerekli görürse meclisi fesih etme yetkisine de sahip olsun, yeniden seçim yapılmasına karar versin, Meclisin tek adamı azletme yetkisi ise öyle kolay olmasın....
 
•Tek adam, mensubu olduğu siyasi partinin milletvekillerini, il başkanlarını ve ilçe başkanlarını belirleyebilsin, partisi TBMM de çoğunluğu sağladığında yasama faaliyetlerinin de tamamında söz sahibi olsun....
 
•Tek adam, kendi seçtiği Adalet Bakanı ve müsteşarı ile birlikte çoğunluğunu elinde tuttuğu yasamanın seçeceği Yüksek yargı mensuplarının oluşturacağı yargının üst kuruluşlarında ve giderek tamamında etkin ve belirleyici olsun
 
•Böylece Yürütmenin başı olan tek adam, yasama ve yargı ile herhangi bir sorun yaşamasın, engelleme ile karşılaşmasın...
 
•tek adam partisine, partisi tek adama destek olsun, il, ilçede, beldelerde de kontrol sistemi kurulsun...
 
•tek adamın ilan edeceği OHAL ile temel hak ve özgürlükler kolaylıkla rafa kaldırabilir olsun, mala mülke, işletmeye, işe güce yargısız el konulabilsin, STK, medya, belediye, dernek vs. ne varsa her alan, her oluşum tek merkeze bağlı olsun...
 
•bu tek adam başkomutan sıfatı ile tek başına gerekirse savaş, gerekirse bir başka ülkeyi işgal kararı da verebilsin...
 
Bir topluma bundan öte daha fazla ne kötülük yapılabilir?
 
Bir toplum kendi kendine bundan daha fazla ne kötülük yapabilir ?
 
Seçimle başımıza bir çoban getireceğiz.
 
Öl diyecek öleceğiz.
 
Aç, açıkta kalın diyecek, kalacağız.
 
Kimlerin düşman olduğunu söyleyecek, hainlere linç talimatını bekleyeceğiz.
 
Şartlar böyle diyecek Sadakalarıyla yetineceğiz.
 
Bu yollarla piyasada hepimiz alınıp satılacağız ama çobanımızı biz seçeceğiz, oysa adı üzerinde çoban da, sahibine çobandır.
 
Mesele kimin çobanlığını kabul etmemiz değil, bu adaletsiz, insafsız düzen sürsün diye zapt u rap altına alınmamız meselesidir...
 
İyi düşün ey halk!
 
"Evet" oyu, senin ve değer verdiğin her şeyin senden koparılması fermanını kayıtsız şartsız kabul ediyorum demektir...

16 Şubat 2017 Perşembe

Tek adam yönetimine, parti devletine, güdümlü yargıya #HAYIR

Biz en iyisiyiz ama gene de olmuyor, devleti de toplumu da istediğimiz gibi yönetemiyoruz
diyen siyasi irade çözüm olarak hemen her alanda daha fazla yetki ama daha az denetim öngören anayasal düzenlemelerini referandum yoluyla halka kabul ettirmeye çalışacak...

Böylece istikrarlı, güçlü ve prangasız bir yönetime kavuşulacağını ve bu sayede, terörden arındırılmış, yatırım yapan, istihdam yaratan, hızla kalkınan bir ülke haline geleceğimizi ileri sürüyorlar…
 
Siyasi iradenin bu teklifine ya evet diyeceğiz ya da hayır.
 
Bir tarafta iktidar olmanın, iktidarda kalmanın, iktidarını sürdürmenin yol ve yöntemleri üzerine teklifler…
 
Diğer tarafta ayrıştırılarak, yoksunlaştırılarak hizaya sokulmak istenen yurttaşlar topluluğu…
 
Ne ironik bir durum… kimin iradesi kime kısmet olacak hep birlikte göreceğiz...
 
Biliyoruz ki kimi insan güvendiği/inandığı birilerinin izinden ayrılmaz…
 
Kimi insan içinde bulunduğu herhangi bir oluşuma, kendisini ifade ettiğini düşündüğü ortama ters düşmeme kaygısı ile hareket eder…
 
Aidiyet ve tabiiyet ilişkilerine indirgenen tercihlerde çoğu insan elini kolunu bağlı hisseder…
 
Öyle görünüyor ki bütün bunların arasında kalan kararsızlar belirleyecek nasıl yönetileceğimizi...
 
Bu bakımdan her türlü etkiden, yönlendirmeden uzak, tamamen objektif olmak istediklerinden kuşku duyulmamalı kararsızların...
 
Şu vakte kadar hala kararsız kaldılarsa eğer, bu durum iktidar kadar biraz da olan bitene muhalif olanların da onlara yeterince dokunamamalarının, güven verememelerinin bir sonucu değil midir ?
Oysa, kim herhangi bir iktidarın gücü ne kadar büyükse kötüye kullanılmasının tehlikesinin de o kadar fazla olacağını düşünmez ki ?
 
İktidar güçlendikçe haklarımızın ve özgürlüklerimizin güvende olamayacağını, hukukun yerine keyfiyetin alabileceğini, malımızın, mülkümüzün, işimizin, gücümüzün, varımızla yoğumuzla bütün bir geleceğimizin tek bir adamın ve onun adamlarının insafına terk edileceğini öngörmemek mümkün mü ?
 
Bu nasıl bir aldatmacadır ki halkın yönetime katılma kanallarının tamamen kapatıldığı, kendisi ile ilgili hiç bir konuda söz söyleme hakkının tanınmadığı bir devlet örgütlenmesinde, yasama ve yargı üzerinde de söz sahibi olması anayasal güvence altına alınan cumhur başkanının milletin iradesininin bir yansıması olarak kabul etmemiz istenmektedir.
 
Bu denli çalıp çırpmaların, kamusal kaynaklarımızı heba etmenin, gelir adaletsizliğinin, hayat pahalılığının, işsizlik, güvencesizlik, yargısız infazların ve nihayet savaş batağına saplanmamıza neden olanların toplumdan daha fazla yetki talebinde bulunabilmeleri ne kadar acı ve bir o kadar da hepimizin ortak ayıbı değil midir ?
 
Unutmayalım korkunun ecele faydası yoktur. Ama halkın, iktidarı korkutmasının sayısız faydaları vardır. Bu anayasa referandumu hepimizin birbirimizin hakları ve özgürlükleri için iktidarın gücünü sınırlama, zenginlik kaynaklarımızın adil bölüşümü, sömürünün ve talanın önüne geçme niyetlerimizin ifadesi olarak tarihe geçmesini sağlayabiliriz…
 
Bunun için herhangi bir partinin, her hangi birilerinin icazetine de ihtiyacımız yok… Bu toplum kendi kendini yönetmesini pek ala başarabilecek birikime ve güce sahiptir...
 
Kendimizi bu kadar değersizleştirmemizi, önemsizleştirmemizi, kişiliksizleştirmemizi isteyen, kayıtsız şartsız tek bir adamın arkasına sıralanarak yaşamamızı salık veren bu anayasa referandumunda hayır tercihinde bulunmakla, bu topraklarda kardeşçe yaşamanın da mümkün olduğunu, kendi özgüvenimiz ve kararlılığımızla eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir hayatı kendi ellerimizle kurabilecek iradeye sahip olduğumuzu gösterebiliriz...
 
Zaman toplumsal olandan yana karar verme zamanıdır...
 
Tek adam yönetimine, parti devletine, güdümlü yargıya #HAYIR


20 Ocak 2017 Cuma

Tek Adam Cumhuriyeti Referandumu

Asker veya sivil olması fark etmiyor...


1982 anayasası askeri darbe ve sıkıyönetimli yılların eseriydi... şimdiki anayasa girişimi de OHAL in eseri olsun isteniyor... Biri kontrollü yargı ve meclis bırakmıştı gerisinde, diğeri güdümlü bir yargı ve işlevsiz bir meclisle yetinmemiz için çabalıyor...
 
Biri 'aldı kaçtı' yöntemlerle, ayetler okunarak, silahların gölgesinde yürürlüğe sokulmuştu, diğeri roketatarların, canlı bombaların patlatıldığı, katliamların kol gezdiği, savaş hallerinin hüküm sürdüğü, yasaklar, tutuklamalar, güvencesizlik ve korku ortamında, şantaj, rüşvet, kavga dövüş pazarlıklarla, 'kuzu' postuna bürünmüş militarizmin, tepeden inmeciliğin, dayatmacılığın, hilafet söylemlerinin millet iradesini esir alma operasyonlarıyla...
 
Bütün bu olup bitenleri salt askerden daha asker sivil yöneticilerin hevesleri olarak görmek mümkün değil.
 
Kabul edelim ki ekonominin ve siyasetin egemenleri kendi bildiklerini okumakta çok yetkinleştiler, bir o kadar da insafsızlaştılar.
 
Dillerinden düşürmedikleri milli ve dini değerler kendi istikballerinin kalkanı olmaktan öte anlam ifade etmediğini yeterince anlamış olmalıyız..
 
Zira ayakta kalabilmek, kendilerini yeniden üretebilmek için başka çareleri kalmayan egemenlerin toplumu yönetememenin, krizden çıkamamanın, neden oldukları yıkımların, kamusal kaynakları talanın hesabının sorulmamasının çaresini tek adam anayasasında gördüklerini ortaya koyuyorlar...
 
Toplum siyasetten tamamen dışlanmış durumda tam da istedikleri kıvama getirilmişken, fırsat bu fırsat hesabıyla daha da etkisizleştirmeye çalışıyorlar kendi gibi olmayan herkesi...

Hendek ya da kürsü muharebelerine sürüklenen siyaset tezahürleri de bu dayatmacı, yasakçı, anti demokratik siyaset tarzlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor mu zaten ?
 
Bütün bu söz cambazlıkları, oldu bittiler, kışkırtarak saflaşmalar nereye kadar sürecek ?
 
Sırtını yasladıkları bu muhafazakarlık bu kadar pişkinliği, fütursuzluğu ve kötülüğü daha ne kadar muhafaza edebilecek ?
 
Kuşkusuz her çevre ve her birey kendisiyle yüzleşme nedenlerini ve zamanını kendileri tayin edeceklerdir...
 
Ama hepimiz biliyoruz ki, insanın ve toplumların her koşulda yeniden, yenilenen, yenilmeyen, kendini savunmasını ve ayakta kalmasını sağlayan doğal yasaları çalışmaya devam ediyor...
 
Bu nedenle bizim ülkemizde de kökenini ve inancını bilimden ve akıldan üstün tutmayan insanlar var...
 
İyi, doğru ve güzel arayışından asla vazgeçmeyen,
 
menfaat çetelerine bulaşmayan,
 
emeğe, özgürlüğe, barışa, rengarenk bir hayata sırt çevirmeyen,
 
umudu besleyen ve çoğaltan insanlar...
 
En kolay, en iyi başlangıçlar her türlü takıntılarımızdan sıyrılarak, en yakınımızdakilerle göz göze, omuz omuza gelebilmekte ve umudun gücünü hissedebilmekte.
 
Bütün mesele,
 
kendi özünde, kendi güzelliğinde...
 
Kimseyi bir başkası gibi olmaya zorlamadan
 
varlığımıza, onurumuza, yurttaşlık haklarımıza kast edenlere yüksek sesle#hayır diyebilmekte...


13 Aralık 2016 Salı

Dayanışmanın kaçınılmazlığı

Geçmişten bugüne terör eylemleri üzerine söylenmeyen söz, alınmayan önlem kalmadı ama
ardı arkası kesilmeksizin toplumun canı yanmaya devam ediyor…

Kuşku yok ki bu yolla, istisnasız hepimizin hayatlarına kast edilirken, angajmanlarından bağımsız düşünemeyenler yazık ki hala kendi lehlerine sonuçlar çıkarmanın hesaplarını yapıyorlar.
Nasıl ki bu hayatta çalıp çırpmadan, başkalarının haklarına el koymadan ve bunların teşviğini ve desteğini sağlayan siyasi-ekonomik otoriteye dayanmadan zengin olunamıyorsa, terör belasının da organizasyonunu, zeminini, fırsatını ve zamanlamasını iktidar ve pazar oyunlarına bağlamadan bunca yıldır hayatlarımıza kast edilemeyeceği son derece açık…
Ama gelin görün ki ne siyasi irade ve ne de herhangi bir yönetici bütün bu olup bitenlerden hiç bir sorumluluk duymuyor.
Temel sorunumuz o ki, bir yol, bir köprü çöktüğünde hukuki ve cezai sorumluluğunu resmi ilgilisinden talep etme imkanlarına sahip olan bu toplum, tonlarca bombanın kentin en işlek merkezlerinde patlatılmasının ve yüzlerce parçalanan ve yitip giden hayatların siyasi sorumluluğunu sorgulamaktan imtina etsin isteniyor.
Bu travmatik ve kaotik ortamın, izlenen iç ve dış politikalarla hiç ilgisi olmadığını veya tamamen dış güçlere atfedilmesi herhalde mümkün olmasa gerek. Hiç kuşku yok ki toplumsal dayanışma olmadan, içerde ve dışarda yurttaşlarıyla ve komşularıyla barışa odaklı politikaları hayata geçirmeden kendi kendimizi tüketmenin ötesinde emperyalizmin her türlü sorunumuzu kaşıyarak müdahalelerine açık bir ülke olmaya devam edeceğiz.
Suriye batağında emperyal rüyalara kapılmanın, demokratikleşme yerine şiddeti ve yasaklamaları öne çıkarmanın, toplumu dini referanslar ve cemaatler üzerinden yönetme girişimlerinin, bu oluşumda yer alan cemaatin darbe kalkışmasına karşı ilan edilen OHAL’in, OHAL bahanesiyle devleti yeniden yapılandırma ve muhalif temizliğine uzanan karar ve uygulamaların, giderek derinleşen ekonomik çöküntünün siyasi sorumluları;
şimdi de tek adam rejimi dayatmalarıyla, bütün bir toplumu adeta ya yok oluş ya da despotizm seçenekleri arasına sıkıştırmak istiyor.
Ancak şurası son derece açık ki bu toplum;
*ne siyasileştirilen İslamı, *ne kutsallık atfedilen herhangi bir kişiyi, *ne kimlik siyasetlerini, *ne başkanlık senaryolarını,
*ne İŞİD’i, ne TAK’ı, *ne de hunharca yöntemlerle kendini var etmek isteyen herhangi bir anlayışı;
ve bütün bu dayatmalarla üzeri örtülen ve giderek daha da çekilmez hale getirilen eşitsizlikleri, yoksunlukları, sömürü üzerine kurulu bu vahşi düzeni kabullenmeyen, her fırsatta itirazlarını ortaya koyan büyük bir çoğunluğa sahiptir.
O nedenle toplumsal yaşamın ve insanın doğasının, var oluşumuzun bir gereği olarak kendimizi ifade etme, savunma, denetleme mekanizmalarını bloke etmek isteyen, hamasetin elden bırakılmadığı söylemlerle ülkenin tek el, tek adam, tek zihniyet ile yönetilmesi gerektiği dayatması ile riyanın, oldu bittinin, kendi lehine durum yaratmanın her türlü senaryosu ancak ve ancak toplumsal dayanışma ile bertaraf edilebilir. Çünkü hiç bir toplum ne yok olmayı ister, ne de despotizmi.
Yeter ki toplumsal olandan yana çoğunluğun içinde yer alanlar çok sesliliği, çok renkliliği, çok kültürlülüğü, çok dilliliği dayanışmanın kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak görsün.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Konyaaltı Sahilinin Kullanımı Nasıl Olmalı ?

Konyaaltı’nda, deniz, sahil, güneş ile yüzme, dinlenme, güneşlenme fikrinin eylemli olarak bir araya
gelmesi çok eskilere dayanmadığını biliyoruz… 

Sosyolojik olarak deniz ve denize yakın araziden yararlanmanın verimsiz ve gereksiz olarak değerlendirilmesi, yayla kültürünün baskınlığı yakın zamana kadar denizden yararlanma fikrinin gelişmesine engel teşkil etmiş… 

1950 li yıllardan sonra kenti ziyaret eden misafirler, bürokrasinin ve ticaret dünyasının ileri gelenleri, derme çatma yapılarla, obalarla sahilden ve denizden yararlanmanın ilk kalıcı örnekleri olmuşlar…  

Turizmin, kentin gelişiminin esas dinamiklerden biri haline gelmesine paralel olarak da sahil düzenlemeleri hem yerel yönetimlerin hem de merkezi yönetimlerin vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır.

Sahil düzenlemelerinde temel ilke nedir ?

Düzenlemeye konu alan sahil şerididir. Deniz kıyısıdır. Nelerin nasıl ve hangi koşullarda yapılabileceği hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk normlarıyla belirli bir standarda kavuşmuş durumdadır.

Kısaca bu alan tamamen kamusal bir alandır. Çok çok özel nedenlerle ve uygun şartlara sahipse liman gibi istisnai bazı durumlar dışında kamuya kapatılmaması zorunludur. Diğer bir deyişle kıyı ve sahil şeritlerinden herkes eşit ve serbestçe yararlanmalıdır.

Durum bu merkezde olmasına karşın, bilinmektedir ki ülkemizin pek çok sahili kamunun serbestçe ve eşit olarak kullanılmasına kapatılmış durumdadır. Tatil köyü, çeşitli işletmeler, resmi veya gayri resmi kurum plajları gibi tesislerle sahil şeritlerinden ve denizlerden, göllerden yararlanma imkanları idarenin keyfiyetine bağlı olarak fiilen engellenmiştir. Bu durumun esas sorumluları yerel ve merkezi yönetimlerdir. Bu konuda da sicillerinin bozuk olduğunu belirtmeye herhalde gerek yoktur.

Konyaaltı sahili neden önemlidir ?

Konyaaltı sahilinin, dünyaca ünlü olmasının ve Antalya’nın simgesel bir kesiti olarak anılmasının esas nedeni; doğal yapısı ve temizliği kadar kent merkezinde herkese açık, yerlisi, misafiri ile en kolay ulaşabilen, serbestçe yararlanılabilen kamusal özelliğinin büyük oranda korunabilen nadir deniz kıyısı olarak kalmasıdır…

Konyaaltı sahillerinde hali hazır durum nedir ve ne yapılmak istenmektedir ?

Konyaaltı sahilleri boyunca geçmişten bugüne kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında inşa edilen lokantalar, büfeler, obalar, yüzme havuzu, dolgular, setteler gibi örneklerin hepsi kamusal alanların herkese açık ve herkesin serbestçe kullanım haklarını ihlal eden uygulamalar olarak tarihe geçmiştir.
Subaşı yönetimi döneminde ALKE A.Ş’ye yap-işlet-devret modeliyle Beach Park adıyla gerçekleştirilen; Konyaaltı Belediyesinin Beach Park’ tan limana kadar ihale ettiği sahil kullanımları sonuçları itibariyle bu alanları ticarileştiren, piyasalaştıran ve herkesin eşit ve serbestçe kullanım amacını ihlal eden uygulamalar olmuştur…

Bu uygulamalardan kast edilen yalnızca kıyı kenar çizgilerine aykırı yapılaşmalar, ruhsatsız yapılara işletme ruhsatı verilmesi, büfelerin cafeler haline getirilmesi, işgal edilen alanların büyütülmesi, sahilde kapatmalar vs.vs ihlallerden de öte ; masumane bir şekilde sahilden, denizden ve güneşten yararlanmak isteyen insanların artık belirli alanlara giremez, oralardan geçemez, hatta yan gözle bakamaz hale getirilmeleridir.   

Bugüne kadar gerçekleştirilen uygulamalar şunu ortaya koymuştur ki; 

Sahil parçalara bölünerek body guardlı özel hakimiyet alanları oluşturulmuştur. Boş bırakılan alanlarda ise halkın karayol dan denize doğru dikine olarak kullanabileceği koridorlar biçiminde kullanılması teşvik edilmiştir.  

Menderes Türel kıyı’cılığı

Böylesi fiili, ayrımcı, dayatmacı ve haksız durumlar dışında Menderes Türel yönetiminin gerçekleştirdiği Kadınlar Plajı uygulamasının da kıyı kullanımının kamusal niteliğine ve amacına aykırıdır… Yalnızca kadınlara yönelik bir kullanım kıyılardan herkesin eşit ve serbestçe yararlanma hakkının ihlalidir…

Aynı şekilde iptal edildiği açıklanmakla birlikte henüz kesin olarak nasıl bir düzenleme yapılacağı netlik kazanmayan Boğaçayı Projesinin de Konyaaltı sahillerini hepten yok edecek bir uygulama olarak konunun uzmanı çevrelerin tüylerini diken diken etmeye yetmektedir.   

Zira bu projenin son resimlerinde görüleceği şekilde gerçekleştirilmesi durumunda Konyaaltı sahillerinde erozyona neden olacak, sahili çakıl taşlarından mahrum ederek doğal yapısını olduğu gibi ortadan kaldıracak derecede tehlike ve risk taşımaktadır…

Bu proje ile gündeme getirilen Boğaçayı yatağı içindeki liman girişimi ve çay boyunca gerçekleştirilmesi düşünülen setteler nedeniyle deniz kıyısının beslenmesini engelleyeceği ve doğal yapısını tamamen deforme edeceği bilinmektedir.

Ayrıca mevcut limandan Boğaçayının denize döküldüğü alana kadar düşünülen liman yatırımı da hiçbir etüt, ihtiyaç tespiti, alan araştırması olmaksızın “ben yaptım oldu bitti” anlayışı ile Konyaaltı sahillerindeki yeni bir işgal yatırımı olarak, kamu yararı ilkesine aykırı yöntemlerle  dayatılmış durumdadır.

Konyaaltı sahilinde son hamle

Antalya Büyükşehir Belediyesinin, Mimarlar odası öncülüğünde, Şehir Plancıları odası, Peyzaj mimarlar odası gibi odaların içinde yer aldığı Konyaaltı sahillerine yönelik 2014 yılında gerçekleştirilen yarışma sonucunda elde edilen projeyi adeta yap boz tahtasına çevirdiği bilinmekte. Bununla da yetinmeyen Büyükşehir Belediyesi proje yarışma şartnamesinde açıklanan koşullardan tamamen farklı bir düzlem ve uygulama ile geçtiğimiz günlerde Konyaaltı sahillerini ihaleye çıkardı.  

Menderes Türel yönetiminin ilan ettiği ihale şartları kamusal alanların ticarileştirilmesinde ulaştığımız mertebeyi ortaya koyması bakımından önem taşıyor.

Meslek odalarımızın da neden olduğu fırsattan yararlanan Büyükşehir Belediyesinin, güya yarışma ile elde edilen sahil düzenleme projesini uygulamak istediği izlenimi ile hareket etmesinin hiçbir inandırıcılığının olmadığı konuyla ilgili çevrelerce biliniyor…

Kaldı ki bu yarışma ile elde edilen projeyi dilediği gibi değişikliğe uğratması, yönetim planının olmaması, tapuya işlenmemesi Menderes Türel için çok büyük bir nimet olarak kullanılmakta olduğu ihale koşullarıyla anlaşılmış olmalıdır…

Menderes Türel ile gelinen aşama, ayrımsız herkesin eşit ve serbestçe kıyılardan yararlanma ilkesinin uygulanmasında şimdiye kadar öngörülen halka koridor uygulamalarına dahi son vermeye zorlayan işletmecilik modelini önermiş olmasıdır…

Konyaaltı sahilleri 29 yıllığına ihaleye çıkarıldı. İhale bedeli 130 milyon TL den başlıyor.

Yıllık bedel 6 milyon TL. 5 yıllık peşin ödemeli. Ayrıca cirodan %1 pay alacak Büyükşehir Belediyesi. İhale edilen alan Varyanttan Sea Life otelinin karşısına kadar… Yaklaşık 3 km lik bir mesafe. Tamamı ihaleyi alan işletmecinin tasarrufu altında... Diğer bir ifade ile yılda 6.000.000 TL kira ödeyecek bir işletme bu parayı çıkarmak için bırakınız, çay, su fiyatlarını denize girişi bile turnikeli hale getirmesi kaçınılmaz görünüyor…

Ya da al takke ver külah, dostlar alış verişte görsün, devlet malı deniz yemeyen keriz düzeni bütün hızıyla devam edecek…  

Durum budur… Büyükşehir Belediyesi para kazanacağım ve kazandıracağım diye dünyanın göz bebeği ve tüm Antalyalı’ların en kolay, en çabuk, en masrafsız denizinden, güneşinden, kumsalından yararlandığı Konyaaltı sahillerini ihaleye çıkarması, kamusal alanları ticarileştirmesi, halkın öz malı olan sahillerden, denizden, güneşten yararlanmayı paralı hale getirmesi kabul edilemez bir yerel yönetim anlayışıdır. Halkına ihanetidir.

Sahil düzenlemesi nasıl olmalıdır ?

Şurası son derece açıktır ki Konyaaltı sahili boyunca denizden yararlanmayı engelleyecek ve bu alanın ticarileştirilmesine yol açacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir. Şezlong, şemsiye vs. türünden kıyı mobilyaları için kimseye sahilde alan tahsis edilmemelidir… Eğer bu mobilyalar olmalı deniliyorsa, ticari amaçlarla kiralanmamalı, herkesin ücretsiz kullanım imkanı sağlanmalıdır… Tıpkı park, bahçe, oyun sahası, spor alanlarındaki banklar, gölgelikler ve diğer aparatlar gibi ilgili belediyeler bu kıyı mobilyalarının da temininden, korunmasından ve uygun kullanımından sorumlu olmalıdır.

Ayrımcı uygulamaları destekleyen seçkinci anlayışların, paralı kullanımlarla kendilerine özel, “nezih”, “steril” alanlar yaratma niyetlerini kamusal alanlarda gerçekleştirmelerine izin verilmemelidir. Kamusal alanlarda öngörülen düzenlemeler ve etkinlikler asla dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmamalıdır.

Çünkü kamusal alan demek öncelikle sosyalleşmenin, kaynaşmanın, dinlenmenin, kendini yenilemenin, rutinin dışında yakınlarıyla ve diğer insanlarla dolaysız bir arada olmanın, kendin gibi olmayanlarla temas kurmanın, öğrenmenin, düşünmenin, okumanın, eğlenmenin, rahatlamanın, sayılamayacak kadar çok yediden yetmişe farklı duygu ve davranışın bir araya geldiği alan demektir. .
Bunun için öncelikle temiz deniz, temiz sahil, korunan doğa, kolay ulaşım ve wc-duş-içecek su gibi en temel ihtiyaçlara güvenli bir ortamda ucuz, kolay ulaşabilme ve zahmetsiz, külfetsiz, hijyenik koşullarda yararlanma imkanlarının sağlanması yeterli olacaktır. 

Paran yoksa yoksun, paran kadar yararlan demeyen, para harcamaya özendirip yönlendirmeyen,  ayrıştırıcı, dışlayıcı olmayan, yurttaşını zenginleşme aracı olarak görmeden öncelikle ihtiyaçlar üzerinden düzenlemeleri öngören, yani toplumcu, eşitlikçi, insan merkezli kamusal alan planlamaları ve uygulamaları zor değildir.

Yeter ki bu konuda irademiz olsun. Bu irade olduğu yerde kentsel yaşama ilişkin fikri olan her bireyin ve oluşumun kendisini içinde hissedeceği, sahiplenebileceği, oy hakkı, denetleme imkanı ve karar süreçlerinde söz hakkının olduğu yönetim anlayışlarını sahil düzenlemelerinde de hayata geçirmek mümkündür…
-
Bültenimize Katılın