22 Ekim 2015 Perşembe

Boğaçayı Projesinden Süper Lige

Güya en inanılmaz, en güzel, başkasının asla yapamayacağı ihtişamı yüksek
projeler üreten, toplum yararına uygulayan bir anlayışın temsilcisi olduğu algısı yaratmak, bu yolla kitleyi etkisi altına alarak kendisine bağlamak faşizmin toplumu yönetme yöntemlerinden biridir.

                                                                                  
7 Haziran seçimlerinde Antalya’nın simge alanlarından biri olan Boğaçayı projesi böylesi megalomanik bir anlayışla kamuoyuna sunulmuştu. Seçimlerden kısa bir süre önce Fransa Emlak fuarı MIPIM de pazarlanan Boğaçayı projesi, ulusal basına da servis edilmiş bir anda AKP’nin ve Antalya’nın başta gelen seçim malzemeleri arasına alınmıştı.
Dubai Water Kanal ile Los Angeles Venice Canal´dan etkilenerek denizi ve sahili şehir içine taşımaya karar verdiklerini, böylece sahil şeridini 40 km daha uzatacaklarını, Bu amaçla Boğaçayı yatağını, nehrin debisini derinleştireceklerini, su taşkınlarını önlemek için şimdiye kadar gerçekleştirilen önlemlerin 2 misli fazlasıyla önlem alınacağı açıkladılar… 1 milyarlık bu projeyle turist şehir merkezine çekilecek, binlerce kişiye iş imkânı sağlanacaktı…

Boğaçayı projesinin Kanal İstanbul’dan daha üstün bir proje olduğu iddiası aslında kendi ağızlarından bu girişimin de gösteriş, göz boyama, fanteziden ibaret olduğunu ortaya koyuyordu… Bir seçim görseli olarak kullanılan bu proje henüz kamuoyunda yeterince tartışılmadı ama yerel yöneticilerimiz emlak fuarlarında kenti pazarlarken hayallerini süsleyen boğaçayı görselleri kullanarak “kentimizden emlak satın alın, öyle çılgın projeler hayata geçireceğiz ki çok para kazanacaksınız” turları da yapmışlardı.

Gerçekten çılgınlığın sınırı kalmamıştı… Böyle bir projenin bilimselliği, maliyeti, işlevselliği ve doğaya ve yaşam alanlarına vereceği tahribat konusunda söze başlayanlar, “istemezükçü” ilan edilmiş… kentin zenginleşmesini engellemekle suçlanmışlardı…

Bu seçimlerin imdadına da Kanada’nın Kamloops kentinde düzenlenen Çiçek açan şehirler yarışmasında “Beş çiçekli Altın Şehir” ödülü yetişti… Açıklamaya göre Kanada merkezli bir sivil toplum örgütü olan Communities in Bloom tarafından ulusal ve uluslararası kategorilerde düzenlenen Çiçek Açan Şehirler yarışmasında, Valilik himayesinde Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülen Kaleiçi, Hıdırlık Sokak Projesi şampiyon olmuş.

Bir anda kentin sokaklarında, göze görünen her köşe başında spotlar, görsellerle bu “belediyecilik oscarı” ile nasıl bir “dünyanın yıldız kenti” haline geldiğimiz duyurulmakta…   

Oysa bilindiği kadarıyla konu, Uluslararası Bahçe Bitkileri Üreticileri Birliği’nin (AIPH), EXPO 2016 Antalya yönetimine “Yarışmaya katılın” önerisi üzerine ‘Çiçek Açan Şehirler’ yarışması için Kaleçi-Hıdırlık Sokakta peyzaj çalışması gerçekleştirilmesinden ibarettir.    

Yarışmada sürpriz yaşanmamış, beklenen sonuç açıklanmıştır. “Beş çiçekli altın şehir ödülü” Kanada’nın Ontaria-Goderich  kenti ile Antalya’ya verilmiştir. 24 saat süren yolculuk sonunda törende hazır bulunan Antalya Valisi, “Antalya'nın birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını, bu projeyle birlikte geçmişten ilham aldıklarını ve geleceğimizi inşa ettiğimizi, herkesi tebrik etiğini”; Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı da "Bu ödül belediyelerin bir Oscarı niteliğinde. Bu Oscar aileme, Antalya'ya ve Türkiye'ye gidiyor" diye konuşur…

Niyet EXPO 2016 nın tanıtımıdır… Kısmet 1 Kasım seçimlerinedir… Boğaçayı temalı seçim sonuçları iktidar için tatmin edici bulunmayıp, gündeme 1 Kasım seçimleri oturunca, 1995 yılından bugüne kendi çapında devam eden ama ülkemizde adı duyulmamış bu Kanada kökenli sivil toplum örgütü sayesinde dünya süper ligine terfi etmiş olduk…

Siyasette kitle psikolojisini etkilemek, kitleyi kendine bağlamak, kitle desteği oluşturmak önemlidir… Ama gerçeklik, dürüstlük ve saygı daha da önemlidir…
Kendi kendinize yarattığınız gerçek üstü, abartılı ve yersiz övgü ve böbürlenme konuları üzerinden tüm devlet imkanlarını da kullanarak lehinize yaratmak istediğiniz algı ve böylece iktidarınızı sürdürme çabaları öncelikle o kitleye saygısızlık etmektir… aptal yerine koymaktır…        

Oysa dünyanın yıldız şehri ilan edilen kentimizde gerçekler hepimizin gözü önünde dramatik bir şekilde yaşanmaya devam ediyor…

Daha deniz yüzü görmemişleri, şehir merkezine inememişleri; işsizleri, güvencesiz, mevsimlik, sigortasız, sendikasız onbinlerce işçisi, sürgün, işsizlik tehditi altında çalıştırılanları; paralı hale getirilen sağlık hizmetlerinin ve eğitim sisteminin mağdurları; cinsiyeti, etnik kökeni nedeniyle dışlananları; ifade özgürlüğü kısıtlananları; kentsel planlamada toplumun ihtiyaçları yerine rantı ve iktidar çevrelerinin zenginleşmesini esas alan karar ve uygulamaları; yolsuzlukları, gücü gücü yetene ve adamına göre muameleleri; talan edilen dağı, taşı, ormanları, akarsuları; piyasadaki getirisine göre değerlendirilen canlısı, cansızı, resmisi, sivili ile can pazarı haline getirilen ülkemiz, kentlerimiz insanları yoksunluk, fedakarlık, sabır, dayanışma ve direnç bakımından kuşkusuz ki dünyanın super liginde olmayı hak ediyorlar… Ama alay edilmeyi hak etmiyorlar… 

SUPER LİGE TERFİ OLMAMIZI SAĞLAYAN ÇALIŞMA 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Can Pazarında Siyaset Olmaz

Genel seçim sürecinde partililer ile birlikte hem merkezi yöneticiler hem de yerel
yöneticiler seçim çalışmalarında aktif rol aldılar. Özellikle hükümet ve belediyeler sorumluluk alanlarında elde hazırda ne varsa yetiştirip, tamamlamaya, seçmenin beğenisine sunmaya çalışırken, “fikri projeler” bile piyasada önemli bir yer kapladı… 

Boy boy ilanlar, açılışlar, toplantılar, yaldızlı sırmalı göz alıcı görüntüler, etkili olabileceği düşünülen her türlü söylem ve ikna aracı bu piyasanın birer malzemesi olarak tüketildi… Kapitalizmin, bir bütün olarak yaşamın her alanında gerçekleştirmek istediği tüketim toplumu modeli, gözle görünen, elle tutulan ve kulağa hitap eden her ayrıntıda kendini gösterdi, kullanıldı ve atıldı…

Böylece partiler, adaylar, anketler, vaatler, seçmenler, oylar sırasını savdı… şimdilerde sıra partileri etkileyen iç ve dış dinamikler, pazarlıklar ve olasılıklarda… sonuçta hükümet kurulamazsa belirsizlikler bakımından ucu açık bir sürece giriyoruz denilebilir…  

Kuşkusuz bu durumu demokratik hayatın kaçınılmaz bir sonucu olarak görebilir, hatta bu piyasada  hangi fikir, hangi duruş nasıl prim yapıyorsa ona göre pozisyon almanın gereğinden söz edebilirsiniz…

“Kullan-at” modeli ile millet iradesinin nasıl oluştuğu veya oluşturulmak istendiğine ilişkin iyimser yorumlar geliştirebilirsiniz…

Olasılıkları kimlerin, kimler adına, kimlerle değerlendirdiğini çözmeye çalışabilir, buradan hareketle seçim barajlarını makul görebilir, istikrar adına seçmenin iradesine sınır koymayı içinize sindirebilirsiniz…

Hazine yardımı ve egemen çevrelerin maddi desteği nedeniyle zaten eşit olmayan koşullarda başlayan bir seçim yarışında, kamu görevlilerinin kendine yakın siyasi görüşe avantaj sağlamak üzere kamusal statülerini ve kamusal kaynakları seçim malzemesi haline getirmelerini de olağan karşılayabilirsiniz… 

Dahası kimi yerleşimlerin böylesi dönemlerde ekstra hizmetlere, yol, park, oyun sahası gibi açık veya kapalı mekanlara kavuştuğunu, kimi ihtiyaçların çok daha hızlı giderildiğini, yurttaşların da ancak seçim dönemlerinde devlet ve yönetici katında itibar gördüklerini, önemsendiklerini, önerilerinin ve şikayetlerinin dinlendiğini, adam yerine konulmuş olmanın nimetlerinden yararlanmak gerektiğini bu nedenle sık sık seçim yapılmasını da savunabilirsiniz…  

Kabul etmeliyiz ki ülkemiz koşullarında esas kazançlı, belirleyici ve etkin olanın devleti zenginleşme aracı olarak kullanmak isteyen siyaset tacirleridir …

Her seçim döneminde tekrarlandığı gibi gelir adaletsizliği, eşitsizlikler, yoksunluklar üzerinden oy toplanmakta ama yine bunlar üzerinde statü, servet ve güç kullanılmaktadır… 

Neo liberal hegomanyanın devlet düzeni üzerinde hakimiyet kurmaya başladığı 12 eylül ve ANAP hükümetlerinden bugüne ve son olarak da AKP döneminde her şey o kadar ayan beyan, gizlisiz ve saklısız yürütülüyor ki hemen her konuda ulus üstü sermaye güçlerinin belirleyici olduğu “ekonomi ve siyaset piyasasının” direktifleri doğrultusunda yol alıyoruz… 

ABD, AB ilişkileri, İsrail kartı, Ortadoğu savaş stratejileri, İncirlik kullanımı, Kürt sorunu pazarlıkları, büyük yatırım kararları bu piyasada yer alan dinamiklerin ilgisi ve ağırlığına göre şekilleniyor…

Bu bağımlılık ilişkilerinin partiler ve seçimler üzerindeki belirleyiciliğini, seçimleri ancak devlet partisi olmayı hak edenlerin kazandığını, bunun için neo liberal hegomanik ilişkilerin icazeti gerektiğini tartışmanın çok özel bir anlamı olmasa gerek…

Egemen çevrelerin (neo liberal anlayışın) siyaseten temsilciliğine soyunan siyasi partiler ve aktörleri bu statükonun devamı koşulunu kabul ettikleri ölçüde, siyasette-ekonomide ikbal ve güç elde etmeleri şaşırtıcı olmasa gerek…

Bu durumu ört bas etmek isteyen yorumlar veya millet iradesi güzellemeleri de inandırıcılığını çoktan yitirmiş durumda…

Yurttaşlara kendilerini yönetecek yönetimi belirleme imkanı sunulduğu yanılsamasına neden olan bu koşulları; zeki, cevval olup ucundan kıyısından durumdan vazife çıkaran ve ödüllendirilmeye layık hizmet sunabilecek çevrelere fırsat yaratan bir ortam olarak değerlendirmek sanıyorum abartılı bir yaklaşım olmayacaktır…

Zira biliyoruz ki neo-liberal sistemin söz sahipleri tıkandığı anda yıkıcıdır, yok edicidir, en yakın destekçisini bile kolaylıkla gözden çıkarmaktan çekinmez, demokrasicilik oyunlarıyla zaman öldürmez…   

Tarihsel ve kurumsal olarak öyle bir atmosfer içindeyiz ki yurttaşların önemli bir kısmının kökeni, inancı, düşüncesi, cinsiyeti, işi, yaşam biçimi ve tercihleri nedeniyle resmi temsiliyetten olduğu kadar toplumsal hayattan da dışlanmalarını ve horlanmalarını son derece olağan karşılayan hatırı sayılır bir kesim var toplumumuzda…

Güya farklı partiler var, yönetimler yurttaşların oylarıyla belirleniyor, seçimler yapılıyor ama egemen yapı (neo-liberal yapı) kendisiyle ters düşen her düşünce ve davranışı derhal bünyesinin dışına atabiliyor… Bu eylemin hukuka uygun olması gibi kaygı da taşınmıyor… Zira devlet zırhı failleri koruyor…    

Seçimlerden sonra yaşanmakta olan ve belirsiz, kaotik bir ortama sürüklendiğimiz kaygısını derinleştiren gelişmeler esas olarak bu toplumsal yapımız ve devlet aklı kullanılarak gerçekleştiriliyor… Kişisel veya partisel beklentiler bu yapıya endeksli olarak kurgulanıyor…

HDP’nin  çıkışı, topladığı oy, hükümet ve başkanlık hesaplarını bozmuştur ama devlet katında yaşanan endişe, bu çıkışın daha da geniş tabana yayılabileceği kaygısıdır… Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere, hesaplara ayakbağı olması endişesidir…

Seçim sonrasında da net olarak görüldü ki toplumu, en ilkel duyguları üzerinden ayrıştırmak isteyen MHP ve AKP ikilisi, terör ve misak-ı milli argümanları üzerinden aslında bütün bir toplumu terörize eden tarafta yer aldılar… Belli ki bu yapıdan beslenmekten fayda umuyorlar… Yine belli ki kartlar yeniden karılmak istenirken, pazarlık gücü elde etmek adına canlara kıyılmasında sakınca görmüyorlar…

Şurası son derece açık ki resmi veya gayri resmi terör ve şiddetten medet uman siyasal anlayışlar, toplum olarak da, birey olarak da hiç birimizin geleceğine, yaşama hakkına, düşünce dünyasına olumlu katkı sunacak bir değere sahip olamazlar…  

Konjonktürel şartların bir sonucu olarak da görülse, hep birlikte yaşadık ki 2,5 yıl boyunca yaşanan çatışmasızlık sürecinde teröre, şiddete, dayatmalara karşı çözüm bulmak üzere taraflar bir araya geldiler… 

Toplum çatışmasızlık halinin devamı süresince kullanılan dilin değiştiğini, karşılıklı diyaloğu ve birbirini anlama çabasını ve sonunda deklare edilen mutabakat metnini izledi… En çok karşı çıkanlar dahi bu süreçte daha dikkatli konuştu…

Şimdi bütün bunlar yalandı, oyundu, müsamereydi deniliyor…

Umduğu faydayı bulamadığı gerekçesiyle oyun bozanlık ettiği söylenenler belli ki oyun içinde oyunlar üretiyorlar, pazarlık aracı olarak yurttaşlarının canlarını ortaya koyabiliyorlar…  

Ne var ki kim kimin üzerine ne bahane üretirse üretsin… her şey çok açık…

Tarihsel olarak toplumsal yapımızın bir parçası, öz be öz bize ait olan bu sorunu yıllardır kendi kendimize, kendi içimizde çözememenin acı sonuçlarını hep beraber yaşamaya devam ediyoruz…

Oysa, çocuklarımızın, yakınlarımızın, tanıdık-tanımadık bütün yurttaşlarımızın bulanık bir ortamda kim vurduya gitmeden yaşama hakları olduğunu savunmak hepimizin en doğal ve en temel hakkıdır… Yaşama hakkına saygı göstermek, yaşamayı, yaşatmayı mümkün kılacak seçenekler üzerinden siyaset yapılmasını istemek yurttaşlık hakkımızdır…
Çünkü yaşam olmadan siyaset de olmaz, teorisi de olmaz…

İnsan olmaz, toplum olmaz, devlet olmaz…

Dış dinamiklerin hesapları, bu hesaplardan kendilerine menfaat çıkarmaya hazır çevreler, ayrışma ve çatışmanın aktörleri, çok sesli, çok dilli ve çok kültürlü toplumsal hayatımızda kutuplaşmaya neden olan söylemler eşliğinde kurulan bu can pazarı siyasetine bir an önce son vermelidirler…

Seçimler boyunca sergilenen boy boy ilanlar, açılışlar, toplantılar, flamalar, renkli balonlar, yaldızlı sırmalı göz alıcı bütün o görüntüleriniz, söylemleriniz, projeleriniz hepsi sizin olsun…
Biz birlikte, insanca, kardeşçe yaşamak istiyoruz…10.08.2015
 

6 Haziran 2015 Cumartesi

Antalya Kent İzleme Platformu

Değerli katılımcılar, sevgili arkadaşlar, basın mensupları
 
İçinde bulunduğumuz kent yaşamına, çevremize ve yönetim anlayışlarına yurttaş olarak müdahil olmak üzere düzenlediğimiz toplantımıza hoş geldiniz.
 
Toplantımızı 1993 yılında faili meçhul bombalı bir saldırıya uğrayan Uğur Mumcu’yu  kaybettiğimiz bir günde gerçekleştiriyoruz. Hukukçu, yazar, gazeteci ve dünya görüşü olarak Uğur Mumcu burada bulunan herkesle ortak yanları olan değerli bir insandı. Kendisini saygı ve sevgiyle anıyoruz. 
 
Öncelikle, buradaki birlikteliğimize ilişkin yaşanan süreci kısaca aktarmak istiyorum.
 
ÇHD Antalya şubesi olarak çağrı metnimizde yer aldığı gibi ,… yerel yönetimler pratiği içinde yer alan, ilgili kişi ve kuruluşlarla bir araya gelmek, yerel yönetim uygulamalarını izlemek, yaşam alanlarımıza yönelik alınan kararlar hakkında bilgi ve deneyimlerimizi paylaşarak gelişmelerin dünü, bugünü ve geleceği hakkında değerlendirmelerde bulunmak, konunun muhataplarıyla ilişkilenmek, kamuoyunu bilgilendirmek ve toplumsal olandan yana neler yapılabileceğini ortaya koymak üzere bağımsız, bağlantısız, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir işleyişe sahip, gönüllülük esasına dayalı ve çalışma ilkelerini hep birlikte tayin edeceğimiz bir platform oluşturmak istediğimizi açıklamıştık.  
 
Bu amaçla ilk aşamada hukukçu kimliğimizden de yola çıkarak yerel yönetimlerde seçilmiş ve görev yapmış hukukçulara çağrıda bulunmuş; deneyimlerini, önerilerini paylaşmalarını, yurttaşların kent yaşamına müdahil olmalarına katkıda bulunmalarını istemiştik.  
 
Meslektaşlarımızla yapılan toplantı verimli ve faydalı oldu, Önemli bir kısmı öngördüğümüz bu çalışmaya bizzat katılacaklarını ve katkı sunacaklarını ifade ettiler, düşüncelerini açıkladılar ;  
 
**Sayın Tonguç, Antalya’nın nereden nereye geldiğini, imkansızlıklar ve dayatmalar içinde neler yapmaya çalıştıklarını;  
 
**Sayın Subaşı, başlangıçta kentin yabancısı olduğunu, karşılaştığı keşmekeşi, giderek işi öğrendiğini ve bulduğu formülleri; Sayın Uysal, belediyecilikte makul olan ile hukuki olan arasında zorlanıldığını, toplumun kayıt dışına hevesliliğine karşın sosyal bir standart oluşturmaya çalıştıkları, açıklamaları ile katılımcı diğer meslektaşlarımızın da dile getirdikleri görüşlerin yer aldığı özet toplantı tutanağını sizlere ulaştıracağız. 
 
Şimdiki 2. toplantımız ile beraber derneğimizi bu oluşumun dışında bırakıyoruz… Böyle bir çalışmanın mümkün olduğu kadar kalıcı ve anlamlı olması, sürekliliğinin sağlanması için toplumsal duyarlılığa sahip,  ortak aklı geliştirmeye katkıda bulunacak kişilerden oluşması gerektiğini;      herhangi bir temsiliyet,  angajman veya kimi çevrelerin sözcüsü olarak yer almanın katılımcılar bakımından  sınırlayıcı olabileceğini düşünüyoruz.
 
Dışarıdan nasıl bir algı yaratacağından daha çok  kendi içinde samimi, gerçekçi ve objektif olmanın, teklifsiz, hesapsız ve önyargısız davranmanın böyle bir çalışmanın başarısı için gerekli olduğuna inanıyoruz.
 
Bu bakımdan her birimimizin önceki yıllardaki pratiklerinde birlikte olduğu, bildiği ve önerdiği isimlerden oluşan şu anki toplantımızda,   işlevsel ve verimli olabilmemiz için çalışma ilkelerimizi birlikte belirlemek istiyoruz. 
 
Açılım olarak denilebilir ki, kentsel gelişme sürecine yönelik çalışma alanlarını ve konularını belirlemek, yapılacak çalışmalarda esas alınacak ilkeleri ve araçları ortaya koymak,öncelikli konular ve bu konular üzerinde çalışma yöntemlerini netleştirmek, buna uygun hareket edecek yürütmemizi, katkı sunacak herkese açık gündemli toplantılarımızı, periyotlarını, iletişim ağımızı, kayıtlarımızı gibi konulara ilişkin işleyişimizi netleştirmek gerekiyor.
 
Kuşkusuz kentin mevcut durumunun, fiziki alt ve üst yapısının, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısının değerlendirilmesi, yapılacak tespitler sonucunda kentin mevcut durumuna ait hiç olmazsa panoramik bir envanterinin çıkarılması başlangıç için gerekli bir çalışma olarak düşünülebilir. 
 
Bütünşehir yasası  ve uygulamaları, çevre yolu, raylı sistem, kavşak iyileştirmeleri, konyaaltı projesi, dokuma projesi, il özel idaresi, kadınyarığı ve Yavuz Özcan parkı projesi, HES, mermer ocakları gibi ilk akla gelen ve üzerinde durulması gereken  güncel konular var… 
 
Hepimiz biliriz ki yerel yönetimler, kabaca “yerel ihtiyaçların karşılandığı ve bunlara yönelik hizmetlerin sunulduğu” bir alan olarak gösterilir  ancak bu açıklamanın pek öyle göründüğü gibi masum olmadığının da farkındayızdır. O nedenle yatırımlar ve projeler hakkını vererek layıkıyla ele alınmalı ve incelenmelidir
 
Zira yerel yönetimler alanı her şeyden önce benimsenen devlet yapısının, siyasi ve ekonomik işleyişin bir parçası, ülkenin zenginlik kaynakları üzerinde söz sahibi olanların veya olmak isteyen  menfaat gruplarının ilgi alanları içindedir.Şurası da bir gerçektir ki yerel yönetimlere aktarılan kaynak, yatırım, üretilen rant ve rantın paylaşımı dolaylı veya doğrudan esas olarak sermaye dünyasının havuzunda toplanmaktadır.
 
O nedenle toplumsal ihtiyaçlar, demokratik planlama, katılımcı yönetim gibi uygulamalardan söz etmenin ülkemizde karşılığı ve muhatabı bulunmamaktadır.
 
İhtiyacın olup olmadığı ve varsa hangi yolla ve kimlerin aracılığı ile çözüleceği iktidar ve çevresinin tasarrufundadır. Küresel sermaye kuruluşlarının direktifleri ile yeniden yapılandırılan ve   piyasa koşullarına terk edilen kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi,yerel aktörlerin de bu büyük pazarın ihtiyaçlarına ve ilgisine göre şekillenmekte ve hareket etmekte oluşu da göstermektedir ki yerel yönetimler tam anlamıyla sermaye dünyasının, iktidar ve destekçilerinin beklentilere uygun olarak zenginleşme, palazlanma alanı olmuştur

Bu nedenlerle neo-liberal saldırıların hedefi olan ortak alanlarımıza, kamusal hizmet ve kaynaklarımıza sahip çıkmalı, kentsel hizmetlerin müşterisi olarak görünen dar ve sabit gelirli, emeği ile geçinen toplumun en geniş kesimleriyle dayanışma içinde olmalıyız.
 
Ancak bu sayede ayrımsız, ayrıcalıksız toplumsal olandan yana, demokratik, katılımcı yönetim ve  planlama, açıklık ve denetlenebilirlik gibi anlayışların ve uygulamaların  gelişmesine katkıda bulunabiliriz.
      
Bu duygu ve düşüncelerle, olan biteni doğru bilgi ve kavramlarla ele almak,  etki alanlarıyla birlikte değerlendirmek, kamuoyu ile paylaşmak ve gerekirse demokratik, meşru ve yasal haklarımızı sonuna kadar kullanmak dileklerimle tekrar hoş geldiniz diyor, çalışmalarımızda başarılar diliyorum.

5 Haziran 2015 Cuma

Kentlileşme Süreci

Köylerden kente göçe neden olan üç temel güç bulunuyor; Kentlerin çekim gücü, köy
ve kırsal kesimin itici özelliği ve bu ikisi arasındaki iletici güç. Bunlara bağlı olarak Türkiye, 2000’li yılları nüfusunun yarıdan fazlası kentlerde yaşayan bir ülke olarak karşılarken şimdilerde bu oran % 90 dan fazlasının kentlerde yaşadığını ortaya koymakta…

 Daha yüksek hayat standardı, daha çok iş alternatifi ve iş bulma umudu, daha fazla kazanç olasılığı, ulaşım olanakları, daha iyi eğitim ve sağlık hizmetleri kentlerin, ‘’çekim gücünü’’ oluştururken; tarımsal verimin düşük, gelirinin yetersiz oluşu, toprak mülkiyetinin dengesiz dağılımı ve çok parçalanmışlığı, makinalaşmanın yarattığı işsizlik, mevsim dışında gelir getirici faaliyetlerin olmayışı, güvensizlik, doğal afetler ve kan davaları gibi ekonomik ve sosyal gerçeklikler de köylerin ve kırsal kesimin itici güçlerini oluşturuyor. Çekim ve itici güçleri tetikleyen iletici güçlerin yani iletişim ve ulaşım olanaklarının gelişmişliği ölçüsünde de köyden kente göç olgusu kentleşmenin niteliklerini ortaya koyuyor.
Hukuksal düzenlemelere, ekonomik gelişmelere ve siyasal nedenlere bağlı olarak da kentlere doğru akış hızındaki değişkenler; göçlerin nasıl bir kentleşmeye neden olduğunu ortaya koymaktadır. Kalkınma ve sanayileşme hızını aşmayan büyümeye ‘’ Hızlı Kentleşme’’ deniliyor. Ancak bu hızı aşan oranda bir büyüme söz konusu ise beraberinde ‘’ Çarpık Kentleşmeyi’’ getiriyor. Doğal olarak bu durum ‘’Dengesiz Kentleşmeye’’ de neden oluyor. Büyük kentler büyürken, orta ve küçük kentler aynı oranda büyümüyor. Büyük kentlerin yalnızca belirli bölgelerde olması nedeniyle ‘’ Bölge Kentleri arasında dengesizlikler’’ meydana geliyor. Giderek ‘’kent içi dengesizlikler’’ daha da derinleşiyor.
 
Demografik, ekonomik, sosyal değişmenin yaşandığı kentleşme süreci plansız ve denetimsiz ise; kentlere göç eden insanlar genel olarak kentsel olanaklardan yararlanamadıklarından, bu tür gelişmeleri yalnızca demografik büyüme, nüfus büyümesi olarak da görmek mümkün. Bu durumun çarpık ve dengesiz bir kentleşmeyi de beraberinde getireceğini tahmin etmek zor olmayacaktır.

Son yıllarda Doğu ve Güneydoğuda yaşanan, köyden kente ve doğudan batıya göç hızlandıran’’ zorunlu veya can güvenliği göçü’’ ise kentlerde yığılmanın bir başka nedeni oldu.
 
Çarpık ve dengesiz bir kentleşme süreci devam ederken aynı zamanda kentlerden metropollere ve yabancı ülkelere doğru başlayan göç eğilimi, tercihlerin, beklentilerin ve yaşam biçimlerinin değişkenliklerini de ortaya koyuyor. Kuşkusuz ki bu durum da yabancı ülke standartlarının çekiciliği, kendi ülkemizin dinamiklerinin iticiliği ile açıklamak mümkün. Doğal olarak ülkeler arası dolaşım serbestisi de geliştikçe bu süreç giderek hızlanacaktır.
 
Köyden kente göçü sağlayan kentleşme olgusu; ekonomik yapıdaki değişimlere paralel olarak, iş bölümü, uzmanlaşma ve bunlara uygun yönetsel örgütlenme modelleri içeren; ve yine bunlara uygun olarak insan davranışlarında değişikliklere yol açan, kendi iç ve dış dinamikleri ile büyüme potansiyeli ve yoğunlukla nüfus ve sermaye birikimini sağlayan bir süreç olarak değerlendiriliyor.

Kentlileşme ise; kentleşmenin sağladığı ekonomik ve toplumsal gelişmenin insan davranışlarında ve ilişkilerinde, manevi değer yargılarında ve yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratma sürecidir. O  nedenle kentlerde yaşayanlardan kentin kendine özgü davranış kalıplarını benimsemesi istenir. Kendini yeniden şekillendirmesi, taleplerini ve beklentilerini farklılaştırarak kentsel hayata uyum sağlaması beklenir.
 
Oysa, kentsel yaşam biçimleri hangi dinamiklere bağımlı ise kentlileşme olgusu da bundan bağımsız olamayacaktır. Eşitsiz gelişmenin egemen olduğu bugünkü süreçte kentlerin sunduğu olanaklardan yararlanılmasının ve bir birey olarak sahip olunan hakların kullanılmasının hakkaniyete uygun olmadığını tahmin etmek zor değil. O nedenle kentlileşme, toplumsal düzeyde kentleşme sürecinin birey üzerindeki etkisiyle yakından ilgili. Kentlileşme birey ölçeğinde bir değişim sürecidir. Ama, her bireyin gelişim, algılama, davranış ve sahiplenme karakterleri farklı olmakla beraber, var olan kentsel imkanlardan yalnızca küçük bir azınlığın yararlanmasını dayatan bir yapılanma ve işleyiş ancak kendine denk düşen bir kentlileşmeyi geliştirmektedir.
 
Kayırma, ayrıcalık, usulsüzlük ve yalnızca parası olanların daha rahat koşullarda yaşadığı kentsel bir yaşamda egemen duygu güvensizlik ve sevgisizlik olacaktır. Kuralların göstermelik kaldığı, ekonomik veya siyasi gücü elinde tutanın son sözü söylediği böylesi çarpık bir kentleşme de olsa olsa çarpık bir kentlileşmeyi geliştirecektir.


26 Mayıs 2015 Salı

Kadın Yarı Antalya’nın Kimliğidir

Büyükşehir belediyesinin son yerel seçimlerden sonra ilk prestij projesi olarak
sunduğu 22.000 m2 lik park-bahçe projesinin ana teması,  yıkılan İl özel idare binası alanı ile Yavuz Özcan Parkı arasında kalan 120 metre kulvarlı KADIN YARI düzenlemesi oldu.

Ne ruhsatsız bir yapı olarak yıllarca risk altında kullanılan ve sonunda kullanılmaz raporu ile atıl vaziyete terk edilen il öze idare binasının, il idari kurul onayı ile yıkılması, ne de tartışmalı mahkeme kararlarına, olaylı tahliye işlemlerine dayanarak boşaltılan Yavuz Özcan Parkının yenilenmesi girişimi Büyükşehir Belediyesi yönetimine prestij kazandırmak için yeterli olamazdı…

Bu nedenle olmalı ki pis ve çöplük halinden kurtarıyoruz söylemi ile KADIN YARININ park bahçe düzenlemesine dahil edilmesi fikri yerel yöneticilere cazip gelmişti…

Ama bu fikir kente karşı işlenen ve işlenecek suçların da habercisi oldu...

Zira Kadın Yarının temiz tutulmasından ve doğal haliyle korunmasından sorumlu bir yerel yöneticinin bu yükümlülüğünü yerine getirmemesi ve bu durumu, neden oldukları tahribatın mazereti olarak sunması herhalde bize özgü bir yönetim anlayışının sonucu olmalıydı…

Ama ne gam… Göç yolda düzelir mantığı ile çalakalem yazışmalar, yarım yamalak çizimler derken kaşla göz arasında çelikler arasında betonlarla kaplanmış bir KADIN YARI manzarası ile karşılaştık… 

Yurttaşlar bakımından sineye çekilecek, sessizce geçiştirilecek bir durum söz konusu değildi… Sorular soruldu… yazılar yazıldı… tepkiler gösterildi…         
                                 
BÜYÜK KEYFİYETİN AÇIKLAMASI …    

Kangren haline gelen binanın yıkımı, yemyeşil bir park projesi, içinden sular akan vadi, asma köprü, denize şelale, 2-3 metrelik su kanalı, piyano, ışıklı havuz, cazibe merkezi, turizm, ticaret, esnaf, para, para, para…

Peyzaj Mimarları Odası, Mimarlar Odası ile işbirliği, Kent Konseyinin görüşleri, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Tabiat Varlıkları Koruma Kurulundan alınan onay… kenti güzelleştiriyoruz söylemi…

HANGİSİ DOĞRU ?
                                                                                             
** Mimarlar odası yaptığı açıklamada uygulanan projenin baştan sona sorunlarla dolu olduğunu, doğru bulmadıklarını, desteklemediklerini, karşı çıktıklarını belirtti… 

** Kent Konseyi ise konu ile ilgili olarak kendilerine gönderilen çalışmanın tamamlanmamış, ilgili kurum görüşleri alınmamış bir halde iletilmesinin doğru olmadığını, plan değişikliği ve proje alanına ilişkin analiz çalışmasının yapılmadığı, eksiklikler ve olumsuzluklar içerdiğini iletmişti…  Kadın yarı ile ilgili görüş bildirmedi çünkü (çelik ve beton kaplamalı, şelaleli ) proje Kent Konseyine sunulmamıştı bile…

** Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu onayının nasıl gerçekleştiği konusu halen bir sır gibi gizli tutulmaya, başvurular cevapsız kalmaya devam ediyor…   

** Peyzaj Mimarlar Odasına ait resmi bir kayıt veya açıklama henüz duyulmadı ama kimi mimarların ve peyzaj mimarlarının bu proje ile ilgilendikleri biliniyor, oda adına mı bireysel olarak mı o da belli değil…

** Bu duruma bağlı olarak meslek odalarımızın yerel yönetimlerle ilişkilerinde ilkesel yaklaşımlarının ve mesafe ayarlarının sorgulanması daha yüksek sesle tartışılır hale geldi…

Bütün bu gelişmelere bakarak Büyük Şehir Belediyesinin kent merkezinde planlama faaliyetinin bir parçası olarak park bahçe düzenlenmesi yaptığını mı düşüneceğiz, yoksa,  kim kimin üzerinden ne yapmaya çalışıyor ? kent kimliği kimlerin umurunda sorularını mı soracağız ?

Kuşkusuz ki konuya ilgi duyan herkes kendisinin bağlı olduğunu hissettiği  aidiyet ve sorumluluk duygularına göre hareket edecektir…
                                                                   
Şurası son derece açıktır ki saydam, izlenebilir, denetlenebilir, tüm kentlilere açık, samimi ve hesapsız katılım kanalları ve karar süreçleri geliştirilmek istenmediği içindir ki, her türden yöneticimiz yalnızca kendilerine yarayan yöntemlere göre hareket ediyor… Ortak akıl, ortak yaşam alanları söylemlerinde bile nalıncı keseri gibi hareket etmekte sakınca görmüyorlar…

Oysa bütün bu yaşananlar, kimileri için çocukluğundan başlayarak bu alanda yaşadığı anılarının üzerine beton döküldüğü hissi yaratırken…

Kimileri de, adını “bağışlanamaz bir suç işleyen kadının, içine kedi konulmuş bir çuvala bağlanarak atıldığı” rivayetinden aldığı söylenen “kadın yarı” düzenlemesinde izlenen yolun, (bu rivayetin) günümüz versiyonu olarak kendilerine reva görüldüğünü hissetti…

Erkek egemen anlayışın bir devamı olarak ben merkezcilik, kendine tabi kılma, dayatmacılık ve usulüne uydurma hamleleri ile eleştirenleri nankörlükle suçlayan cezalandırıcı bir tahammülsüzlük, şimdiki zamanların dili ve yaklaşımları olarak bir kez daha kendisini göstermekteydi…  

TARTIŞILAN KONU KENTİN KİMLİĞİDİR…

Antalya Kent İzleme Platformunun kamuoyuna mal ettiği KADIN YARI düzenlemeleri, bu kente kimliğini kazandıran en önemli özelliklerinden biri olan doğa harikası falezlerin tahribatı, usulsüz ve çifte standart uygulamaları ile anılacaktır…

Kırkgöz kaynaklarından başlayan, Aksu-Arapsuyu aralığını içine alan,  ortalama kalınlık derinliği 250 metrenin üzerinde, yaklaşık 600 km2 lik traverten bloğu üzerinde kurulu bu kent, yine travertenlerin uzantısı olarak Kırkgöz sularının yüzeyde buharlaşmasıyla oluşan falezleriyle ünlü olduğu  hepimizin malumudur…                                              
FALEZLER OLMASAYDI ANTALYA OLMAZDI…

12 km uzunluğunda falez üzerine kurulmuş Antalya kentinin en önemli kimlik özelliği, simgesi ve yeryüzünde emsali çok az bulunan bu doğal servetinin, bu denli gündelik beklentilere konu edilerek tahrip edilmesi, üzerine beton dökülmesi, çelikten yürüyüş yolları yapılması yerel yöneticilerimizin kabul edilemez bir ayıbı ve ihaneti olmuştur…

Milyonlarca yılda gerçekleşen, kentin tam orta yerinde, denizden içeri doğru uzanan Kadın Yarı adıyla anılan bu doğa harikası, 20-30 metre derinliği, vadi görünümü, minik deresi ve rivayetleriyle birlikte 1993 yılında Antalya Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunun kararına dayanarak 1.derece doğal sit alanı olarak ilan edilmesine karşın, bu alanı korumakla yükümlü resmi ellerce tahrip edilmiştir…

İlginçtir önceki Büyükşehir yönetimi kadın yarının temizliği ve aydınlatılması için girişimde bulunduğunda, Koruma Kurulu falezlere zarar verileceği endişesiyle onay vermemiştir. Ama şimdiki yönetimin peyzaj projesi adı altında yaptığı başvuruya olumlu yanıt verildiği açıklanmaktadır…  

Aynı şekilde, Muratpaşa Belediyesinin yüzmek ve güneşlemek amaçlı olarak değişik noktalarda Falezlerden denize giriş platformları oluşturmak üzere yaptığı başvuruyu falezlere zarar verici nitelikte bulan aynı kurul nasıl oluyor da bir gün sonra verdiği kararında falezlere beton dökülmesine, 120 metrelik çelik köprülerin, seyir platformlarının monte edilmesine onay verebiliyor ?

Bir doğru bir yanlışı götürmez ama bu çifte standartın nedeni açıklanmalıdır… Bu ağır suistimalin aydınlığa kavuşturulması için Koruma Kuruluna sunulan proje ve onay kararı kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

SONUÇ OLARAK

Estetiği, kullanışlılığı ve konumu itibariyle planlanacak park bahçe düzenlemeleri ile kenti ferahlatmak, kentliler için ortak alanları genişletmek, nefes alma, buluşma, dinlenme ve hoşça vakit geçirme imkanları sağlamak yerel yönetimlerin temel görevleri arasındadır ama, bu alanlarda kentin kimliğini ifade eden doğal değerlerimizi gün yüzüne çıkarıp paraya tahvil edelim, nemalanalım derken, bir oldu bitti içinde, üstelik kaba saba yürüyüş yolları ve platformları ile bu muhteşem doğal oluşumlara zarar vermek, bu inanılmaz doğa harikası görüntüleri vadi içinde konumlandırılan yapılaşmalarla heba etmek, “dünya kenti” iddialarının ne denli uzağında olduğumuzu ortaya koymaktadır…

Seyir parkurlarıyla, hortumdan fışkırttıkları şelale suları denize aksın diye dökülen betonlarla Antalya’nın kimliğine zarar veren bu anlayış bir an önce yanlışından dönmelidir…


Sağ duyulu davranılarak kadın yarında gerçekleştirilen bu “komediye” son verilmeli, tahribat onarılarak bu alan doğal haliyle korunmalıdır…  26.05.2015



28 Nisan 2015 Salı

Dokuma Fabrikası Alanında Neler Oluyor ?

 Yaklaşık 10 yıl önce Kepez Belediyesi girişimi ile Dokuma Fabrikasının bulunduğu
alanda çelik, beton yığınları halinde devasa bir ALIŞ VERİŞ MERKEZİ inşaatı yükselmiş olacaktı. 

Bu girişim o yıllarda duyarlı yurttaşların oluşturduğu “dokuma çalışma grubu” öncülüğünde “dokumaya dokunma” adıyla verdikleri kararlı mücadele sonucunda gerçekleştirilemedi.

Geçtiğimiz aylarda Kepez Belediyesi yönetimi bu kez “dokumaya dokunuyoruz” duyurusuyla sahne aldı.  “Ortak akıl”,“dokumayı halka açıyoruz” ifadeleriyle bir kısım meslek odası, ticaret örgütleri, belediye meclisinde yer alan siyasi partilerin temsilcileri belediyenin “dokuma çalışma grubu”nda yer aldılar…  

10 YIL ÖNCE 10 YIL SONRA

10 yıl önce “Dokumaya dokunma” diyen halkın “dokuma çalışma grubu” vardı.

10 yıl sonra “Dokumaya dokunalım” diyerek oluşturulan belediyenin “dokuma çalışma grubu”…
 
Böylece bu süreçte aynı isimle 2 farklı çalışma grubunu ortaya çıkardı.

Halkın “dokuma çalışma grubu”, gönüllü, katılıma açık, samimi ve gerçekten Dokumaya dokunulmasını istemeyen sivil bir inisiyatif olarak dayatmacı otoriteye karşı başarılı bir mücadele örneği göstermişti.

Belediyenin “dokuma çalışma grubu” resmi, yönergesi ile sınırlı, peşin hükümlü bir iradeyi ve otoriteyi temsilen yukarıdan aşağıya oluşturuldu...

Bu ayrışma Dokuma alanının özelleştirilme idaresinin tasarrufuna geçtiği 2000’li yılların başından itibaren hep var oldu…

Bir tarafta kamusal alanlarda toplumsal gelişime katkı sağlayacak imkanlardan eşit ve serbestçe yararlanma hakkı ve beklentisi olan yurttaş yaklaşımı …

Diğer tarafta gizli saklı yürütülen pazarlıklarla, kamusal alanları pazarlayan, ticarileştiren, özelleştiren yönetim anlayışı…

ÖZELLEŞTİRME İDARESİNDEN KEPEZ BELEDİYE’SİNE…

Bilindiği gibi Özelleştirme İdaresi, özelleştirilen Sümer Holdinge bağlı Antalya Pamuklu Dokuma Sanayi TAŞ’ye ait 488 bin m2lik alanı ihale yoluyla satmak istemişti. Ancak yüzbinleri bulan Antalyalıların direnci ve “sattırmayız imzaları” karşısında geri adım atarak, çareyi bu alanın mülkiyet hakkını bedelsiz olarak Kepez Belediyesine devretmekte bulmuştu…

Böylece Sümer Holding A.Ş, Antalya Pamuklu Dokuma Sanayi T.A.Ş’deki yüzde 99,982 oranındaki Holding hissesini Kepez Belediye Başkanlığı’na bedelsiz olarak devretmişti.

DOSTLAR ALIŞ VERİŞTE

Özelleştirme İdaresinin Dokuma Fabrikası satış ihalesine katılan olmamıştı. Antalyalılar da tepki gösteriyordu. Kepez Belediyesi’nin başında da uyanık, atak, tüccar bir belediye başkanı vardı. Bırakın, sizin yapacağınız işi ben yaparım demekle kalmıyor, ihalesiz, kısa yoldan kamusal alanı pazarlamayı taahhüt ediyordu.
 
“…Özelleştirme ve ticarileştirme sadece merkezi yönetimin işi olmamalıydı. Yerellerde bu işten nasiplenebilirdi...”

Nitekim öyle yapıldı. Belediyenin önünü açmak için Özelleştirme İdaresi 31.01.2005 tarihinde 2005/07 karar ile 1/1000’lik ve 1/5000’lik planlarda plan değişikliği yaptı. Dokuma Fabrikasının yapılarının bulunduğu parsellere park ve meydan alanı, yan parselde kentsel ve bölgesel iş merkezi olarak imar planı değişikliğini onayladı.  Yine aynı gün 2005/19 sayılı karar ile Dokuma alanını bedelsiz olarak belediyeye devretti.

Böylece bir önceki imar planında Pil Fabrikasıyla birlikte 600 bin m2’lik kent parkı planını değiştiren Özelleştirme İdaresi, 488 bin m2’lik Dokuma Fabrikası alanında kent parkını 200 dönümle sınırlandırmakla kalmayıp, fabrikaya bitişik 250 dönümlük parseli “ticaret alanı”na dönüştürerek bu alandaki yapı yoğunluğunu da artırmış oldu.

2005 YILINDA ONAYLANAN BU PLAN HALEN YÜRÜRLÜKTEDİR.

O gün bugündür  bu durumdan rahatsızlık duymayan yerel yöneticilerimiz planlama yetkilerinin ellerinden alınmış olmasına, kamusal alanların bu denli gaspına sessiz kaldıkları yetmezmiş gibi günahı paylaşırcasına Belediye kayıtlarında “...Bu süreçte Mimarlar Odası ve diğer sivil toplum kuruluşlarının da olumlu görüşleri (!) doğrultusunda, Özelleştirme İdaresinin ve Kepez Belediyesinin görüş birliği sonucunda Fabrika tesislerinin ve lojman yapılarının yer aldığı kültür ve tabiat varlıkları kurul kararı ile sit alanı olarak belirlenen alanlar park alanı olarak belirlenmiş ve batıdaki alan ise 27718 ada 1 parsel numarası alarak ticari alan olarak tescil görmüştür….” açıklamasını yazabilmişlerdir.

YANLIŞ DÜZELTİLMELİDİR…

 
Hedef tahtasına oturtulan dönemin Belediye Başkanı, kabul edilmelidir ki olan bitenden sorumludur… ama esas sorumlu olanlar, önceki planı değiştiren Özelleştirme Yüksek Kurulunun üyeleridir.

Dokuma alanının önemli bir bölümünü ticari iş merkezi haline getiren kararın altında imzası olanlar Özelleştirme Yüksek Kurulunun başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile üyeler Ali Babacan, Kemal Unakıtan, Binali Yıldırım ve Ali Çoşkun’dur.
Bilindiği gibi bu üyelerin temsil ettiği siyasi anlayış özelleştirme şampiyonu olmuştur…

Kamusal hizmetleri, kamusal alanları piyasalaştırmak, ticarileştirmek adına merkezi ve yerel yönetimler el ele vermişler kamusal kaynakları küresel sermaye dünyasının hizmetine sunmuşlardır… Bu yolda ayaklar altına aldıkları kamusal değerler, kamusal haklar umurlarında olmamıştır….  

Dokuma Fabrikası operasyonunun başından bugüne kadar merkezi hükümetin bilgisi dahilinde, onunla uyum içinde yürütüldüğüne kuşku duymayı gerektirecek bir durum bulunmamaktadır… 

YÖNTEMLER AYNI…
Kendi yapamadığını Kepez Belediyesi eliyle gerçekleştirmek isteyen Özelleştirme İdaresinin minareyi çalıp kılıfını Belediyeye diktirmek istediğini, o günleri yaşayanlar hatırlayacaktır.…

Tüccar başkan tıpkı bugünlerde olduğu gibi “yerinde kahvaltılı toplantılar”, “göz alıcı açıklamalar”, “kamuoyunu ikna turları” gibi alışılmış yöntemleri ihmal etmemiştir.

Ne var ki işin arka planı öğrenilip Dokuma yapılarının yıkımı gündeme gelince yurttaşlar “Dokuma Kentsel Sit olsun” “Dokumaya dokunma” seslerini yükseltmeye başladılar.

İlginçtir tıpkı bugünlerde söylenen “Dokumayı halka açıyoruz” sloganı gibi, 10 yıl önce de “Dokuma Antalya’ya kazandırıldı” cümlesi de alanın MDC TURKMALL’ a 49 yıllığına üst hakkının tahsis işlemi duyurusunda kullanılmıştı.       

Yurttaş girişimi de boş durmadı, Kent Konseyini, meslek odalarını, siyasi partileri,  sendikaları, üniversiteyi, toplumun tüm kesimlerini harekete geçirdi.

Nihayet çabasının ilk meyvesini olarak Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun,

“…Dokuma Fabrikası alanının kent kimliğindeki yerinin korunarak yaşatılabilmesi için giriş kapısı ve bu girişi çevreleyen yönetim binası, yemekhane ve depoların "Taşınmaz Kültür Varlığı" olarak tescil edilmesine…” “…Dokuma Fabrikası alanındaki ağaçların da kent dokusunu tanımlayan nitelikte olduğu için tamamının korunmasını, bu çevrenin fonksiyonlandırılması…” kararının alınmasını sağladı…

Bu karar, 2005 yılı aralık ayında verildi ama 2006 yılının ocak ayında Dokuma alanı Turkmall’a teslim edilmekle Belediye yönetimi kendi halkına ve değerlerine meydan  okumaya devam edecekti…

Yurttaş inisiyatifi kendi imkanlarını zorladıkça, tüccar başkan fütursuzca işlemlerine devam etti…

YARGI KARARLARI…

Yurttaş inisiyatifi nedeniyle ancak 2006 yılının Aralık ayında temel atabilen Turkmall    bu kez karşısında yurttaşların “direniş çadırını” gördü. Kamusal haklarına sahip çıkan yurttaşların üzerine kolluk kuvvetlerini göndermekten çekinmeyen belediye yönetimi ise  toplumda infial uyandırmıştı…

Bu koşullarda yürütmeyi durdurma kararının verilmesi ve 2012 yılında da tahsis işleminin iptali kararının kesinleşmesi ile yeni bir dönem başladı. 

Belediye tapuya işlenen üst hakkı kaydının kaldırılması için dava açarken, Turkmall da masraflarını, mahrum kaldığı gelirinin tahsili amacıyla 365.768,895,00 TL lik tazminat davası açtı. Yargılama sürüyor ancak Mahkeme hem park alanının hem de ticari alanın tapu kaydına Turkmall lehine tedbir kararı vermiş bulunuyor.

Mahkemenin yakın bir gelecekte sona ermesi de pek mümkün görülmüyor….

3 FARKLI DÖNEM…

Özelleştirme İdaresinin Dokuma alanının mülkiyetini Kepez Belediyesine devrini sağladıktan sonra 3 ayrı dönem yaşandı, yaşanıyor… 

* AKP 1. Dönem Kepez Belediyesi yönetimi, Dokuma Fabrikası hisselerini özelleştirme idaresinden devir alır almaz, güle oynaya “Dokumayı pazarlıyoruz” , “Dokumayı yıkıyoruz” demişti…

**AKP 2. Dönem Kepez Belediyesi yönetimi “Dokuma’da yargılamanın sonuçlanmasını bekliyoruz” pozisyonuna geçti.

***AKP 3. Dönem Kepez Belediyesi yönetimi “Dokumaya dokunuyoruz” “Dokumayı kurtarıyoruz” jenerikleri ile şimdilerde yeniden kamuoyunun gündeminde…

SORU İŞARETLERİ …
10 yıllık süreçte yaşanan olgulara bakıldığında AKP 3. dönem Belediye yönetiminin esas niyetinin ne olacağı konusunda aydınlatılması gereken konular bulunmaktadır.

İlk olarak denilebilir ki ; Belediye yönetimi bakımından bu üç dönemin ortak özelliği birbirlerinin devamı ve tekrarı olarak 1. dönem operasyonlarının haklılığını kanıtlamak için kesintisiz çaba harcamış olmalarıdır…

Belediye aleyhine çıkan yargı kararının temyiz edilmesi, olmadı karar düzeltme yoluna başvurulmuş olması,  tüm yargı yollarının tüketilmesi sanıldığı gibi idari sorumluluk gereği işlemler olarak gösterilmesi yeterli bir mazeret olmayacaktır.

Öyle anlaşılmaktadır ki belediye yönetimi ve Turkmall ortak bir beklenti içinde son ana kadar yargıdan lehlerine gelişebilecek bir sonuç beklediler…

O nedenle meclis kararıyla bu sorunu çok daha önce çözmek üzere herhangi bir girişimde bulunmadılar. Bu konuda kamuoyuna yapılmış herhangi bir açıklama olmadı.

Bu nedenle seçim broşürlerinde bu bölgeyi yeşil alan olarak düzenlemek istedikleri söyleminin inandırıcılığı olmamıştır… Nitekim bir sonraki seçim döneminde bu vaatlerinden vazgeçtiler…
 
İkinci olarak;

AKP, Kepez Belediyesi 2009 seçim bildirgesinde Dokuma alanını Hyde Park yapacağını ilan etmişken şimdi kongre vadisi söylemini gündeme getirmesi akla çok daha başka türlü sorular getirmektedir.

Kongre vadisi ile kast edilen nedir? Kaplayacağı alan ne olacaktır? Kim yapacaktır? Kim işletecektir? Devam eden dava nedeniyle muhtemel hükmedilecek tazminata karşılık düşünülen bir pazarlık konusu mu yapılmak istenmektedir ? vs.vs. … 

Üçüncü olarak;

“Dokumada yargılamanın sonuçlanmasını bekliyoruz” döneminde “kamusal alanı pazarlamaya devam ediyoruz” faaliyetlerine de sahne oldu. Alt yapı yükü,  yoğunluğu, çevresel etkileriyle Meltem mahallesine reva görülen stadyumun, önce Dokuma alanında düşünüldüğü, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Turkmall ile görüşülmesi talimatı verdiği, “Dokumada Stadyum” yatırımını AKP 3. dönem Belediye başkanının da desteklediği    gazetelerde yer almıştır.

Dördüncü olarak; 

AKP 3. dönem Belediye Başkanının ticari alanda kongre vadisi projesini dillendirirken duyumlarımıza göre Belediyenin Dokuma çalışma grubunun raporunda bu önerinin esaslı bir şekilde desteklendiği, daha da ileri giderek “kültürel alış verişin önünün açılması”, “turizmin 12 aya yayılması”, “kepez halkının bu gelirden pay alması” gibi   kulağa hoş gelen ama ucu nereye gideceği belli olmayan önerilerde bulunulmuş olması, o da yetmedi  250.000 m2 lik alanın % 60 ında inşaat alanını uygun görmesi, şimdiki zamanların “DOSTLAR ALIŞ VERİŞTE GÖRSÜN” örneği olarak, “resmi ortak akılla” da ancak  bu kadar olur düşüncesini pekiştirmiştir. 

Beşinci olarak;

AKP 3. dönem Belediye yönetiminin Dokuma sahasını neden bir bütün olarak değerlendirmek istemediği halen anlaşılabilmiş değildir.  İfade edilen hukuki engelin ne olduğu da halen açıklanmış değil. Konuyla ilgilenen hukukçuların bu alanda plan değişikliği için hukuki bir engel bulunmadığı tespiti karşısında acaba gizlenen veya ihtiyatta tutulan bir pazarlık konusu mu vardır? sorusunu da akla getirmektedir.  

Altıncı olarak;

Büyükşehir ile işbirliği içinde dokuma alanı ile birlikte Pil Fabrikası alanını da içine alarak özelleştirme idaresinden önce öngörülen planlama konusunda hiçbir bir girişim ve açıklama yapılmamıştır… 

Yedinci olarak

Bu alanla ilgili olarak yaşanan gelişmeler ve AKP yönetimleri dışında toplumun tüm kesimlerinin ortak hassasiyetlerini barındıran tarihsel bağ, kent parkı için verilen mücadele ve kazanımlarının üzeri örtülmek istenmektedir… 

SONUÇ OLARAK
 
“Dokumayı kurtarıyoruz, halka açıyoruz” söylemi ile başlayan AKP 3. dönem Belediye yönetimi “ortak akıl” adı altında “kıvrak zeka” örnekleri vermektedir.

Zira Belediyenin ortak akıldan istediği çalışma zaten 10 yıl önce yurttaş inisiyatifi ile kurtarılmış bir alandır.

Planında da zaten kent parkı olarak işlenen,sivil toplum örgütlerinin ve duyarlı bireylerin mücadelesi ile koruma kurulu tarafından koruma altına alınan, yapısıyla, dokusuyla korunması gerektiği planına işlenen, başka türlü davranılması mümkün olmayan bu alanda kurtarılacak olan nedir ?  

“halkın dokuma çalışma gurubu” sayesinde “kurtarılmış bir alanı”, “belediyenin dokuma çalışma grubu” ile halka açınca 10 yıl öncesinin kazanımları unutturulmuş ve kendi lehinize bir durum yaratmış olmazsınız...

AKP 3. Dönem belediye yönetimi, 1. Dönem kurnazlıklarından uzak durmalıdır… Ismarlama girişimlerle arkasında neyi gizlediği bilinmeyen kongre vadisi söylemini gerçekleştirme ısrarından vazgeçmelidir…

Turkmall ile alacak verecek davasını bahane edip ticari alanı pazarlık alanı olarak tutarak Dokuma alanı halka açılmış olmamaktadır…

Planlama hukukunda, plan değişikliği için alacak verecek davaları engel teşkil etmez. Dokuma alanını bir bütün olarak halka kazandırmayı gerçekten istiyorsanız, öncelikle Büyükşehir Belediyesi ile elbirliği içinde 27718 ada 1 parsel numarası alarak ticari alan olarak tescil gören Dokuma alanını kent parkı olarak değiştirir, plan notlarına da yapılaşma yasağını gururla koyabilirsiniz…

Bu arada yine Büyükşehir Belediyesi ile bitişik alandaki Pil Fabrikasını da kent parkı olarak imar planında değiştirmeyi ihmal etmezseniz gerçekten halka hizmet etmiş olur, geçmişin izini bir nebze temizlemiş olursunuz…    

UNUTULMAMALI…

Bu hayal gerçek olursa eğer, özellikle bazı isimler unutmamalıdır…

Hasan Üstün, Sema Nur Kurt, Recep Esengil, Mehmet Atay, İbrahim Akkaya ve diğer sivil toplum kuruluşları ve inisiyatifler…  

Bu isimler, siyasi görüşleri ne olursa olsun, bundan 15 yıl önce başlayan özelleştirme operasyonlarına karşı, dokuma fabrikasının ismiyle bütünleşen kamusal mekânı ve kamusal değerleri koruma mücadelesini ateşleyen, örgütleyen, direnişi sembolize eden isimler olarak “dokuma kent parkı” düzenlemesiyle birlikte anılmalıdır…

Hiç kuşku duyulmasın böyle bir yaklaşım Antalya’ya çok iyi gelecektir…     28.04.2015

23 Şubat 2015 Pazartesi

Sorun Yumağı Konyaaltı Sahili Proje Yarışması

2014 yaz aylarında yerel seçimin hemen ertesinde bundan böyle şezlong, şemsiye gibi kıyı
mobilyalarından halkın ücretsiz yararlanacağı müjdeli bir şekilde açıklanmıştı. Geçici olduğu baştan belli olan bu uygulama sonrasında Eylül ayında Antalya Büyükşehir Belediyesi bu kez,  “…Mimar, Plancı ve Peyzaj Mimarları’nın bilgi, deneyim, yenilikçi ve çağdaş bakış açılarına güvendiklerini, kent kimliğinin gelişmesine katkı koyması açısından Müze önünden başlayarak Varyant ve Konyaaltı plajlarından Limana kadar uzanan sahil şeridini yarışma yoluyla, uluslararası düzeyde örnek gösterilebilecek, özgün bir proje elde etmek üzere yarışma düzenlediğini” açıkladı.

Yarışmanın Koordinasyonunu Mimarlar Odası Antalya Şubesi üstlendi. 2014 aralık ayında da yarışmada birinci seçilen proje açıklandı. Sonraki günlerde çeşitli toplantılarla proje kamuoyuna tanıtıldı. Açıklandığına göre meslek odaları, STK lar ve  basın aracılığı ile on binlerce kişiye duyuru yapılmış ancak çok az sayıda insan ilgi gösterip proje hakkında öneride bulunmuş… Geçen günlerde Mimarlar Odasında Çağdaş Hukukçular Derneğinin kent ve çevre çalışma grubuna da sunum yapıldı. Bu sayede şartnameyi, projeyi inceleme ve değerlendirme imkanımız oldu.

 
Yarışmada birinci ilan edilen projenin açıklama metninin amaç ve hedefler başlığı altında, kent kimliğini güçlendirmek, kıyı kullanımlarını zenginleştirmek; her türden kullanıcı için erişebilir ve algılanabilir kılmak,  yayalaştırmayı özendirmek; ulaşım ve erişim olanaklarını güçlendirmek; kente yeni odak alanları yaratmak,  yakın çevresindeki yaşam alanları ile bütünleşmesini sağlamak üzere tasarım yaklaşımları ifade edilmiş. Bu amaçla müdahale alanları ve izlenecek yollar açıklanmış ve alan yönetimi hakkında önerilerde bulunulmuş.
 
SORUNLAR, SORUNLAR, SORUNLAR…
 
Öncelikle belirtmeliyim ki; hem şartname hükümleri bakımından, hem de yarışma sonucunda elde edilen projenin uygulanabilirliği konularında sorunlu fiili ve hukuki konular var.  
 
* Projeyi bize tanıtan proje müellifi Mimar Şemsettin Tugay, projelerinin yaklaşık 1.500.000 m2 lik alanı içine aldığını belirtti. Ancak Şartnamede sınırları belirtilen yarışma alanı yaklaşık 420.000 m2 olarak açıklanmış…
 
* Proje müellifi projemizde asla değişikliğe izin vermeyiz açıklamasında bulundu.  Şartname ve sözleşme taslağı bunun tersini söylüyor. “… Ödüle layık görülen projenin fikir projesi olması nedeniyle jüri, kent halkı, meslek ve sivil toplum örgütleri ve Belediye önerilerinin göz önüne alınmasıyla kesinleşecek avan proje ve bu proje çerçevesinde Belediye tarafından müelliften istenecek yapılara ait projelerin düzenleneceği açıklanıyor. Diğer bir deyişle, projenin son sözünü ve şeklini Büyük Şehir Belediyesi verecek.
 
* Proje müellifi, “Dumlupınar Bulvarı ve Beach parkın tapu kayıtları elimde, Büyükşehir ve Defterdarlık dışında kimse bu alanda tasarruf sahibi değil derken, Mimarlar odası başkanı da “biz Maliye ile görüştük, sorun çıkarmayacaklar açıklaması yaptı. Ancak aynı alanda Karayolları Genel Müdürlüğü, Vakıflar, Meltem davası hak sahiplerinin ve ihdas yoluyla ilçe belediyelere geçecek mülkiyet haklarının varlığı bilinen bir gerçeklik.
 
* Sahil şeridi boyunca yer alan ve Beach Parkta devam eden karayolunun öngörülen plan değişikliği sonucunda Konyaaltı Belediyesi ve Muratpaşa Belediyesi de alanda söz sahibi olacaklar. Üstelik düzenleme alanı ile iç içe olduklarına göre yarışmada neden taraf olarak yer almaları istenmediği ?  soruldu. Verilen cevapta, Büyükşehir Belediyesi, karayollarının mülkiyetini Karayolları Genel Müdürlüğünden devir alacağı için buna gerek görülmediği belirtildi. 
 
Oysa, yoldan ihdas ile oluşan mülkiyetin ilçe belediyesine geçişi söz konusu olduğundan müellifin ve mimar odası başkanının belirttiği gibi Karayollarının Büyükşehir’e mülkiyetinin devri konusu tartışmalı ve ifade ettikleri gibi gerçekleşebilir bir yöntem olarak görülmemektedir.
 
Kaldı ki Karayollarının tamamen kamulaştırılmış bir alan olup olmadığı da açıklanmadığı için bilinmemektedir.
 
Bu koşullarda düşünülen yöntemin gerçekleşebilir olması bir tarafa, hülle yoluyla ilçe belediyelerini by-pass etmek niyeti ile hareket edildiği tartışmadan uzak bir konudur.
 
Bu “hülle” gerçekleşir mi bilinmez. Ama  Meslek Odalarının bu koşullarda ve bu denli sorunlu alanlarda düzenlenen yarışmanın öznesi olmaması beklenirdi. Belediyeler arasındaki çekişmeler arasında sıkışıp  kalmaması, özellikle planlama anlayışı, ve yarışma koşulları bakımından kendilerini de içine alan tartışmalı bir ortama neden olmamalıydılar. 
Ne yazık ki sorunlu konular buraya kadar anlatılanlarla da sınırlı değil…

 
* Beach Park alanı 1982 yılından itibaren Turizm Alanıdır ve planlama yetkisi Turizm Bakanlığındadır, bu yetki devri alınıp, alınmadığı şartnameden ve tarafların açıklamalarından anlaşılamamaktadır… 
 
* Bilindiği gibi her kış mevsiminde dalga boyları karayollarına taşmaktadır. Boğaçayı köprüsü, yollar, kaldırımlar, setler, parmaklıklar zarar görmektedir. Bu duruma karşın mevcut kıyı kenar çizgisi revize edilmeden neden düzenleme yapılmasına ön ayak olunmuştur? sorusuna verilen cevap bu alanlarda yapılaşmaya gidilmeyecek şeklindedir.

Oysa yapılaşma yalnızca bina değildir. Projeye göre; soyunma kabinleri, duş, wc, 24 adet büfe, depo yapıları ile kıyı mobilyalarının da yer aldığı açık alan düzenlemeleri bu haliyle risk altında olacaktır.     
 

* Proje müellifi, sahil şeridi ile bağlantı yolları bakımından Ulaşım Ana Planında değişiklik önerdiği için ilgililer tarafından görüşmeye çağrıldığını açıklamıştır. Ancak ulaşım ana planında değişiklik önerisinin hangi uzmanlık çalışmasına dayalı olduğu açıklanmadığı için anlaşılamamıştır. Bu konudaki yaklaşımların “gerçeğe uygunluğu” ilgili kurumlarca kamuoyuna açıklanmalıdır…
 

* Yine proje müellifi, otoparkların nereye yapılacağının tam olarak belli olmadığı, sadece Dumlupınar bulvarında yeraltı otoparkının belli olduğu, gerekirse deniz seviyesinin de altında otopark yapabileceğini açıklamıştır.

Otopark alanlarının belirsizliğinin nasıl çözüleceği ve deniz seviyesinin altında düşünülen otoparkların yapımı ile doğacak ciddi ek maliyetlerin de kamuoyuna açıklanmasında yarar vardır. Kamusal kaynaklarımızın nasıl harcandığını kamuoyunun bilmesi gerekmektedir.
 

* Beach parktan limana kadar uzanan sahil şeridi boyunca karayolları ile bitişik imar adalarında önerilen düzenlemeler için yöneltilen sorulara yapılan açıklamalardan anlaşıldı ki bu alan tamamen hayal ürünü olarak resmedilmiştir.  Diğer bir deyişle yeniden planlama yapılması gerektiği, bu alanlarda gerçekleşecek yeni yapılaşmalar için proje önerdiklerini, mevcut yapıların da önlerindeki duvarlarını yıkmaları gerektiğini, bu şekilde projenin  “öngörücü nitelikte bütünleştirici kentsel tasarım stratejisini” tamamlayacağı belirtilmektedir.

Bu durum da göstermekte ki, bu amaçla yapılacak düzenlemeler için de Konyaaltı Belediyesi işin içinde olmalıdır. Çünkü plan değişikliği ve uygulamaları bakımından ilçe belediye meclisinin kararına ihtiyaç bulunmaktadır.
 

Konyaaltı Belediyesi ilgilileri ise bu konuda suskun kalmaktadır. Kendi sınırları içinde bulunan hak sahiplerine ilişkin önerilen düzenlemeler hakkında ne düşündüklerini kamuoyunun bilgilenme hakkı bulunmaktadır.   
 

YARIŞMA YETERLİ OLMAMIŞTIR…
 

İşin esası bakımından fikir olarak bu alanın yarışma ile elde edilmesi etkinliğine eleştirilecek bir yan olmamalıdır… Ama bu etkinliğe temas ettiğinizde ortaya ciddi soru işaretleri çıkmaktadır. Mülkiyet uyuşmazlıkları, gerçekleşmesi gereken plan değişiklikleri, revize edilmesi gereken düzenlemeler, ilçe belediyelerle ilişkiler konuları kamuoyunda aydınlatılması gerekmektedir. Hiçbir bahane ile bu konuların üzeri örtülmemeli ve hiçbir kurum veya kişi aracılığı ile sorunlar perdelenmeye çalışılmamalıdır.
 

Tüm muhatapların dışlanmadığı ve ilkesel olarak göz önüne alınması gereken konuların arka plana itilmediği bir çalışma veya yarışma sanırım çok daha kucaklayıcı ve çok daha geniş bir kesimin projeyi sahiplenmesini sağlayacaktır.  Proje müellifinin, Konyaaltı Belediyesi ve Muratpaşa Belediyesine projesinin tanıtımı için mesaj gönderdiğini ama dönüş olmadığı açıklaması bu eksikliği gidermemektedir. Zira muhataplık işin başında, örneğin danışma kurulu oluşturulurken, şartname koşulları hazırlanmadan önce düşünülmesi gereken bir konudur…
 

Parça parça uygulamaya geçeceği ve öncelikleri Büyükşehir belediyesinin belirleyeceği anlaşılan  bu  proje kamusal bir alanla ilgilidir. Fazlasıyla belirsizliği ve eksikliği olan projenin bu haliyle yarışma ile elde edilmiş olması sonucu değiştirmemektedir. Yarışmanın yeterince hazırlanmadan ve detayları değerlendirilmeden aceleye getirildiğini tespit etmek sanırım abartı olmayacaktır.
 

ESAS AMAÇ NEDİR ?
 

Göz alıcı resimlerdeki notlardan anlaşıldığı kadarıyla düşünülmemiş aktivasyon ve canlandırma yok gibidir ama proje açıklama metnindeki alan yönetimi önerileri “paran yeterli değilse bu bölgeden uzakta kal” mesajı vermektedir.
 

Kıyılardan ayrımsız herkesin yararlanması, bunu engelleyici hiç bir düzenlemeye yer verilmemesi gerektiği ilkesini görmezden gelen bu proje açıklama metninde, belirli alanlara yerleştirilecek şezlong, şemsiye vs. mobilyaların kiralanması ve işletmecilik işinin büfeler eliyle yürütülmesi önerilmektedir.

Bu demektir ki, büfeler kısa bir süre sonra kapladıkları alanlarını genişleterek cafeler haline gelecek ve sahillerimizde yine bodyguardlarımız boy göstermeye devam edeceklerdir.
 

Projede önce yer alan daha sonra eleştiriler üzerine kaldırıldığı belirtilen çekeklerin nasıl ki sahilin en gözde köşelerinden olan varyantın hemen dibindeki sahil kullanım alanını engellediği kabul edildiği belirtiyorlarsa, sahil boyunca da herhangi bir işletmecilikten ve bu alanın ticarileştirmesi fikrinden de vazgeçilmelidir…
 

Sahillerin kullanımına yönelik düzenleme amacı herkes için eşit ve serbestçe denizden, kıyısından, güneşten yararlanması, dinlenmesi, eğlenmesi ve hoşça vakit geçirmelerinin sağlanmasıdır. O nedenle Konyaaltı sahili boyunca bu amacı ortadan kaldıracak, engelleyecek ve bu alanın ticarileştirilmesine yol açacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir. Şezlong, şemsiye vs. türünden kıyı mobilyaları için kimseye sahilde alan tahsis edilmemelidir… Eğer bu mobilyalar olmalı deniliyorsa, ticari amaçlarla kiralanmamalı, herkesin ücretsiz kullanım imkanı sağlanmalıdır… Tıpkı park, bahçe, oyun sahası, spor alanlarındaki banklar, gölgelikler ve diğer aparatlar gibi ilgili belediyeler bu kıyı mobilyalarının da temininden, korunmasından ve uygun kullanımından sorumlu olmalıdır.
 

Ayrımcı uygulamaları destekleyen seçkinci anlayışların, paralı kullanımlarla kendilerine özel, “nezih”, “steril” alanlar yaratma niyetlerini kamusal alanlarda gerçekleştirmelerine izin verilmemelidir. Kamusal alanlarda öngörülen düzenlemeler ve etkinlikler asla dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmamalıdır.
 

YENİ BİR ÖNERİ …
 

Üzerinde durulması gereken bir başka önemli konu dolmuş parasını dahi düşünerek yaşayan geniş halk kitlesinin sahil bandına en dolaysız ulaşımı ve buradan yararlanması konusunda kayda değer bir öneri geliştirilememiş olmasıdır…
 

Örneğin okulların kapalı olduğu yaz aylarında kentin kenarlarına uzanan  mahallelerden başlayarak belirli aralıklarla ücretsiz seferler düzenlenmesi belediyeler için çok mu külfetli olur ?
 

Her ramazan ayında ücretsiz iftar sofraları kuran belediyelerimiz, halkımızı deniz ile ve 72  milletten insanla buluştursa, sosyal ve kültürel kaynaşmayı bir de bu yönden denese, özellikle yetişecek yeni nesillerin daha çok insanla, daha farklı davranış kalıplarıyla teması bu yolla da sağlansa, diyalog, hoşgörü, kimseyi rahatsız etmeden bir arada yaşama kültürüne katkıda bulunsa, belediyecilik anlayışlarına çok mu ters düşer ?   

Meslek edindirme kursları yanına belediyelerimizin bu alana da kaynak aktararak çeşitli etkinlikler düzenlemesi toplumsal gelişmemize ciddi katkıda bulunacaktır. 
 

Zira bu alanlar öncelikle sosyalleşmenin, kaynaşmanın, dinlenmenin, kendini yenilemenin, rutinin dışında yakınlarıyla ve diğer insanlarla dolaysız bir arada olmanın, kendin gibi olmayanlarla temas kurmanın, öğrenmenin, düşünmenin, okumanın, eğlenmenin, rahatlamanın, sayılamayacak kadar çok yediden yetmişe farklı duygu ve davranışın bir araya geldiği alanlardır.
Bunun için öncelikle temiz deniz, temiz sahil, kolay ulaşım ve wc-duş-içecek su gibi en temel ihtiyaçlara güvenlik içinde kolay ulaşabilme ve zahmetsiz, külfetsiz, hijyenik koşullarda yararlanma imkanlarının sağlanması yeterli olacaktır. 
 

SON SÖZ
 

Paran kadar yararlan demeyen, para harcamaya özendirip yönlendirmeyen,  ayrıştırıcı, dışlayıcı olmayan, yurttaşını zenginleşme aracı olarak görmeden öncelikle ihtiyaçlar üzerinden düzenlemeleri öngören, yani toplumcu, yani eşitlikçi, insan merkezli kamusal alan planlamaları ve uygulamaları zor değildir.

Yeter ki bu konuda irademiz olsun. Olsun ki “fikrimizi”, “projelerimizi” bu irade için geliştirelim.

Ne yazık ki Konyaaltı sahilleri için düzenlenen proje yarışmasından ve bu yarışmadan elde edilen fikir projesinden böyle bir “irade ve niyet” göremiyoruz.

Belli ki kural tanımaz neo-liberal rüzgarın derinleştirdiği eşitsiz yaşam koşulları ve bu koşulların mağdurlarına, kamusal alanlarda da yeterince hayat hakkı tanınmak istenmiyor…    23.02.2015
-
Bültenimize Katılın