Bütün resmi kurumların ve bürokratların adeta
“padişahım
sen çok yaşa” düsturu ile adım attığı
ve açıklamalar yaptığı “tek adam
yönetimi”
kısa bir süre içinde içler acısı hale geldi.
İdare, yargı ve yasama çoğunluğu
saraydan gelen işarete göre
hareket ederken,
istişare ve tavsiye için oluşturulan
göstermelik kurullarda
yer alanların,
onur ve saygınlıklarının hiçe sayılmasına
rıza gösterdiklerine
şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.
Oysa günümüz koşullarında
her toplumsal sistemde
iktidar-muhalefet,
merkezi yönetim-yerel yönetim, bütün kamusal kurumların esas
olarak toplumun iyilik halleri için var oldukları kabul edilir. Tek tek her
yurttaşının güvenli ve sağlıklı koşullarda yaşamlarını sürdürmeleri, gelecek
güvencelerini sağlamaları, onların öncelikli amaçları arasında olduğu söylenir.
Siyaset
unsurları bu amaçla politika üretmekle mükellef olduklarının altı çizilir.
Böylece
toplum, kendisini temsil hakkına sahip olanlara bu amaçla rıza gösterecektir.
O
nedenle bu rızanın, iktidar çevrelerinin zaafiyetleri, kendi aralarındaki
çekişmeler nedeniyle kötüye kullanılmaması gerektiği son derece açıktır.
Hele
hele hayati tehlikelerin baş gösterdiği salgın hastalık gibi ayrıcalıksız
herkesin hedef olduğu, korunma yöntemlerinin herkes için uygulanmasının
kaçınılmaz olduğu olağanüstü koşullarda yaşanan bu yönetim krizleri, bilim dışı
uygulamalar ve keyfi kararlar pek çok insanı canına kast etmekle kalmayacak,
toplumu bir arada tutmanın koşullarını da ortadan kaldıracak nitelikte olduğuna
göre, yanlış karar verenler sorumluluğu üstlenmelidirler.
Gelin görün ki, bu hafta sonu sokağa çıkma yasağı etrafında
yaşananlarla, tek adam yönetiminin bu tanımlamalara uygun olmayan iç yüzü iyice
açığa çıkmış oldu.
Bugünlerin gündemi olan pandemi için oluşturulan Bilim Kurulunun
salgın hastalığın yayılımının önlenmesi, karantina koşulları vs. konularda aldığı
kararlar açıklanmıyor.
Cumhurbaşkanın bilim kurulunun hangi kararlarına neden
uymadığı bilinmiyor. Bilim kurulunda yer alan bilim insanlarının konuşmaması,
kuruldan ayrılmaması için maddi ve manevi baskı altında tutulduğu düşüncesi
giderek yaygınlaşıyor.
Bu koşullarda açıklanan büyükşehir belediye yönetimi olan
iller ve Zonguldak’ta hafta sonu sokağa çıkma yasağının cumhurbaşkanı talimatı
ile uygulamaya konulduğu İç işleri Bakanı tarafından ifade edildi. Cumhurbaşkanlığınca
bu kararın bilim kurulu tavsiyesi ile alındığı belirtildi.
Çok çeşitli
çevrelerden hatta bilim kurulundan bile itirazlar yükselmesi üzerine İç işleri
bakanı önce öngörüsüz davrandığını kabul ederek sorumluluğu üstlendi ve istifasını
açıkladı.
Bu istifanın iki anlamı olabilirdi, ya cumhurbaşkanını
yıpratmamak veya ona meydan okumak. Her iki durumu da destekleyen emareler var.
Ama şurası açık ki iktidar yanlısı kamuoyunda İç işleri bakanını güçlü bir
sahiplenme yaşandı. Cumhurbaşkanı istifayı geri çevirdi. Böylece Soylu daha da
güçlü bir şekilde yerini sağlamlaştırmış oldu.
Kendi kamuoyu önünde esas yıpranan, önce ortada bıraktığı ve
istifa etmesine neden olduğu Süleyman Soylu destekçilerinin baskısı ile istifasını
geri çevirmek zorunda kalan Cumhurbaşkanı oldu.
Bu gelişme, tek derdi kapital düzenini ayakta tutarak bundan
nemalanmak isteyen siyasal İslamcı tek adam yönetim anlayışının toplum yararına
hareket etmesinin mümkün olamayacağını ortaya koydu. Zira on binlerce insanın sağlığının riske atıldığı vahim bir karar
sonucu, siyasi etik bir kez daha ayaklar altına alınırken, tercih edilen tutum siyasi
mevzilerde gedik açılmamasıydı.
Kendi dışındaki çevrelere yasakçı ve ceberrut
yaklaşımlarında sınır tanımayan, toplumun büyük bir çoğunluğunu açlık sınırı
altında yaşamaya zorlayan, pandemi günlerinde dahi, yurttaşlarını içinde bıraktığı
ölümcül koşulları dert etmeyen bu yaklaşım, kendi iktidarının sürekliliği adına
her yolu mübah gördüğüne hiçbir kuşku bulunmuyor.
Ekonomik ve siyasi
kriz ile toplumu yönetememe hallerinin derinleştiği bu sürecin diyanet
fetvalarıyla, imam hatip ajitasyonlarıyla geçiştirilmesinin mümkün olamayacağı
son derece açık.
Pandemi önlemlerinin uygulanmasında kendinden menkul
kararlarla ortaya çıktığı gibi merkezi yönetim kendisine muhalif yerel
yönetimleri de devre dışı bırakmak istemektedir.
Bağış toplanmasından maske
dağıtımına kadar her konuda yaşanan ikilik, merkezi yönetiminin tekçi ve anti-demokratik
yönetim tarzının bir sonucudur.
Yerel yönetimlerin aş evlerinin hesaplarına kadar bloke
konularak, bağış yapılmasının engellenmek istenmesi de, merkezi yönetimin
maksatlı hareket ettiğinin açık göstergeleridir.
Merkezi yönetiminin kayıtsız şartsız kendisine tabi olunmasını
arzu eden anlayışı hayra alamet değildir. Zira yansıtmak istediğinin aksine her
derde deva, her soruna çözüm geliştirme kapasitesinin olmadığı her geçen gün
eriyen kendi tabanınca da bilinmektedir. Kasaba kurnazlığını aşmayan dil
cambazlığı ile kamuya ait malı mülkü har vurup harman savurmaktan öte mahareti
olmayan bu siyaset anlayışının, denizi tükettikçe, kamu otoritesine daha sıkı
sarıldığı, yasaklar ve kısıtlamalarla, bütün bir toplumun daha da yoksullaşması
pahasına artırılan vergiler ve cezalarla ayakta kalmaya çalıştığı kimsenin
sırrı değildir.
O nedenle beslenme kaynağı olarak kullandığı yerel
yönetimleri şimdilerde devlet içinde devlet olmakla suçlaması, bağış ve gelir
kanallarını kapatması, pek çok yetkisini merkeze taşıması boşuna değildir. Sit
alanlarının bile yapılaşmaya açacak, maden aramalarına imkan sağlayacak yetkilerle
merkezi yönetime hareket alanı açmak doymak bilmez bir iktidar açlığının
tezahürleridir.
Sorun şudur ki bu denli fütursuzluğunun esas kaynağı
toplumcu ve kamucu muhalefetin örgütsüz olmasıdır. Bu olağanüstü günlerde yaşanan sosyal, siyasi
ve ekonomik eşitsizliklerin, ayırımcı uygulamaların esas nedeninin tek adam
yönetiminin korumak istediği eşitsizlik ve ayrımcılık üreten küresel sermaye
düzenine olan bağımlılığımızdan kaynaklandığı konusunda tereddüt
bulunmamaktadır.
O nedenle toplumun çok geniş bir kesimini teşkil eden dar ve
sabit gelirlilere, işsizlere, dezavantajlı gruplara ve işinden gücünden edilen
çalışanlara yönelik önlemler, ölümü gösterip sıtmaya razı edecek derecede
arkadan gelen, yetersiz, belirsiz nitelikler taşıyor. Hatta kısa çalışma
ödeneği ile yasada tanınan hakları bile geriye çeken, ücretsiz izinin önü açan
ve günlük 38,00 TL ile aile geçiminin mümkün olabileceği varsayımına
dayanmaktadır.
Bu dönem, toplumcu inisiyatiflere ve yerel yönetimlere
fazlasıyla sorumluluklar yüklemektedir. İş yerleri, sokaklar, mahalleler ve
emek dünyasının buluştuğu her yer dayanışma ve işbirliğinin örüldüğü yerler
olmalıdır. Şurası açık ki yerel yönetimlerin de kendi imkanlarını harekete
geçirmesi, bu olağanüstü günlerde kaynaklarını toplum sağlığının ve yaşama
haklarının korunmasına yönelik seferber etmesinden daha olağan bir politika
olamaz.
Şimdi bu ihtiyaç hayati olduğu kadar son derece acildir.
Yerel yönetimlerinin kendi kendilerine ihtiyaç tespitleri ile yetinip iyi
niyetle hayata geçirmek istedikleri etkinlikler ile yetinmek yeterli
olmayacaktır.
İhtiyaçların yerinde tespitine, tespitin bizzat yerelde
yaşayanlarca yapılmasına ihtiyaç vardır.
Kimin kapısı çalınmalı, kime nasıl destek olmalı, nasıl
yapmalı sorularına verilecek cevaplar işyerimizde, apartmanımızda, sokağımızda,
mahallemizde en iyi bizler, orada, yerinde yaşayanlar bilir.
Sivil inisiyatiflerin siyasi
düşünce farklılığı gözetmeksizin, her alanda ve her koşulda dayanışma ve
işbirliği ağlarını örerek, bütün kamusal imkanların toplumsal çıkarlarımız için
seferber edilmelerini sağlamak üzere harekete geçmeleri öncelikli
sorumluluğumuz olmalıdır.
Yanlışa, ayrımcılığa, faydacı anlayışlara yol vermemek,
hayatı savunmak için.
Hiç yorum yok:
Yaz yorum