Yönetim Anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yönetim Anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

10 ARALIK 2021 ve DECCAL

Dünyaya açıldığımız pencere olarak tanıtılan Antalya, 10 Aralık dünya insan hakları gününe “deccal” kavramı ile girdi…


Antalya İlim ve Kültür Derneği (Alim Derneği) adıyla hareket eden bir cemaat yurdunda görevli personel,  Mehmet Sami Tuğrul isimli bir üniversite öğrencisini, "deccali vurdum" diyerek  hunharca katletti.


Hiç kuşku yok ki dünya hallerinden uzaklaştırılmak, dünyayı sınav yeri olarak gören bir inanç sahibi olmak ve türlü türlü referanslara dayalı ritüellerle yaşamak dinsel, kültürel, kişisel tercihlerin sonucudur.


Doğal olarak toplumun her bir bireyinin aynı duygu ve düşüncelere sahip olması beklenemez.                 O nedenle her hak sahibinden, kendi dışındaki hayatların da hak sahibi olduğu idrakinde olması ve onların tercihlerini yok sayacak, maddi veya manevi zarar verecek herhangi  bir müdahalede bulunmaması beklenir.  

 
Bireysel, toplumsal, ekonomik ve  sosyal hakların elbette bireyler ve toplum tarafından sahiplenilmesi ve uğruna mücadele verilmesi esastır ama hakkın kötüye kullanılması, hak ihlalleri söz konusu olduğunda da kayıtsız şartsız gerekli yaptırımların hayata geçirilmesi ve nihayet haksızlığın, hukuksuzluğun iklimine meydan verilmemesi siyasi otoritenin sorumluluğundadır.

 
Mesele Antalya Valiliğinin açıklamasında öne çıkarıldığı gibi sapkınlık meselesi olmadığı çok açık. Savcılık ve yargı organlarınca gizlilik kararı alınması, belli ki bu vahim sonuca neden olan çevreleri korumaya yarayacak. Muhatap cemaat derneğinin, Kepez Belediye Başkanının yaptığı açıklamalarla sorumluluklarını üzerlerinden atma gayretlerinin de toplum vicdanında beyhude olduğu ortada. Sus payı verir gibi mağdur öğrencilere KYK kapısını açarak tehlike altındaki öğrencilerin barınma hakkı sorunu çözülmüş olmamaktadır.


Bunun gibi rutin açıklamalar ve uygulamalar ardı sıra gelmekle zaten aynı hamam aynı tas ile oyalanmaya devam edileceğimiz son derece aşikar.  


Ne yazık ki kılıfına uydurulmuş, üzeri örtülmüş resmî işlemlerin, susturulmuş tanıklıkların toplamından ibaret suç mahallerinde yaşar gibiyiz. 

 
Denilebilir ki hep böyleydik. Elbette eşitsizliklerin, fırsatçılıkların ve iktidar keyfiliklerin kurumsallaştığı hangi ortam farklı olabilir ki ?

 
Ama Cumhur ittifakı ile farklı bir durağa getirildiğimiz de besbelli. Geçen zaman bizi daha ilkel, daha vahşi, daha acımasız ve yüzsüz, mütemadiyen kötülük üreten, ayrıştırıcı, yoksullaştırıcı, cinsiyetçi, kendi bekası dışında toplumu düşünmeyen keyfi bir siyasi otoritenin oyuncakları haline getirmiş  durumda.

 
İnsan hakkı, insanlık ailesine mahsus bir hak. O nedenle, birbirlerimizin yüzüne utanmadan bakabilecek kadar bu ailenin bireyleri olarak kalacaksak, toplumsal olandan yana dayanışma içinde bu oyuna son vermeliyiz.

 
 

9 Eylül 2021 Perşembe

YOK OLUŞA YOL ALMAK

Dünyaya egemen olan anlayış küçük bir azınlığın   beklentileri için yer küreyi heba etmekten vazgeçmek istemiyor. Böyle devam ederse hep beraber yok oluşa yol almakta olduğumuz bilim çevrelerinin ortak görüşü …

 

İnsan ve doğa kıyıcılığı;  beton çelik/plastik/kimyasallar ile daha çok para kazanma savaşları, ölümcül küresel salgınlarının ve iklim krizlerinin felaketlerini beraberinde getirdi. 

 

Bu statükonun devamı giderek şiddetlenecek, daha da derinleşecek eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve telafisi imkansız  vahim doğal koşulları beraberinde getireceği konusu kabul edilen bir diğer gerçekliğimiz…

 

(https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/iklim-krizi-gelir-esitsizligi-iliskisi-ne-kadar-zenginseniz-dogayi-o-kadar-fazla-tahrip-edersiniz,32187)  

 

İnsanın kendisinin neden olduğu ekolojik sistem tahribatlarının önüne geçmesi yine kendi tercihleri ile mümkün ve bunun maddi temellerinin mevcut olduğu çok açık. Zaman, mekan ve teknolojik imkanlar gelişse de, üretim ve yaşam koşulları değişse de yaşamsal değerlerimizi korumak, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmadan dayanışma içinde yaşamak zorundayız. 

 

Kentsel yaşamın kötü gidişe dur diyecek dinamikleri var  

 

Tarihsel, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin bir ürünü olan kentleşme, içinde barındırdığı kurum, yapı ve kayıtlarıyla insanın geçmişini muhafaza ederken, gelişim ve dönüşüm kanallarını da kendi bünyesinde taşıyan bir işleve sahip.


J.J Rousseau’nun  « Köyü kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar  saptaması, "Hak, Hukuk, Yurttaş ve Kent" kavramlarının iç içe geçmişliğini ortaya koymaktadır.

 

(Lewıs Mumford)’un “Kent, sonsuz geçmişle, nerede biteceği bilinmeyen gelecek arasında, sürekli dönüşen ama tamamlanamayan bir mekandır» değerlendirmesi önemlidir (1). 

 

Ulus-devlet ile işlev üstlenen modern zamanların yurttaş veya Yurttaşlık kavramı, küreselleşme ile birlikte farklı anlamlar yüklenerek «çok kültürlü yurttaşlık» kapsamında tartışılır hale geldi. 

 

Sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılıklar;                           mülkiyet, üretim ve egemenlik ilişkileri, günümüzde de devam eden hak mücadelelerinin esas nedenini teşkil ediyor.


İnsanın ve Halkların Hak mücadelesinin özünü oluşturan daha iyi, daha doğru, daha güzele ulaşma çabaları toplumsal hayatın gelişiminin dinamikleri olmaya devam ediyor.  

 

Kentsel yaşam da bu mücadelelerin ürünü olduğu kadar, kendini aşacak, toplumsal olandan yana, daha ileri adımlar atacak siyasi/ekonomik potansiyelleri de içinde barındırıyor. 

 

Teknolojik gelişme, üretim araçlarının geldiği aşama, üretimin gücü, üretilen ürünler ile adilane koşullarda bölüşüm ve paylaşımın mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

 

Toplumsal sorunlara tarafsız, objektif ve bilimsel bakan bütün çevrelerin ortak kanaati odur ki; Üretim, esas olarak insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmalıdır. Sınırsız kâr amaçlı bir üretim söz konusu olmamalıdır. Aşırı tüketim teşvik edilmemelidir. Gelir ve refahın adaletli bir biçimde bölüştürüldüğü, savaşlara imkan tanımayan barış içinde yaşama koşulları sağlanmalıdır. Bu sayede başta iklim krizi ve ekolojik çöküş olmak üzere sosyo-ekonomik adaletsizliklerin de önüne geçmek  mümkün olacaktır.  

Bu bakış açısı da ortaya koymaktadır ki ihtiyacımız olan, toplumcu, dönüştürücü siyasi irade ile onu sahiplenecek toplumsal örgütlenmeden yoksunluğumuzdur. 

 

HAKLARIMIZI HATIRLAMAK 

 

İklim krizi, ekolojik çöküş ve sosyo-ekonomik adaletsizliklerin önüne geçmek durumundayız. Kapımıza dayanan tehdidi ve bizler dahil pek çok canlı türünün yok oluş sürecine çözüm üretmek zorundayız. O nedenle bu yolda çözüm geliştirmeyi kolaylaştıracak "hak" ve "hak mücadelesi" kavramlarını hatırlamak ve hayata geçirmek için ısrarlı bir çaba sarf etmek son derece değerli olacaktır. 

 

 "Hak Talebi" İhtiyaçtan Doğar 

Haklar yalnızca ifade edilmekle değil, talep edilebilir, ulaşılabilir, kullanılabilir olduklarında anlamlıdır. Sahip olduğumuz haklarımız da aynı şekilde hayatın içinde duyulan bir ihtiyaçtan, o ihtiyaç sahiplerinin taleplerinin olgunlaşması ve toplumsallaşması ile kullanılabilir hale gelmiştir.                                                                         

 

Hakkın varlığından söz edebilmek için,

 

1-Yaşamdan kaynaklı bir değer söz konusu  olmalıdır.     


Hak talebi, canlı veya cansız değer için, emek > üretim > bölüşüm > işbölümü > sahiplik ilişkilerini içeren ilişkiler sürecinin > ortaya çıkardığı yaşamsal bir ihtiyaca bağlı olarak  > otoriteye karşı > giderek toplumsal bir güç haline gelen koruma/korunma taleplerinin varlığı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaya başlar.                                                                                                                                                                                        

2- Bu talep kapsayıcı olmalı, genellik ve eşitlik ilkelerine aykırı olmamalıdır.                                             


3- Bu yaşamsal değerin hak olarak nitelendirebilmesi için de 4 unsura sahip olması gerekir; 

 

a) hangi konu, hangi değer korunmak istenmektedir; konusu belli olmalıdır. Tarihsel kültürel doğal canlı, cansız bir değer…. 


b)  Hak diye nitelenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğu; öznesi belli olmalıdır. İnsan, kadın, çocuk, engelli..   


c-   Muhatap genel olarak siyasal otorite, merkezi veya yerel yönetimler, meşru bir otorite olmalıdır. Hakların tanınması ve uygulanması için koşulları yaratmalı, hak ve özgürlüklerini kullananları engelleyici olmayan siyasal ve sosyal tedbirleri almakla sorumlu olmalıdır.                                                                      

d- Hakların  ihlalinde idari ve adli yaptırımlar öngören ve uygulayan bir hukuk düzeni olmalıdır. 


Üç Kuşak İnsan Hakları  

 

Tarihsel süreci içinde değerlendirilirken haklar üç kuşak/dönem olarak ele alınır.


>BİRİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > devletin dahi karışmaması gereken özgürlükler ve siyasal haklar alanıdır. İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yönetime katılma hakkı…

Bu haklar, kapitalist ilişkilerin inşası ve  egemen olma sürecinde feodal beylere karşı burjuvazinin yürüttüğü mücadele ile elde edilmiş olan bireysel hakları, kişilik ve siyasal hakları içermektedir.                                                                                                                                                                                   

>İKİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > toplumsal ekonomik ve sosyal haklardır. Kamusal otoriteden düzenleme yapması, müdahil olması talep edilen alanlara ilişkin haklardır. Konut, sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi emeği ile geçinenlerin, eşitsizliğe maruz kalanların, sosyo-ekonomik dezavantajlıların ihtiyaçlarından kaynaklanan haklardır.    

 

>ÜÇÜNÇÜ KUŞAK İNSAN HAKLARI >  Son 30-40 yılda gündeme gelen dayanışma haklarıdır. Kişinin, örgütlü toplumun ve gerektiğinde devletlerin birlikte katkısını gerektirir. Çevre hakkı, barış hakkı, kalkınma hakkı, insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakları, kültürel miras hakları, halkların hakları ile kent hakkı kavramları bu grupta değerlendirilir.                                              Uluslararası ölçekli gelişmelerin, küreselleşen ticaretin, ulus-üstü şirketlerin neden olduğu ortak sorunlara karşı talep edilen hakları kapsamaktadır.                                                                                

Küreselleşme politikalarıyla birlikte ulus üstü şirketlerin paraya dönüştürülebilecek her alanın piyasalaştırılmasının, kamusal hizmetlerin ve kamusal alanların ticarileştirilmesinin kent mekanlarında somutlaşma koşullarını ifade etmektedir . 


Uzay hakkı, ileri teknolojik gelişmeler, klonlama ve bilgi toplumu hakkı gibi evrensel mutabakat koşullarının tartışmaları devam eden 4. kuşak hakları bulunmaktadır. 

 

Uluslararası bildirgeler ve Birleşmiş Milletler’de imza altına alınan sözleşmelerde açıklanan insan hakları, devletleri, devleti yöneten siyasi iradeyi bağlayıcı, iktidarların saygınlık, onur ve güvenilirliğini ortaya koyan, kayıtsız şartsız uymakla yükümlü olduğu taahhütleri haline gelmişlerdir. 

Bunun yanında her insan ekonomik olarak eşit doğmamaktadır. Bu bakımdan bütün insanların haklar ve özgürlükler bakımından eşit kabul edilemeyeceği eleştirisi devam etmektedir. O nedenle eşitsiz yaşam koşullarının mağdurlarının insan haklarında ifadesini bulan doğuştan eşitlik ve sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri için ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadeleleri devam etmektedir. 

Hiç kuşku yok ki en temel haklarımızda yaşamakta olduğumuz sorunların sorumlusu egemen yönetim anlayışını sürdüren siyasi iradedir/iktidardır. 

 

KENTSEL YAŞAMIN HAKLARI

 

Günümüzde kentler, kentsel yaşama ilişkin haklar kapsamında her üç kuşak insan haklarımızın da gerçekleşme/ ama daha çok iktidar odaklarınca engellenme alanı haline gelmiştir.   

 

(Louis Wirth)  tanımıyla, Kentler, toplumsal olarak benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, yoğun nüfuslu, mekanda süreklilik niteliği olan, heterojen, iş bölümü ve uzmanlaşma  seçeneklerine sahip yerleşimlerdir. Kentsel yaşamın, kent sakinlerine sosyal, kültürel, toplumsal etkinlikler açısından olanaklar sunması, giderek kente özgü özelliklere ağırlık kazandırması, kentlilik bilincinin, kentte yaşamanın zorunlu kıldığı kurallara uygun davranma özellikleri geliştirmesi beklenir”(2)

 

Küreselleşmenin henüz olgunlaşma dönemlerinde özellikle sanayileşme ile birlikte etrafımızı saran yoğun yapılaşmanın, yoğun emek sömürüsünün ve hemen her alanda kullanım değeri yerine, değişim değerinin esas alınır hale gelmesinin ve küçük bir azınlığın beklentileri için kentsel yaşamda dışlanmışlıkların, daralmışlıkların ve yabancılaşmaların olağanlaştırılmak istemesi karşısında kent hakkı kavramını savunan  Henri Lefebvre’nin (3) yaklaşımı bugün de geçerliliğini korumaktadır.            Ona göre,                                                                                                                                                                        

«var olan kentin hakkını değil, gelecekteki bir kentin hakkını talep etmeliyiz»

 

Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile kentte yaşayanların kentsel siyaset içerisinde yerini almaları ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmak üzere örgütlenmeleri gerektiğini savunan Lefebvre, «Kentin sermaye veya mülk sahibi olmayan, mekanların değişim değeri üzerinden para kazanamayan sınıflarının kent üzerinde artık hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştır”, «Kent mekanlarının, ortak alanların, kıyıların, yeşil alanların kullanıcılarının hakları, bu mekanların kapitalist piyasada değişim değeri üzerinden para kazanan sınıfları tarafından sürekli gasp edilmesi….” karşısında sessiz kalınmaması gerektiğinin altını çizmiştir.

 

Mckenzie Wark (4), kentsel gelişimin toplumsal olandan yana dönüşümün koşullarını kendi içinde barındırdığını, bunun için itiraz etmenin yeterli olmadığını ifade etmektedir.


«Gelecekteki daha iyi zamanlar vaadi avucumuzdan kaçıyor. Bu dünyanın sunduğu imkanlar şimdilerde son derece iç karartıcı ve çok sönük…  En iyi haliyle sunduğu şey, parçalanma gösterilerinden ibaret. Seçenekler ya kapitalizm ya barbarlık. Şantajın yönettiği bir çağ bu. Ya aynı şeyleri tekrar edeceğiz ya ahir zamanları göreceğiz.  Daha doğrusu onlar öyle diyorlar. Ama biz kabul etmiyoruz. Şimdi, 21. yüzyıldan nasıl çıkacağımızı planlamanın vakti geldi. Karamsarlar haklı, bu böyle sürüp gitmez.                                                                                                 İyimserler de haklı, başka bir dünya mümkün.  Araçlar elimizin altında.”  

 

 

Bu konuda David Harvey (5) “ Kent hakkı kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ancak bu değişim bireysel beklentinin değil, kollektif bir beklentinin kullanımına dayanır. Çünkü kent hakkı, ortak geleceğimizi belirleme hakkıdır.” derken bu araçları nasıl kullanılabileceğini ve müşterek beklentilerimiz için bir araya gelmenin gerekliliğini ifade eder.

                                                                   

Harvey’e göre “kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir, geri kazanılması gerekir. Demokratikleşmenin, mekanı yeniden üretmenin, kamusal alanları yeniden kazanmanın yolu kent hakkı mücadelesi ile mümkün olacaktır."

 

Margit Mayer ise,(6) “… kentin, kamu çıkarları aleyhine rant aracı haline getirilmesi, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanlarının sınırlandırılması, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara karşı verilen kent hakkı mücadelesinin öncelikle ona ihtiyacı olanlar için sahiplenilmesi gereken bir hak olduğunu…” ifade ederken gerçekte kentsel haklar için verilen mücadelenin dayanması gereken gücün elit bir grup değil, dışlanan, ayrımcılığa tabi tutulan, kentsel imkanlardan yararlanamayan çevreler olduğunu söylemektedir.

 

Şurası son derece açık ki kent sakinleri, var olan kentten memnun değil.  Kentin imkanlarından yeterince veya hiç yararlanamayan kent sakinlerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor.                   Kentler büyüdükçe insanlar daralıyor….

 

KAMU / KAMUSAL ALAN / KAMUSAL ÇIKAR

 

Kent sakinleri neden daralıyor ? 

 

Barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, boş zamanlarını değerlendirme, dinlence haklarından mı  yararlanamıyor ? Temiz çevrede yaşama hakkı mı ihlal ediliyor ? Zaten sözü dinlenmeyen kent sakinleri ortak alanlardan da mı yararlanamaz hale getirildi? Düşünceleri, kimliği, kültürel yaşamı, içine kapanmasına mı neden oluyor ? Geçinemiyor, muhtaçlık halleri, bağımlılık ilişkileri onu daha da mı eziyor ?   Yoksa bütün bunlar yetmiyormuş gibi kamusal alanlarda ve kamusal hizmetlerde bir müşteri olarak görülmesi mi onu fazlasıyla daraltıyor ?


Kamu/toplum, kamusal alan, kamusal/toplumsal çıkar kavramları, kentsel yaşamda topluma ait olan, herkese açık, özel ya da kişisel olmayan, herkes için ele alınması gereken konuları, alanları  ve uygulamaları içermektedir.  

 

Bu alanlar, istisnai haller dışında toplumun serbestçe yararlanma koşullarının sağlandığı, yurttaşlık hak ve sorumluluklarının dışlanmaksızın ve ayrıcalıksız olarak işlevsellik kazanmalarının mümkün olduğu etkinlik konuları, alanları ve uygulamaları olarak ele alınmalıdır.  

 

Bu kavramlarla esas olarak, toplumun ortak ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiği açık bir konudur.           Bu doğrultuda bireyin kendini özgürce ifade edebildiği, kendi ayakları üzerinde kalmasını sağlayacak koşulların sağlandığı, o nedenle kamusallığın, kamu sektörünün ve kamusal hizmetlerin var olduğu düşünülmelidir.   

 

O nedenle bir bütün olarak haklarımız ve özgürlüklerimiz, farklılıklarımızın korunması, geleceğimize güvenle bakabilmemiz, demokratik, kültürel, tarihsel ve doğal değerlerimiz   ve bütün bu toplumsal bağlarımıza yönelik yasal düzenlemeler kamusal çıkarlarımız ile doğrudan ilgilidir.

 

Kamu gücünü temsil eden ve kamu otoritesini kullanma yetkisine sahip olan devlet, bu nedenle tüm yurttaşlarına eşit mesafede ve tarafsız olması gerekir.

 

Ancak kamu demek, devlet demek de değildir.  Kamusallık veya kamuculuk, çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi, bireylerin gelişime ve değişime açık toplumsallaşmasından yanadır.  

 

Ne yazık ki devlet yapısı da, siyasi irade de tekçi, otoriter ve güdümlü bir toplumsallaşma istemektedir. Buna toplumsallaşma değil, toplumu sürüleştirme demek daha doğru olacaktır. Çünkü kamusal olanın içi tamamen boşaltılmış durumdadır.                                              


O nedenle artık kamu, kamusal alanlar ve kamusal çıkarlar değil, tek adam ve onun savunduğu çıkarlar geçerlidir.

 

KAMUSAL OLANIN İÇİ BOŞALTILDI.

 

Küreselleşme ile her alana sirayet eden neoliberal politikalar nedeniyle, ulusüstü şirketler ve sermaye çevreleri yararına  kamusal alanların işlevleri ve kamusal hizmetlerin esas amaçlarının içi boşaltılarak tasfiye edilmiştir. Hatta bu konuda pervasızlık o dereceye varmıştır ki,  ormanların, akarsuların, madenlerin  özel çevrelere tahsis gerekçesi olarak kamu çıkarı gösterilmektedir.

 

Kamusal mekânların ve kamusal hizmetlerin ticarileşmesi, tüketimin teşvik edilmesi, ancak  parası olanların yararlanabileceği kamusal düzenlemeler ile kamusal alanların işgali,                                         kıyıların, ormanların, madenlerin, su kaynaklarının özelleştirilmesi,                                                   sermaye sahiplerinin kar beklentilerine göre yatırımlar yapılması,                                                              ve paraya dönüşebilecek her alanın ve her konunun piyasalaştırılmak istenmesi;                                        hak ve özgürlük alanlarımızın daha da daralmasına, sınırlandırılmasına ve devletin her koşulda sermaye çevrelerinin çıkarlarını korur hale gelmesine neden oldu.

Bu durum devlet politikası halini aldı ve kamu kurumları buna göre yapılandırıldı. Bütün bu süreç kayıtsız şartsız sürdürülmesi, idari, yargısal, toplumsal herhangi bir engelle karşılaşılmaması amacıyla tek adam rejimine geçildi. Toplumsal rıza konusunda da  Türkçülük/Dincilik ittifakına bel bağlandı. 

 

Aynı şekilde yerel yönetimler de bu durum nedeniyle yapısal değişikliğe uğradı. Ancak tek adam yönetimi konusunda, toplumsal rızanın sağlanamadığı bu alanda kendini gösterdi. Cumhur ittifakı seçimleri kaybetti. Şimdi çoğunluk yerel yönetimler tek adam yönetime karşı ama stratejik alanlardaki kararlar, planlama, tahsis, ihale yetkileri merkezi yönetime aktarılarak içi daha da boşaltılmak isteniyor.

 

Hiç kuşku yok ki, devlet, doğrudan üretim, bölüşüm ve siyasal alana müdahale tekeline sahiptir. Devlet yapısının ve işleyişinin bir parçası olarak yerel yönetimler de bu müdahale alanı içinde yer almaktadır. Yerel yönetimlerin yapısal düzenlemelerinin, kullandığı yetkilerin içeriği ve sınırlarını belirleme tekeli merkezi yönetim aracılığı ile gerçekleştirilmektedir.   

 

Dolayısıyla ne merkezi, ne de yerel yönetimlerin sınıflar üstü, toplumsal ayrışmalar ve çatışmaların üzerinde tarafsız bir konuma sahip olduğunu savunmak mümkün değildir.

 

Zira, yerel yönetimlerin alt yapı, ulaşım, mekan örgütlenmesi, genel sağlık, değişim ve tüketimin sürdürülmesi gibi düzenlemelerinin ticarileştirilmesi, mal ve hizmetlerin  kullanım değeri yerine değişim değeri esas alındığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak özel mülkiyete konu olmayan kamusal alanlar birer rant konusu haline getirilmektedir. Özel mülke konu alanlar ise planlama ilkelerine aykırı olarak ranttan daha fazla pay edinilmesine imkan tanınmaktadır. Böylece mülk sahipliği ile rant düşkünlüğü özdeş hale getirilmiştir. Ortak alanların ve kamusal hizmetlerin özel çevrelere tahsisi ve söz konusu tahsis ve ihalelerle kayırmanın, taraflara menfaat sağlamanın yerleşik hale geldiği artık sır değildir. Benzeri çıkar ilişkileri gibi sayılabilecek pek çok nedene dayalı olarak, hem merkezi yönetimler hem de yerel yönetimler, artık özel menfaat çevrelerinin sermaye birikim ve pazar edinme alanları haline getirilmiştir. 

 


Öngörüsüzlük, plansızlık, donanımsızlık ve tedbirsizlik sonucu yaşanan, iklim krizinin etkisiyle daha da katlanan sel, taşkın, orman yangını felaketlerinin de bu çıkar çevreleri için ayrı bir nemalanma aracı olarak kullanılmak istenmesi de artık tek ölçütün kamu kaynaklarına bütünüyle çökme operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığımızı ortaya koymaktadır.  

 

Bütün bu yapılanma modelleri ve uygulamalar insan hakları hukukuna, uluslararası insan hakları bildirge ve sözleşmelerine, anayasal  ve yasal düzenlemelere aykırıdır. 

 

Anayasada yer alan kişisel, sosyal, ekonomik, siyasal haklar küçük bir azınlığın ulaşabildiği ve keyfi bir şekilde kullanılan göstermelik haklar halini almıştır. 

 

Toplumun çok büyük bir çoğunluğu maddi desteğe muhtaç ve son derece kısıtlı koşullarda yaşamalarına neden olan bu model nedeniyle, yurttaşlar haklarından ya yeterince, ya da hiç yararlanamamaktadır.

 

Bu fiili durumdan nemalanmak üzere üretilen politikalarda yer alan yönetime katılma düzenlemeleri /kent konseyi – çeşitli STK ve meslek odaları ile yürütülen istişareler/ ise, tıpkı diğer haklarımız gibi göstermelik ve iktidarın işine geldiği ölçüde dikkate alınan ayrıntılardır. Öyle ki anayasal haklar olan dilekçe hakkı, bilgi edinme hakkı, ÇED toplantıları, yargısal süreçler idarenin keyfiyetine göre işlem gören düzenlemeler haline almıştır. 

 

Bu olumsuz tablodan siyasi irade sorumludur elbette. Ancak merkezi veya yerel yönetim kurumlarının toplumu zapt- u rap  altında tutmak isteyen bu zora dayalı düzenlemelerin ve uygulamaların parçaları oldukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.


Bütün insani değerleri ezen, varlığını kendi dışındakilerinin haklarını yok sayarak sürdürmek isteyen iktidar anlayışının haklarımızı gasp ettiğini, kente ve yurttaşlara karşı suç işlendiğini, merkezi ve yerel yönetimlerin kamusal yükümlülüklerini yerine getirebilme özelliklerinin kalmadığı artık ayan beyan ortadadır.    

 

İŞKENCESİZ BİR HAYAT MÜMKÜN

 

Kabul edilmelidir ki bu haliyle toplum sistematik bir işkence altında yaşamaktadır.     


Bu yapı ve işleyiş, kent sakinlerinin büyük bir çoğunluğunun hemen her anında, irili ufaklı iktidarlarca onların yaşam biçimlerine müdahale edilmesine de neden olmaktadır. Muhtaçlıkları, geleceksizlikleri, daraltılmışlıkları içinde hemen herkes kaygılı, mutsuz ve güvensiz koşullarda yaşamlarını sürdürmeye zorlanmaktadır.  


Bütün kadınların her an sözlü veya fiili bir saldırı altında, erkek egemen çevresinin şiddet ve ölüm tehdidini göze alarak yaşıyor olmaları;     

 

Bütün çocukların, gençlerin  korku ve biat ortamlarına mahkum edilmeleri, ucuz işgücü ürünleri olarak yetiştirilmeleri; 

 

                                                              Bütün çalışanların, emeklilerin, iş arayanların yaşamlarına ilişkin kayda değer söz hakkına sahip olamamaları, buyurganlık ve sürekli yasak ve cezalandırılma tehdidi altında yaşarlarken iktidar çevrelerinin her türlü keyfiyetinin cezasızlıkla ödüllendirilmeleri de ortaya koymaktadır ki;  toplumsal olarak düşüncelerimizi açıklama ve örgütlenme özgürlüklerinden mahrum ve siyasi iradeye güdümlü bir hayata bağımlı kılınmak isteniyoruz.  

 

Seller, orman yangınları, kuruyan göller, iklim krizi karşısındaki öngörüsüzlükler de göstermektedir ki  bilimsel yaklaşımlar, planlama anlayışları iktidar için uyulması gereken kılavuzlar değildir. Savaş tacirliği, göçmen, mülteci pazarlıkları ve emperyalizmin beklentileri arasında gidip gelmeler, ekonomik ve siyasi tercilerde toplumun ihtiyaçlarına aldırış edilmedi son derece açıktır.                                                                                     

Bu koşullar, emeği ile geçinenlerin, dar ve sabit gelirlilerin değil, ama şirketlerin, iktidar çevrelerinin işine gelen bir hayat halini almıştır.                                                                                                               

Bütün ortak alanlarımıza ve değerlerlerimize yönelik işgal ve dışlanmışlık halleri  hak mücadelesinin ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.       


Toplum ve toplumsal hayat zaruret haline düşürülmüş durumdadır. Bir araya gelmeye, temas içinde olmaya, tartışmaya ve sorunlarımıza yönelik çözümler geliştirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. İçine sıkıştırıldığı krizi aşmak zorundadır. Mafya ilişkilerinin, her türlü çarpma, çırpma, suçu ve suçluyu gizleme senaryolarının sonu gelmemektedir. İktidarın hayata dair söyleyebileceği kabul edilebilir bir argümanı kalmamıştır. O nedenle dini referanslarla, dinsel figürleri öne çıkarmaktadır.
 

Dini siyasallaştırarak, ırk ve köken üzerinden toplumu kendi içinde ayrıştırarak taraftar edinmek isteyen iktidar anlayışı, bu koşulları acımasız bir sömürü ve talan düzeninin zenginleşme aracı haline getirmiştir.

 

O nedenle “var olan kentin/iktidarın/ tekçi çıkar çevrelerinin hakkını değil, geleceğimizin kentini /ortak çıkarlarımızı/ çoğulcu toplumsal olandan yana haklarımızı talep etmek üzere, hiç bir bahane üretmeden bir araya gelmekten kendimizi alıkoymamalıyız.  

 

 

(1)     Lewis Mumford, (1961) “Tarih Boyunca Kent” Ayrıntı Yayınları, Çev: Gürol Koca, Tamer Tosun

(2)     Louis Wirth’ün 1938 yılında yayımlanan ‘Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentleşme’ makalesi 

(3)     Henri Lefebvre (1967), “Şehir Hakkı” Sel Yayınları, Çev. Işık Ergüden

(4)     McKenzie Wark (2011) “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var” Sel Yayınları, Çev.Arda Çiltepe

(5)     David Harvey (2012) “Sermayenin Mekanları” Sel Yayınları, Çev.Başak Kıcır,Deniz Koç,Kıvanç Tanrıyar,Seda Yüksel

(6)     Margit Mayer(2014) “Kar İçin Değil Halk İçin Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı” Sel Yayınları, Çev.Kübra Kelebekoğlu

15 Ağustos 2021 Pazar

VUR ABALIYA, DEVAM ETSİN Mİ?

 Dünyada  60 milyondan fazla insanın mülteci statüsü olmayan mülteci durumunda olduğu belirtiliyor.

6 Ağustos 2021 Cuma

ORMAN YANGININ HUKUKİ SORUMLUSU İDARE; SİYASİ SORUMLUSU CUMHURBAŞKANIDIR

Cumhurbaşkanının yangın alanı içinde kalan yerleşimler konusunda sorumluluğu Büyükşehir Belediyelerine yüklemek istemesinin hedef şaşırtmaya yönelik siyasi bir manevradan başka bir anlamı yok.


Zira, merkezi yönetimin, imar barışı adı altında hazine arazilerinde dahi kaçak yapılaşmayı ödüllendirip teşvik etmiş olması; 

orman veya sulak alan gibi alanların vasıflarının kaybolmasına neden olan süreçte idarenin etkin önlem almadığı gibi kolaylıkla gözden çıkarması, 

plansız, programsız çok sayıda maden ocağı, taş ocağı, HES ve benzeri ruhsatları Orman sahalarında verilmesinde sakınca görmemesi; 

son olarak Turizm Teşvik Yasası kapsamında orman sınırları içinde Anayasal düzenlemeye karşı olarak  turizm alanı ilanı ve tesislerinin kurulmasının cumhurbaşkanı onayı ile Turizm Bakanlığına bırakılmış olması, bu alanların yaygın kullanımları sonucunda daha yaygın tahribatlar ve beraberinde getirdiği daha yaygın risklerle orman yangınlarının çıkmasına zemin hazırladığı bilinen gerçekliklerimizdir. 


Kaldı ki orman yangınların bu denli etkili ve günlerce sürmesinin esas nedeni olarak gösterilen öngörüsüzlük, donanımsızlık, tedbirsizlik, koordinasyon eksikliği ve yeterli sayıda uçak yoksunluğunun yegane sorumlusu merkezi yönetimdir. 

Anayasa 169. Madde gereği idarenin/merkezi yönetimin 1.derecedeki sorumluluğu tartışmasızdır.  


İçişleri Bakanlığı’nca “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan edilen Manavgat’ta yaraların sarılması için başlatılan koordinasyon çalışmalarında Büyükşehir Belediyesinin ve Manavgat Belediyesinin dışlanması, alakasız bir şekilde Kepez Belediyesi Başkanı Hakan Tütüncü’ nün görevlendirilmesi de idarenin sorumluluğunu ağırlaştırıcı bir etken olmuştur.  


İdarenin tam bir dayanışma ve kesintisiz koordinasyon içinde davranılmasının kaçınılmaz olduğu koşullarda partizanca davranması ve görevinin gereğini yerine getirmemesi birlikte düşünüldüğünde ağır hizmet kusurunun gerçekleştiğinde tereddüt bulunmamaktadır.

Yangın alanlarına ilişkin olarak ilgili Bakanlar “Cumhurbaşkanı talimatı ile” hareket ettikleri, görüş oluşturduklarına ilişkin açıklamalarda bulunmuşlardır. Görev tanımları yasalarla ortaya konulmuş idarenin yetkililerinin söz konusu açıklamaları hukuki ve cezai sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır.  

İdare genellik ve eşitlik ilkesi çerçevesinde davranmalıdır. Yangının öngörülebilir, mevsimsel olarak alınacak tedbirlerle en az zararla engellenebilir olması, bilgi, birikim ve toplumun bu alandaki dinamiklerinin zamanında ve gereği gibi seferber edilmemesi sonucunda son derece ciddi maddi ve manevi zararlara neden olunmuştur.

İdarenin açıklamaları ve uygulamaları yaşanan gelişmeleri siyasi ve ekonomik bir olgu olarak ve kendi lehine durum yaratacak basit bir alış veriş olarak ortaya koyması insan yaşamına ve eko sisteme verilen değerin göstergesi olmuştur.  


Büyükbaş, küçükbaş, beyaz ettir, verilir parası yaklaşımlarını takiben orman yangını sonucu ölen insanların, kullanılamaz hale gelen mekanların, neden olunan zararların tamamen karşılanmak istenmemesi siyasi ve hukuki sorumluluğun gereğinin yerine getirilmediğini ortaya koymaktadır.  


Yangın yerlerinde yok olan değerlere, yaşam bağlarına, anılarına, gelecek tahayyüllerine, bu yerleşimlerdeki sakinlerin görüşlerine önem verilmediği ise son derece açıktır.

O nedenle TOKİ denilen ve bir tüccar zihniyeti içinde hareket eden kurum yangının ilk günlerinden itibaren tek taraflı olarak sürüme soktuğu projelerini kabul ettirmek istemektedir. Yıkım, enkaz, nakliye, inşaat vs kalemler üzerinden yangın mağdurlarına külfet yükleyen tutanaklara imza toplamaya çalışanlar, tek taraflı tutulan ve muhtarlara imzalattırılan belgeler ile yörenin mağdur  insanlarını şaşkınlık içinde bırakmaya devam etmektedirler.  


Manavgat ve çevresindeki edinilen izlenim, idarenin neden olduğu zararlardan kamu otoritesinden kullanarak, yangın mağdurlarının ortada kalmış hallerinden aşırı yararlanarak ve bu felaket hallerinden de kendi çevreleri lehine sonuçlar çıkarma gayreti içinde olmalarıdır.  Zira yangın mağdurlarının yanıltıldığı ve hak edilmeyen külfetlere maruz bırakılmak istendiği yakınmaları son derece yaygındır. 


Şeffaf, açık ve katılımcı bir tartışma ortamı olmaksızın yürütülen, kimin neye göre hangi kriterler esas alınarak hukuki bir ilişki tesis edildiği, sorunun bir pazarlık ve dayatma içinde götürülmemesi gerektiği  son derece açıktır. Bu konuda alınan kararların, kime ne imzalatıldığının kamuoyu ile paylaşılmaması yangın mağdurlarının hak ve hukukuna zarar verici niteliktedir.  


Günlerce süren yangının, kamusal otoritenin zaafiyeti, tedbirsizliği ve kabul edilemez donanım yetersizliği sonucu, göz göre göre gerçekleştiği ortada iken, evleri kül olan, zarar gören insanlara külfet yüklemenin, kredi borçlanması içine çekmenin hukuki ve vicdani bir karşılığı bulunmamaktadır.  
Bu insanlara ne tür bir kusur veya ihmal yükleyeceksiniz ki idarenin neden olduğu zararların üstüne bankalara borçlanmaya zorlanmaktadırlar.
Kaldı ki ortada doğal bir felaket değil, idarenin ağır hizmet kusuru olduğu konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.  


Anayasal ve yasal sorumluluğunu yerine getirmeyen İdare/İlgili bakanlıklar ve Cumhurbaşkanı hukuki ve siyasi sorumluluktan kaçınmamalıdır.  


Kamusal görevlerinin gereği olarak yükümlülüklerini yerine getirerek mağduriyetlerin tamamını, canlı cansız neden olunan zararlar karşılanmalı, zarar gören yapılar yenilenerek eski haline getirmelidir.  Ancak bu aşamadan sonra, varsa rücu koşulları (zarara neden olduğu tespit edilen başka sorumlulular) göz önüne alınmalıdır. 

 

Aksi durum siyasetin, kamu kaynaklarının ve kamusal hizmetlerin bir kez daha iktidar çevresinin zenginleşme aracı olarak kullanıldığının yeni bir örneği yaşanmış olacaktır.  


 


1 Ağustos 2021 Pazar

Şimdi Birlikte Olma Zamanı

Temmuz ayının başında Cumhurbaşkanı, AKP İl Başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada

1 Temmuz 2021 Perşembe

Burdur Kent Meydanı

Burdur Belediyesi kent meydanı düzenlemesi yapıyor.  Cumhuriyet Meydanındaki Belediye Binasının yıkımına  karar verildiği,

-
Bültenimize Katılın