Önü alınamayan ekonomik kriz, hayat pahalılığı,
işsizlik,
güvencesizlik, dışlanmışlık ve sınır tanımayan
hukuksuzluklarla tek adam
yönetiminin tahammülsüz ve
baskıcı yüzü iyice açığa çıkmış durumda.
Artık kimse iktidarın yoldan çıktığına kuşku duymuyor. Aynı siyasi figürler bu kez
devlet operasyonlarıyla toplumu yeni bir yolda hizalamak üzere elinden geleni
artlarına koymuyorlar.
Pandemi koşulları siyasi iradenin, alın terine,
bilime ve akla uygun olan ile yandaş ve
çıkar çevrelerinin işine gelen arasındaki tercihlerinde önceliğinin kimden yana
olduğunu daha yakından görmemizi sağladı.
Kapitalizmin neden olduğu kriz koşullarının
aşılması uğruna devlet katının en hak hukuk tanımaz, en anti
demokratik, en cinsiyetçi, en ilkel
milli ve dini duygularına yaslanarak, bütün bir toplumu teslim almak istemesi, çok geniş bir alanda infial
yaratıyor. Zira İstanbul sözleşmesi, cinsel istismar davası faillerine af
çıkarma söylemi gündemden düşmüyor. İmam hatip ve Diyanet kültürünün topluma
şırıngalamasının kendilerini sağlama alacağı yanılgısı içinde eğitimden
sağlığa, ticaretten siyasete kadar iktidar kanadının başvurduğu dinsel
referanslar özellikle genç kuşaklarda ters teptikçe daha da
hırçınlaşıyorlar.
AKP iktidarı,
yoksunluk ve dayatmacı uygulamalara karşı oluşan tepkileri bastırmanın yolu
olarak kadimden beri bilinen yöntemlerden vazgeçemiyor; yasak, yalan,
manipülasyon ve zor kullanarak varlığını sürdürmekten başka çare üretemiyor. Bu
durum toplumu yönetemez hale geldiğini ortaya koyuyor.
O nedenle kısa bir süre önce bekçiler için
getirilen yeni düzenlemelerle verilen mesaj gibi “şefkatli devlet baba”
söylemi artık “gece gündüz peşinizdeyim”
uygulamalarına dönüşmüş durumda…
Muhalif medyaya sık sık ceza kesmek, gerekirse
kapatmak üzere konuşlandırılan RTÜK…
Toplumun iletişim, bilgilenme, düşüncesini ifade
etme yollarındaki aykırı her sesi, muhalif her duruşu, gazeteci, siyasetçi,
uzman görüş sahibi, kast unsuru denilmeden iddianamelerinin mütemadi suçlama
konuları haline getiren savcılar…
Ayasofya örneğinde olduğu gibi siyasetin
merkezinde koç başı gibi kullanılmak istenen, sıradan hukuk kurallarına bile aldırış etmeden, kendi
çukurlarını kazan kaza, yargının dibe
vuran acınası içtihatlarını yaratan mahkemeler...
emir demiri keser diyen, kapıkulu olmuş bilim
insanları, bürokratlar, siyaset erbabı ile devletimiz zeval görmesin diyebilen
muhalefet, el birliği ile çürüyen, kokan, çöken bu düzende rol kapma
yarışındalar.
İnsan merkezli, toplumcu, doğa ile uyumlu hayat
savunuculuğunu dillerinden düşürmeyen bu iktidar düşkünleri yaşanan bütün
kıyımların, eşitsizliklerin, bu acımasız sömürü düzeninin asli failleri olarak
kayda geçiyorlar…
Son günlerde
toplumcu mizah sembolleri Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in eleştirel düşünce açıklamalarının cumhurbaşkanını ölümle tehdit suç nevisine
bağlanması ile suçlanma konularında sınır tanımayan bir boyuta geçtiğimiz de anlaşılmaktadır.
Yine
iktidar destekçilerinin demokratik
yollarla söz sahibi olamayacağı görülen kurumlar saray darbelerinin
uygulama alanı haline getirilirken, kurulmak istenen düzenin adeta
düzeysizlikleri ve pespayelikleri de resmedilmiş oldu.
Hiç kuşku yok ki Barolar üzerinden başlatılan bu
süreç diğer meslek kuruluşlarında da kendisini göstermekte gecikmeyecektir.
Zira, kamusal nitelikteki uzmanlık kuruluşlarını, meslek örgütlerini
etkisizleştirmek, işlevsizleştirmek isteyen ve kendine bağımlı hale getirmek
isteyen tek adam yönetimi kendince güç gösterisi yaparak yol almak istiyor. Ne
millet meclisi ne meslek mensubu muhatap tanımıyor.
Kim bilmiyor ki bu yolla kamu otoritesine
tanınan yetkiler bile bile kötüye kullanılıyor;
temsilde adalet adı altında kamusallık kavramını piyasalaştırarak,
uzmanlık alanlarının kamu çıkarı esasına göre değil de, kişisel çıkar hesabına
göre yürütülmesi teşvik ediliyor.
Evet kim bilmiyor ki bir geçiş olarak düşünülen
çoklu baro safsatası direnç alanları kırıldığı ve yandaş barolar cazip hale
getirildiği ölçüde faşizm modeli, iktidar şakşakçısı meslek örgütleri,
belediyeler, sendikalar hedefleniyor.
Hepimiz farkındayız, hep birlikte yaşıyoruz.
Tehditler ve dayatmalarla sürdürülen yalanlar, soygunlar, usulsüzlükler,
troller, her türlü kirli ilişkiler bir bir ortaya dökülüyor, daha da dökülecek.
Toplumsal dayanışma ve itirazlar ne kadar güçlü
ve kararlı olursa o kadar daha kısa sürede çözülecekler. Kendi çıkar
çatışmalarıyla hukuksuzlukları da gün yüzüne çıkmaya devam edecek.
İşte Sayıştay belgeleriyle ortaya çıkan kamu
zararından sonra şimdi de Antalya Valiliği ile Büyükşehir Belediyesi arasında
düzenlenen Konyaaltı sahillerinin ticarileştirilerek büfelere tahsisini
sağlayan protokolün Mahkemece iptal edildiğine ilişkin karar...
Boğaçayı projesi ile yürütülen milyonlardan
geriye kalan balçık, koku ve erozyona uğramaya devam eden Konyaaltı sahilinde
baş gösteren büfe ve otel işletmecileri arasındaki çıkar çatışması, Mahkemenin
kamunun hakkını teslim etmesiyle sonuçlandı. Kıyı yasasını ve Anayasayı
uygulama cesareti göstererek ortaya konulan haksız hukuksuz uygulamalar, siyasi
iradenin anlayışını bir kez daha ortaya koymuştur.
Hiç kuşku yok ki tek adam yönetimi, yerel veya
merkezi düzeyde, toplumsal hayatımızın her alanında kendisine bağımlı kurum ve
kuruluşlarla, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını ve beklentilerini esas alan militarist
bir devlet modelini ayakta tutmak istiyor.
Ama emeği ile
geçinenlerin haklarının, kamusal çıkarlarımızın, tarihsel, kültürel, doğal
değerlerimizin korunduğu, demokratik iradenin kendisini ifade edeceği,
özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu kayyumsuz
bir hayatın bu modele sığmayacağı çok açık.
Onun için itiraz
etmek, dayanışma içinde olmak, birlikte hareket etmek en doğal hakkımız.
Bu
hakkımızdan da vazgeçmeyiz.
Hiç yorum yok:
Yaz yorum