Geçici veya kalıcı olarak yerleştiğimiz yaşam alanlarımızın her biri adeta sorun yumakları
halinde. Hemen her türlü ilişkimiz düğümlenmiş durumda ve sorunları çözmek yerine ertelemekten veya yok saymaktan başka çıkış yolu bulunamıyor. İstisnasız herkes mevcut toplumsal yapıdan ve uygulamalardan yakınıyor. Ama yine de herkes çıkış yolunun bulunması için kendi dışındaki çevrelerden çare bekliyor.Bir insanın veya kurumun başkalarından çare bekler durumda bırakılmasına neden olmak sanırım onlara yapılabilecek en büyük kötülük. Doğrudan kendimiz ile ilgili konularda bile düşüncemiz sorulmuyor, hemen her konuda başkaları bizim adımıza karar alıyor. Üstelik, hem bütün olup biten her şeyin bizlerin yararı için olduğu söyleniyor, hem de sırası gelince kısılmak istenen hatta yok edilmek istenen bir hedef haline getiriliyoruz. Bir yönetim ve paylaşım sorunu yaşadığımızı görmemek mümkün değil.
Bu durumu yalnızca temsiliyete dayalı bir yönetim şeklinin sonucu olarak göstermek de düşünülemez, her konuda aynı ada milyonlarca insanın görüşüne başvurmak ve böylece bir tavır geliştirmek imkansız. Ama, tek tek bütün insanların kendilerine değer verildiğini hissettiği, kendi düşüncelerinin de önemsendiği, kendisi ile ilgili konularda karar süreçlerine katıldığı bir toplumsal yapı, diğer deyişle demokratik ilişkiler de imkansız değil.
Ancak bu özleme engel olan hem merkezi hem yerel yönetimler düzeyinde gözle görülür birkaç neden var. Toplum genel olarak örgütsüz. Özellikle mevcut sorunların mağdurları kurtarıcı bekliyor. Örgütlü olanlar ise ya güçsüz ya da teslimiyet sınırında yürüyorlar. Kararlar ‘’tepede’’ alınıyor ve ‘’hiyerarşik’’ bir yöntemle uygulanıyor ve bu uygulamanın sürdürülmesinden çıkarı olanlar gerekirse zor dahil her yola başvuruyorlar. Yasalarımız, yasaklar manzumesinden ibaret. Kamusal alanlarımız giderek daralıyor ve özelleştiriliyor. Bireysel yarar toplumsal yararın üstünde tutuluyor. Birey olarak (bu arada ülke olarak da) ‘’yardımsız’’ ayakta duramayacağımızı düşünüyoruz. ‘’Ayrıcalıklara’’ , yönetenlere yakın olmak, hiç olmazsa onlara aykırı düşmemek önemli bir meziyet sayılıyor.
Kendine bu oyun içinde bir rol edinmek isteyenlerimiz kadar, bu yaşam biçiminden rahatsız olanlarımız da var.
Biliyoruz ki, hepimiz için yaşam, ‘’yerel olandan’’ başlıyor. Konutumuz, mahallemiz, bölgemiz, belediyemiz ve kentimiz… Yerel olan ile ne kadar ilgiliysek, merkezi yönetimlerle de o kadar ilgiliyiz demektir. Yaşamımıza ne kadar sahip çıkarsak o kadar yöneticileri boş bırakmamış olacağız. Her bir kişinin yaşantısı, hiçbir yöneticinin yeteneğine, performansına bağlı kalmayacak kadar değerli. Her birimiz birer dünyayız. Hiçbir yöneticiye kendi dünyamızı bize dar etmesi, kendi bildiğini okuması için yetki vermiyoruz.
Ama böyle devam ederse; yaşadığımız alanların ‘’getirisi’’ oranında her birimizden hava parası da istemeye başlayacaklar.
En temel ihtiyaç maddemiz “su”yun nasıl ticarileştirildiğini hep birlikte yaşadık…
Diğer taraftan oksijen depolarımız, yeşil alanlarımız, yüzlerce canlının yaşadığı kolaylıkla yapılaşmaya açılabildiği gibi taş ocakları, mermer ocaklarıyla gözden çıkarılabiliyor…
‘’Hava ve Su’’, olmazsa olmaz. Yaşayamazlar diye düşünmüyorlar. Düşünmedikleri gibi yetinmiyorlar da.
İşte size yerelden merkeze birkaç örnek. Sorun yerelden başlıyor. Yerel ne kadar boş bırakılırsa, merkez daha da fütursuz oluyor. Ülkesini ‘’muhtaç’’ haline getirmiş yöneticilere muhtaç olmadığımızı göstermek için ‘’ Yereli’’ boş bırakmayalım. Yaşam alanlarımıza, ormanlarımıza ve suyumuza sahip çıkalım. Sahip çıkalım ki kimse bu kenti de, bu ülkeyi de kendi mülkü gibi görmesin.