1 Eylül 2000 Cuma

1 Eylül

Barış, insanlığın en önemli ortak özelliklerinden biri. Bütün halklar, bütün insanlar

15 Ağustos 2000 Salı

Ben Yerine Biz

Usulsüzlük, kamusal çıkarlar yerine özel çıkarları gözeten düzenlemeler, hiç tükenmeyen
yolsuzluk iddiaları ve menfaat gruplarını kayırma neredeyse yerel yönetimlerin olağan uygulamaları haline geldi.

Gelir adaletsizliği ve bu adaletsizliği sürekli yeniden üreten bir toplumsal düzen içinde yaşıyoruz. Paranın egemen olduğu toplumsal ilişkiler yerel yönetimlerde de belirleyici. Bu nedenle doğal ve tarihi dokular yok edilebiliyor. Zenginlik kaynaklarımız menfaat gruplarının ellerinde çarçur ediliyor. Yasalarda yer alan yaptırımlar ise çoğu zaman yönetim erkinde veya yakınında olanlar için işletilemezken, daha çok savunmasız, güçsüz ve yoksul insanlar için uygulanabiliyor.
 
Aşırı trafik yükü, her türlü kirlilik, düzensizlik, fırsatçılık, eğitim, sağlık, konut problemleri yanında iki ayrı yaşam biçimi hemen bütün kentlerin esas görüntüsü haline geldi. Giderek artan sayıda dışlanan, horlanan, yoksullaşan nüfus kendi halinde yaşamaya terk edilirken; steril, korunaklı, lüks koşullarda yaşayan bir azınlık, kentlerin mevcut olanaklarından fazlasıyla yararlandırılıyor.
 
Gizlilik, kayırma, yetkiyi kötüye kullanma, nihayet adına seçildiği kente yabancılaşma adeta vazgeçilmez bir senaryonun parçası gibi her dönemin değişik aktörleri aracılığı ile oynamaya devam ediyor.
 
Bu oyun bozulabilir mi? Toplum halinde yaşamamızın bir sonucu olarak, tasada, kederde, yoksulluk ve yoksunlukta ortak olmamız istendiği kadar; sevinçte ve mevcut imkanlardan birlikte yararlanma konusunda da ortak değerler geliştirilebilir mi?

Hiç kuşkusuz ki ‘’mevcut düzenin’’ dışına itilenler, seslerini daha örgütlü ve gür olarak çıkarmayı becerebildikleri ölçüde, bu ortak değerlerin geliştirilmesi bir ihtiyaç olarak kabul görecek.
 
Doğallıkla o zaman da depremler, sel felaketleri olsa da sonuçları bu kadar dehşet ve acı verici olmayacak, üstelik kıyı düzenlemelerinden yalnızca parası olanlar yararlanmayacak, parklar, bahçeler, oyun sahaları bu denli işlevsiz ve bakımsız olmayacak, yollar, araçlar, yayalar ise birbirlerini kendilerine rakip görmeyecek, alış veriş-merkezleri özel çıkarlar için kamuya ait ortak kullanım alanlarını işgal edemeyecek, çöpler toplanacak ama ne zaman patlayacağı belli olmayan bomba merkezleri olmayacak, kamusal yatırımlar birer zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi bu yatırımlardan yararlananlar birer ‘’yolunacak kaz gibi’’ görünmeyecek.
 
Şurası açık ki toplumsal yarar ile rant ters orantılıdır. Rant oluşturmak veya ranttan yararlanmak üzere, her koşulda menfaat çevreleri lehine alınan kararlara uygulamasını beklersiniz; toplumu dayatma ve zorlama ile yönetmek istediğinizi ortaya koymuş olursunuz. Kaçınılmaz olarak bu durum ikiyüzlü politikaların, başkaları adına düşünmenin, başkaları için mekan düzenlemenin kapısını açacaktır. Bu ise eşitsiz gelişimin, gelir adaletsizliğinin, paylaşımda dayatmaların kurumsallaştığı yaşam biçiminden başka bir şey olmayacaktır.
 
O nedenle, öncelikle başkalarının da kendi hayatları üzerinde söz söylememe hakkı olduğunu kabul etmek, bu kaostan bıktığını düşünen her insanın boynunun borcu olsa gerek.
 
‘’Ben’’ yerine ‘’Biz’’ duygusunun, özel çıkar yerine kamusal çıkar fikrinin, rant yerine toplumsal yarara göre düzenlemelerin hayat bulması ancak bu yolla mümkün olacak.(15.8.2000)

25 Temmuz 2000 Salı

Kentsel Gelişim

İnsan toplumsal bir varlık. Topluluk halinde yaşıyor. Hem kendisinin hem de toplumun
sürekliliğinin sağlanması için üretmek zorunda. O nedenle insan için temel sorun üretim araçlarının kime ait olduğu değil, bu üretim araçlarından nasıl yararlanıldığı ve elde edilen ürünlerin nasıl paylaşıldığı sorunudur. Diğer bir deyişle insanın tarihi, kendi yarattığı ürünlerinin nasıl paylaşılacağı mücadelesine göre yazılıyor. Kentler de buna göre şekilleniyor.

Kentleşme sürecini sulama ve tarımın gelişmesi ile birlikte giderek artı-ürün elde edilmesi sonucunda gerçekleşen toplumsal bölünmenin başlattığını biliyoruz. Antik çağ öncesinden başlayıp Yunan ve Roma kentlerine; feodal toplum düzenin pisikoposluk kentlerinden kent devletlerine; oradan mutlak monarşiye ve giderek Rönesans dönemi ile birlikte günümüze kadar uzanan kapitalist ve sosyalist kent modellerine kadar, öncelikli kaygı, toplumsal bölünmeye denk düşen iktidarın korunması ve sürdürmesi olmuştur.
Tarihsel olarak kentlerin kimliğini ortaya çıkamaya yarayacak en temel ölçü toplumsal iş bölümün nasıl oluştuğudur. Üretim, paylaşım, tüketim ve bunlara uygun mekanlardaki insan ilişkilerinin kuralları nasıl belirlenmektedir?  Bütün bu sürecin işleyişi ve düzenlenmesinde söz sahibi olanlar kimlerdir? İktidar-muhalefet, yöneten yönetilen, seçme-seçilme imkanları, köken ve cinsiyetler arası ilişki ve diğer uygulamalar toplulukta yer alanların ortak mutabakatına dayalı mıdır? Yerleşimlerde var olan veya elde edilen zenginlik kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusunda karar verilen ortamlar ne kadar demokratiktir?
Çok rahatlıkla söylenebilir ki; yaşadığımız kentler geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin kullanıldığı yerleşimlerin adı olmuştur. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçınılmazdır. Bir tarafta streil, ayrıcalıklı ve korunaklı alanlar, diğer tarafta her an her türlü tehdite açık, güvensiz, geleceksiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu yaşam.
Ama yine de tarih boyunca elde edilmiş kazanımlar, siyasi sosyal ve ekonomik haklar vardır. Bunlar aynı zamanda insan emeği ile elde edilen ürünlerin, ortak bir akılla değerlendirebildiğini ortaya koyan kazanımlardır. Gelinen aşamanın yeterli ve hakkaniyete uygun olmadığı da ayrı bir gerçekliktir ama şurası açık ki ancak bu kazanımlar sayesinde yerleşimlerde yaşanan dayatmalara, dışlanmışlıklara, yoksunluklara, haksızlıklara karşı çıkabiliyoruz. Kendi hayatımız üzerinde düşünme, tartışma, benzer düşüncede olanlarla yan yana gelme imkanı buluyor ve daha iyi koşullarda yaşamak örgütlü bir çaba içinde olunması gerektiğini düşünüyoruz. Göstermelik ve yalnızca kontrolü elinde tutanların beklentilerine yanıt veren kurumların değişmesini; herkesin serbestçe yararlanabileceği, temel ihtiyaçlarının karşılandığı kamusal denetim kanallarının oluşturulmasını istiyoruz. Yerleşimlerde yaşayan insanlara, yaşadıkları alanlar üzerinde karar verme imkanları tanınmasını, kent yönetimlerine doğrudan ve etkin katılım kanalları oluşturulmasını artık daha yüksek sesle ifade edebiliyoruz.
İnsanlığın kazanımları hayata müdahil olmanın şartlarını da kolaylaştırıyor ve olgunlaştırıyor. Teknolojik gelişme bu ivmeyi daha da hızlandırılıyor. Bu açıdan kentlere kimlik kazandıran kentsel hareketler artık daha avantajlı.
Demokratikleşme, kentsel düzenlemelerde vazgeçilemeyecek bir yöntem haline gelecek. Biraz da bu nedenle katılım sözcüğü bütün partilerin savunduğu bir kavram oldu. Her ne kadar mevcut statükodan yararlanmak isteyenler, yetkilerini paylaşmaya yanaşmadan yalnızca ‘’danışma’’ düzeyindeki katılımı yöntem olarak geliştirmeye çalışsalar da, yurttaşlar; gönüllü kuruluşlar, dernekler, mahalle meclisleri ve diğer sivil oluşumlar aracılığı ile konuttan, sağlığa, eğitimden, üretime ve tüketime kadar kendilerini ilgilendiren her konunun aşağıdan yukarıya tartışılarak çözümlenmesi yolunda  ‘’etkin katılıma’’ sahip çıktıkça, ‘’statükocuların’’ hiçbir inandırıcılıkları olmayacak.
Bu anlamda kentsel gelişmeler bizleri, dayatmalara karşı demokrasi tercihinde bulunmaya zorluyor. Kendisinden yararlananlar dahil hiç kimse için güvenli olmayan despotizme karşı herkes için gerekli olan demokrasi mücadelesi daha da istenir hale geldiğine kuşku yok. Ama zihinlerde yaşatılan demokrasinin kimseye yarar sağlamayacağı da çok açık. Çünkü eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir işleyişten menfaatleri zarar görenler, ellerindeki imkanları kendiliğinden bırakmak niyetinde olmadıkları gibi en şiddetli dayatmaları da desteklemekten çekinmiyorlar. O nedenle geleceğin kentleri o kentlerde yaşayan insanların kent yönetimlerine katılımlarının etkinliğine bağlı olarak ya demokratik bir hayatın mekanları olacak ya da geniş halk kesiminin hayatlarını ’’tevekkülle’’ geçirecekleri ‘’azap haneler’’ olmaya devam edecek. (25.7.2000)

15 Haziran 2000 Perşembe

Kentli Dayanışması

Kent yaşamları karmaşık gibi görünse de bugün için eşitsiz ve acımasız bir paylaşımın
fotoğrafından başka bir görüntü vermiyor. Çok geniş bir halk kesiminin, küçük bir azınlığın çıkarları için yaşamaya şartlandırılmak istendiği, bunun için hukuk düzeni oluşturulduğu, karşı gelenlere zor kullanma yetkisinin de kullanıldığı ortamlardır kentler. Bu koşullarda birbirine zıt iki ayrı yaşam ve kültür olması kaçılmaz. Bir tarafta steril ve korunaklı alanlar; diğer tarafta her an her türlü tehdide açık, güvensiz, korku ve yoksulluğun egemen olduğu bir yaşam…

Bu ‘’zorunluluklar’’ ve ‘’dayatmalar’’ dünyasından çıkış yolu bulunabilir mi?

İnsanın maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirmesi, birlikte yaşadığı çeşitli toplumsal ve siyasal çevreleri etkileyip dönüştürmesine bağlı. Bunun bilinen iki yöntemi var. Birisi şiddet ve güç kullanarak, zora dayalı bir toplumsal yapı oluşturmak, ikincisi gözlem, deneyim, birikim ve bilgileri aracılığı ile çevresini ikna ederek düşüncesine gönüllü katılımı sağlayacak demokratik, özgürlükçü bir toplumsal yapı oluşturmak.

Kuşkusuz her iki yolda da yasalar ve kurallar olacaktır. Birinci seçenekte mevcut yapının sürdürülmesi baskı ve yasaklamalara dayalı olacak. İkinci seçenekte ise demokratik ortamın sağlanmasına yönelik maddi ve hukuksal araçlara ihtiyaç duyulacaktır. Hukuksal araçlar, yasalar ile güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerdir. Maddi araçlar ise zenginlik kaynaklarının az sayıda özel kişinin elinde toplanmadığı, toplum içinde dengeli bir şekilde dağıtıldığı, bilgiye ulaşmanın ve bilginin topluma ulaşmasının engellenmediği demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yapıyı gerektirecektir.

Yaşama hakkı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı öncelikle güvenli ve korkusuz bir ortamda yaşama imkanlarına sahip olmayı, kendimiz ile ilgili konuları ‘’bilmeyi’’ , bilgi ve düşünceyi ‘’açıklayabilmeyi’’ ve katılımı sağlamak için de ‘’ yaygınlaştırmayı’’ zorunlu kılar. Ancak hepimiz biliyoruz ki iktidar sahipleri ve yönetenler kendi istek ve hedeflerine yönelik faaliyetlerinin bilinmesinde yol açıcı ve bonkör davranırken; kendilerine ters düşen girişimlerde ise engelleyici, giderek kısıtlayıcı ve yasaklayıcı bir tutum içinde olmaktan çekinmemektedirler. Buna bağlı olarak da alınan kararlarda ve uygulamalarda geniş halk kesiminin tercihlerini kolaylıkla görmezden gelebilmektedirler.

Bu nedenle yaşadığı mekanlarda kendi sözünün de dinlenmesini isteyen, kamusal çıkarları zedelemeden, kentlerin; o kentlerde yaşayanlarca birlikte yönetilmesi gerektiğini savunanlar, siyasi anlayışı, cinsiyeti, kökeni, inancı, dili ne olursa olsun bir araya gelerek kentsel sorunlara birlikte çözüm bulma yollarını geliştirmenin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu hissedebiliyorlar. Çünkü kentte yaşanan sorunlar herkesin ortak sorunları. Tıpkı içme suyu, alt yapı, ulaşım, katı atık sorununu herkes için aynı derecede önemli olması gibi; ortak alanlarımızın, kıyıların, ormanların, yolların kullanımı, kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi gibi tercihler ve bu tercihlere uygun modeller de, hepimizi yakından ilgilendiriyor. Özellikle küreselleşme adı altında ulusal ve uluslar-üstü sermayenin yeni Pazar arayışlarının hız kazandığı bu dönemde hemen her yerleşimde kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin nasıl değerlendirileceği ve temel hedeflerinin neler olması gerektiği konusunda; kamusal çıkarlara öncelik verenlerin birlikteliklerine ve dayanışma içinde olmalarına şiddetle ihtiyaç var.

Antalya’da da meslek odalarının, demokrasi platformu, Kent Gönüllüleri Dayanışması gibi gönüllü oluşumların, yönetenlerin fütursuz ve hukuka aykırı işlemlerinin bir ölçüde dizginleme işlevini üstlendiklerini biliyoruz. Ancak bu tür oluşumların siyasal seçenek geliştirmekteki imkansızlıkları ve kapsayıcı olmamaları, yönetilenlerin kent yönetiminde sözlerinin dinlenmemesinin başlıca nedeni.

Kamusal yararı gözetmeyen uygulamalara muhalif olduğu kadar kamunun çıkarlarını gözeten seçenekleri kendi hayatlarında geliştiremeyen oluşumlar kolaylıkla etkisizleştirebildiği gibi inandırıcılıklarını da kaybedebiliyorlar.

O nedenle bulunduğumuz alanlarda kentte yaşanan gelişmeleri tartışmak, her türlü bilgiyi kamuoyu ile paylaşmak, dayanışma içinde olmak ve giderek ülke yönetiminin bir parçası olan yerel yönetimleri kentlerde yaşayanların birlikte yöneteceği katılımcı, paylaşımcı, açık ve denetlenebilir bir yönetim yapısına katkıda bulunmak ve buna uygun örgütlenebilmek son derece önemli. Bu çaba ne kadar çoğulcu, akılcı, bilimsel, çağdaş, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü olursa o kadar toplumu her rengine seslenmiş, bir o kadar da bu düzenden canı yananlara kucak açmış olacaktır. Ancak bu sayede ‘’zorunluluklar ve dayatmalar’’ dünyasına karşı kendi kendimizin sesi olabiliriz. (15.6.2000)

1 Mayıs 2000 Pazartesi

1 Mayıs

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden itibaren kutlanan, 12 Eylül öncesinde olduğu

2 Ocak 2000 Pazar

Yerel Yapılanma

Yerel yönetimler, devletin ekonomik yasalarınca belirlenen politikalarını yansıtan ve bu
yolla ekonomik gelişme üzerinde etkide bulunması istenen bir bütünün parçalarıdır. O nedenle belirli bir toplumda yerel yönetimler üzerinde geliştirilecek bir düşünce veya model, her şeyden önce benimsenen devlet yapısını ve işleyişini de doğrudan ilgilendirmektedir.

Doğrudan üretim sürecine müdahalede bulunma tekeline sahip olan devlet, yerel yönetimlere de üretim sürecini yeniden düzenleme işlevini yüklemektedir. Bu işlevin sürekliliğinin güvence altına alınmasını da devlet üstlenmiştir. O nedenle altyapı, ulaşım, mekanın örgütlenmesi, genel sağlık, dış koşulları yerine getirmek ve değişim sürecinin ve tüketimin sürdürülmesi için gerekli önlemleri almak üzere yerel yönetimlerin ekonomik, sosyal ve hukuksal düzenlemelerine merkezi yönetim yön vermektedir.
Bu düzenlemelerin finansman kaynağı ve yaygınlığı doğal olarak ülkenin gelişmişlik ve sermaye birikiminin gerçekleşme düzeyine, yerli veya yabancı sermayenin ilgi ve etkinliğine göre değişkenlik göstermektedir. Bu anlamda yerel yönetimler;
1-Sermaye birikimine dolaylı ve doğrudan katkıda bulunurlar. Bu katkıyı mal, hizmet ve para(kredi) alımı yoluyla kaynak aktararak, rant geliri yaratan kararlar üreterek, rant dağıtarak; fiziksel altyapı yatırımları yaparak sürdürürler.
2-Nüfusun fiziksel ve kültürel varlık koşulları için gerekli en az temeli sağlayarak iş gücünün yeniden üretimine katkıda bulunurlar.
3-Yönetim olgusuna içsel olan düzenliliği ve düzeni sağlama-koruma işlevini yerine getirirler.
Olağan koşullarda ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde ve dolayısıyla devletin yönetiminde söz sahibi olanlar yerel yönetimlerde de söz sahibidir. O nedenle hem merkezi hem de yerel yönetimlerin esas olarak toplumsal yapıda var olan farklı çıkarları dengelediği, tarafsız ve toplumsal çatışmaların üzerinde bir konuma sahip olduklarından söz edilmez. Aynı şekilde toplumsa sınıf ilişkilerini görmezden gelerek ‘’halkın gereksinmelerini karşılamak- halka kentsel hizmet sunmak’’ gibi yuvarlak yaklaşımlarla yerel yönetimleri değerlendirmek gerçekçi değildir.
Zira yerel belirleyiciler de hem üretim, hem dolaşım, hem de tüketim çeşitliliği alanında, genel olarak sermayenin dünyasının parçasıdır ve onun pazardaki yerine ve ihtiyaçlarına göre hareket etmektedirler. Başlangıçta devlet yapılanmasının himayesinde geliştirilen, giderek devleti kontrol eden ve yönlendiren konuma ulaşan sermayenin şimdi de küreselleşme politikalarına koşut, uluslararası sermaye ile iç içe ‘’pazardan daha fazla pay almaya’’ yönelik girişimleri artık yerel hayatı doğrudan ilgilendirir duruma gelmiştir. Bu durum merkezi yönetimi farklı düzenlemeler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bu ‘’hiyerarşik’’ ekonomik ilişkiler, yerel parçaların konumunu ve gelişmesini doğrudan belirler hale gelmektedir. Bu süreçte yerel unsur, bölgesel-ulusal hatta ulus üstü büyüklükteki sermaye gruplarına ve üst düzeylerde belirlenen tercihlere bağımlı hale gelmektedir. Ama bu tercihin politika haline dönüştürülmesi ve emredici bir güçle uygulamaya konulma tekeline sahip olan merkezi nitelikteki siyasi karar organlarına duyulan ihtiyaç devam etmektedir.
Bu nedenle merkeziyetçilik varsa yerel yönetimler güçsüzdür yaklaşımı çok anlamlı değildir. Örneğin 1930 tarihli Belediye yasası en geniş yetkilerle ve ayrımsız bütün yerel yönetimler için temel oluşturmakta iken, merkezi yönetimin tercihli uygulamalarına engel teşkil etmemiştir. Bu nedenle kapitalist üretim ilişkilerini çevreye yayılma merkezi olarak seçilen İstanbul, Ankara, İzmir her zaman ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur. Bu amaçla kırsal belediyelerin kaynakları kentsel belediyelere aktarılmıştır. Bu tercihlere bağlı olarak hangi yerleşmelerde sınai birikim için altyapı gerekiyorsa kaynaklar o yerleşme belediyelerine doğru aktarılmıştır.
Bugün, dış ve iç dinamiklerin, zorlamasına bağlı olarak, gerçekleştirmek istenen yeniden yapılanma sürecinde, yerel yönetim kurumlarına yüklenmek istenen yeni işlevler yine merkezi yönetimin emredici gücüyle sürdürülmektedir. O nedenle sorun ‘’ vesayet’’ ve ‘’özerklik’’ ikilemine sıkıştırılmayacak kadar ekonomik ve siyasi bir sorundur. Yerel kurumlaşmaya ve özel olarak yerel yönetimlere ilişkin her reform talebi temel de toplumsal sınıf ve kesimler arasında yeni bir denge arayışıdır. Denge sistem içinde bulunamadığında, iktidarda bulunan güç, yerel örgütlenmeyi kendi gücüne koşut olarak yenden kurmak istemektedir.
Böyle bir yapılanmada, planlama, katılım, demokrasi, açıklık hatta seçimler bile göstermelik kalmakta, esas amaca hizmet ettiği ölçüde kullanılmak istenmektedir. Doğal olarak bu yaklaşımın bir sonucu olarak çarpık ve sağlıksız yapılaşma, yerel imkanların yararlanılmasında yaşanan adaletsizlikler, kamusal alanların ve kamusal hizmetlerin özelin çıkarlarına uygun yeniden düzenlenmesi, gelirin devlet bütçesi içindeki yeri, zaman içinde merkeze çekilen kimi görevlerin bulunması, merkezin son söz sahibi oluşu, yerel yönetimlerin ‘’güçsüzlüklerini’’ kanıtlamamaktadır. Çünkü kentleşme ve yapılaşmaya ilişkin bu bütün olumsuz sonuçlar mevcut kapitalist yapılanmanın sorunlarıdır.(2.1.2000)

10 Aralık 1999 Cuma

İnsan Hakkı

İnsan, yalnızca fiziki bir varlık değil aynı zamanda sahip olduğu ve kullanıldığı hakları ile

1 Aralık 1996 Pazar

Av.Mustafa Şahin

1958 Burdur doğumlu.Orta öğrenimini Konya Anadolu Lisesi'nde yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. Evli, Cankat ve Berkin isminde iki çocuğu var.

İnsan Hakları Derneği Antalya Şubesi Kurucu Yönetim Kurulu Başkanlığı, Antalya Çağdaş Eğitim ve Kültür Vakfı Kurucu Üyeliği ve Yönetim Kurulu Üyeliği,  Özgürlük ve Dayanışma Partisi Antalya Kurucu İl Başkanlığı, Sivil yırttaş girişimleri olan   "Antalya Kent Gönüllüleri Dayanışması" ve "Antalya Kent İzleme Platformu" kurucu üyeliği,  Antalya Barosu iki dönem Yönetim Kurulu Üyeliği, Antalya Kent Konseyi'nde yer aldı . Tabiatı Koruma Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi. Antalya Barosu'nda kayıtlı, halen serbest avukatlık mesleğini sürdürüyor.

1 Aralık 1995 Cuma

İletişim Bilgileri

Avukat Mustafa Şahin  
 
E-posta     info@msahin.av.tr
Web     www.msahin.av.tr
Adres     Varlık Mah.100.Yıl Bulvarı No:79 Dayılar Apt.Kat:2 Dai:6 - Antalya
Telefon     0.242.2411451 |
Fax     0.242.2470045
-
Bültenimize Katılın