26 Ağustos 2017 Cumartesi

İnsanileştiremediğimiz Koşullar …

Anayasa referandumundan sonra beklenen uyum yasaları KHK lerle düzenlenmeye devam ediliyor..

Siyasi iradenin öngördüğü devlet yapısı ve yönetim anlayışı her KHK ile parça parça ilan ediliyor.

Son olarak Milletvekili hakkında açılacak soruşturmalarda TBMM devreden çıkarıldı. Herhangi bir milletvekili hakkında herhangi bir bahane ile suç üstü hükümleri bile uygulanabilir ve sarf ettiği bir sözden dolayı derhal derdest edilebilir...

MİT'in CB'na bağlanmış olmasının ilanı ise bir nevi malumun resmileştirilmesi anlamını içeriyor....
Böylece tek adamın tek bir işareti, tek bir sözü ve tek bir bakışı ile devlet aygıtını emrine amade hale getirilmesinin taşları hızla döşeniyor...

Yakında tutuklanacak kişiler de KHK ler ile yayımlanırsa şaşırmamak gerekiyor...

Oysa bir Fransız yargı kararında da ortaya konulduğu gibi suçlamalar ile en temel hakkımız olan insanca yaşama hakkı hiç kimsenin tekeline bırakılamaz...

"... Adam bahçesindeki elmaları hırsızlardan korumak için denediği hiçbir yol sonuç vermeyince bahçesini çepeçevre demir parmaklıklara kapatıp, elektrik akımı verir. Bir kaç gün sonra demir parmaklıklar üzerinde kavrulmuş bir çocuk cesedi bulunur. Adam, mahkemede ısrarla demir parmaklıklara hırsızlığı önlemek için elektrik akımı verdiğini savunur. Ancak; bahçe sahibi, adam öldürme suçundan dolayı mahkum edilir… "

Kuşkusuz ki esas olan yaşam hakkımızdır... Sahiplikler, iktidarlar, güç ve dayatma, kin ve nefret, kendisi gibi düşünmeyene reva görülen işkence ve eziyet kimseyi vazgeçilmez kılmaz... kendinden menkul zora dayanan veya kendi dışındakileri yok sayan varlık nedenleri kimin kendi sonunu hazırlamamış ki ?

Nuriye ve Semih' in yargısız infazlarla işlerinden ihraç edilmelerine karşı başlattıkları açlık grevleri sürmekte iken teröristlikle suçlanarak haklarında dava açılması ve tutuklanmaları "at binenin kılıç kuşananın" devlet versiyonu olarak sahne aldı. Ama bu eğitim emekçilerinin kendi yaşamlarıyla vicdanlarımıza kazıdıkları mahcubiyetlerimizi siyasi irade mi tedavi edecek... ?

KHK ile İhraçlara karşı oluşturulan komisyonun kendisi haksız uygulamalarının itirafları değil mi ki bu insanların işe iade edilmesini istemek suç oluyor... ?

Avukatlık faaliyetlerinin Antalya ÇHD şube başkanı Deniz Yıldırım'ın tutuklanması için yeterli görüldüğü koşullarda hangi meslek güvenle sürdürülebilir halde olabilir ki ?

Bütün bir toplumu saran bu keyfi ve haksız uygulamaların neden olduğu mağduriyet yaraları giderek derinleşirken, siyasi iradenin tek adamlık hükümranlığına karşı toplumsal dayanışmanın taşlarını hızla döşemenin kaçınılmazlığını hep birlikte yaşamaktayız...

O nedenle kimse adaleti, hakkı, hukuku kendi çatısı altında aramamalı... Kimse kimseyi kendi bulunduğu yerde beklememeli...

Zamanı ve koşulları kendi içimizde olsun insanileştiremeden, keyfiliklere ve adaletsizliklere son veremeyiz....

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Esas Sorun Biziz

Siyasi iradenin toplumu top yekün sindirme operasyonlarının esas olarak devleti
kendisi için yönetmek üzere kurguladığı konusunda hiç bir kuşku yok ...

İktidarın görünen yüzü buna "terörist temizliği" derken, "yeni bir devlet" kuruluyor söylemi de dolaşımdan düşürülmüyor...
"Ak sevda 16. yılında milletin emrinde daima birlikte" sloganının gerçekte bir "kara sevdaya" dönüştüğünü de hep birlikte yaşamaktayız...
Zira hangi milletin emrinde ve kimlerle birlikte olduğunu sektör sektör, branş branş, mezhep mezhep, aidiyetler, cinsiyetler, nedamete erenler ve yandaşlığın bin bir çeşit halleriyle dizi filmler kıvamında izliyoruz...
Ve ak denilen bu sevda öyle bir kara sevda halini alarak yürümekte ki : gerçekleşebilirliği imkansız, zamanın ve ihtiyaçların gerisinde kalmış, parlatılmaya çalışılan dinsel ritüellerle ve dogmatik öğretilerle kendini kabul ettirmek istiyor... Bu amaçla her türlü eziyeti, sıkıntıyı ve yoksunlukları bütün bir topluma reva gördüğünü ortaya koyuyor...
Bu süreçte umutsuz bir aşkın peşinde, melankolik bir körlük içinde, kendinden menkul kriterlerle suç ve ceza kavramlarının yeniden tanımlandığına tanık olmaktayız... O nedenle bu kadar fütursuz ve bu kadar saldırgan bir dil kullanabiliyorlar...
O denli ayıplarının ve kıyımlarının farkındalar ki kimse paylaşmasın, ülke dışına aktarılmasın diyebilecek kadar evrensel değerlere kapanma, zamana hükmetme sevdasına kapılmış durumdalar...
Klişe sloganlar ve haykırışlar, taşıma ve besleme kalabalıklar kimseyi aldatmasın...
Vatan millet Sakarya denilince her türlü engeli aşacaklarını umsalar da kendileri için vatan, millet ve başkomutan peşinde oldukları sürece, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini, sevdalarını başkalarına dayatmamaları gerektiğini er ya da geç görecekler...
Elbette herkes farkında, tek adama bağlı parti devleti buyurganlığına mahkum edilmek isteniyoruz...
Sağımız solumuz tedirginlikler, ihbarlar, gizli tanıklar, hiç bir maddi delile ihtiyaç duyulmaksızın hak ve özgürlükleri gasp eden keyfilikler ve emirlere amade kamusal görevlilerle çevrili...
Ülkemizin zenginlik kaynaklarına el koyan, eşitsizliklerin, sömürünün ve talanın sahipleri, hep bana hep bana diyen düzenbazlıklar, işbirlikçiler, yancılar... sefillikleri ve çaresizlikleri sadakalarıyla avutan, bu yolla kendine bağlamak isteyen insafsızlıklar... hep zorla, masallarla, ninnilerle, gücü elinde tutanların sevdalarıyla var oldular...
Ancak şurası çok açık ki emeğine, hak ve özgürlüklerine sahip çıkanlar, vicdan ve adalet diyen Kürtler, yolundan dönmeyen Aleviler, Kadınlar, gençler, dışlananlar, sahipsiz bırakılanlar... inanç ve kökenlere bakılmaksızın hep birlikte kendi ortak sevdalarını kuramadıkları sürece daha çok oldu bittiye getirilen sevdalara katlanarak, başlarından savmaya çalışarak yaşamaya devam edecekler...
O nedenle esas sorun geçen 16 yılda değil, bir araya gelemeyen toplumsal dinamiklerde... kayıtsız şartsız özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, laik bir ülkede yaşama iradesini ortaya koyamayanlarda...

4 Ağustos 2017 Cuma

Zamana Hükmedilmez

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisi kaldırıldı…

1964 yılında “sanat şenliği” olarak başlayan ve ülkemizde yapılan film festivallerinin en uzun ömürlüsü olan bu festivalin ulusal film yarışmaları Türel yönetiminin açıkladığı karar doğrultusunda 3. kez kesintiye uğramış oldu…

1979 yılında yaşanan kesinti, yarışmaya katılan Yavuz Pağda’nın yönettiği Yolcular, Yavuz Özkan’ın yönettiği Demiryol ve Ömer Kavur’un yönettiği Yusuf ile Kenan filmleri yasaklanıp, bazı bölümleri kesilmek istenmesi üzerine tüm yapımcı ve yönetmenler festivalden çekilme kararı almıştı. Bu nedenle 16. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin uzun metraj yarışması iptal edilmişti.

1980 yılında ise 13-20 Eylül tarihleri arasında yapılması planlanan festival başlamadan bir gün önce 12 Eylül askeri darbesinin sıkıyönetim ilanı sonucu iptal edilmiş ve o sene de film festivali yapılamamıştı. .

1979 yılında sansüre karşı tepki, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle yapılamayan film yarışmaları 48. Festival kapsamında kısmen de olsa telafi edilmek istendi ve 32 yıl sonra 2011 yılının festival programında oluşturulan jüri ile “geç gelen Altın Portakal ödülleri” verilmişti…

Türel yönetiminin Uluslararası Antalya Film Festivali’nde “ulusal film” kategorisini kaldırma kararının da, yasaklamaların, sansürün ve darbeden farksız OHAL koşullarının yaşandığı bir dönemde hayata geçirilmiş olması tesadüf olmasa gerek… 

Bu kesintinin ömrü ne kadar sürer ve ne zaman telafisi mümkün olur bilinmez ama bir bütün olarak sinema dünyasının bu karara destek vermediğini hep birlikte tanık olduk.

Hiç kuşku yok ki Türel yönetimi, 54 yıllık tarihi olan, Türkiye sinema dünyasına mal olmuş bu film festivalinin esas sahiplerinin, sanatçıların, yapımcıların, imalatçıların, eleştirmenlerin, seyircilerin beklentilerini, görüşlerini hiçe sayan, onları değersizleştirmek isteyen bir karar vermiştir.

Menderes Türel’in “hayal dünyası” olarak yansıtılmak istenen bu sürecin de tıpkı yıllarca kullandığı Kanal İstanbul kadar önemli saydığı Boğaçayı projesi yaklaşımından farklı bir yanı bulunmamaktadır…

Boğaçayı projesinde doğa koşullarına ve neden olacağa maddi zararlara karşın,  sanki mucize gerçekleştiriliyormuş gibi takınılan edalar ve göz boyayan görseller 3 yerel seçimde kullanılmıştı. Şimdi de aynı şekilde ulusal film kategorisini iptal edilerek devam edilmek istenen uluslararası Antalya film festivali ile ilgili sarf edilen süslü sözler, markalaşma ve cazibe merkezi yaratma söylemlerinin kendince puan toplama, daha büyük bütçelerle oynama, içi boş bir kendini kanıtlama hevesi olarak görülmesi abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.   

Ancak bu kez, Antalya’nın kendisi ile gurur duymasına vesile olan, 54 yıl boyunca sıradan insanlarını da içine alarak geliştirdiği, kentin ve ülkemizin parçası olmuş bir ulusal film festivalinden söz ediyoruz… Ve bu ulusal film festivalinin ruhuna, işlevine ve sinema dünyamıza vurulmak istenen bir darbe gerçekliği ile karşı karşıyayız…

Türel yönetimi tıpkı 2. Dönem yönetime geçer geçmez sanatçıların toplanma, paylaşma, eserlerini sergileme  yeri olan ANSAN’ı polis zoruyla tahliye etmesi gibi, Antalya’lı sanatçılara reva gördüklerini bu kez Yeşilçam dünyasına uygulamaktadır.

Hiç kuşku yok ki bu karar eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, müftülere nikah kıydırma, öğrencilere matematikten önce cihat kavramının belletilmesi operasyonlarından farklı bir boyut taşımamaktadır…

Kontrol edemediği, kendine benzetemediği, dönüştüremediği alanları etkisizleştirmek, gözden düşürmek ve giderek kendisinden olanlarla yeniden kurumsallaşma sürecinde sıranın Antalya film festivaline geldiği açıkça görülmektedir.

Kent sakinleri olan bitenin farkındadır… Türel yönetiminin devrim olarak nitelendirdiği hamlelerinin her birinin aslında karşı devrimin adımları olduğunu bizzat yaşamaktadırlar…

Kentte yaşayanlar, yaşam alanları için kendilerini ifade etmek istediklerinde onları kimin “zavallı” yerine koymak istediğini, kimler tarafından dışlandıklarını, hangi çevrelerin kayıtsız ve şartsız söz sahibi olduklarını gayet iyi bilmektedirler.

Zira, yeşil alanları, çevik kuvvetler, TOMALAR eşliğinde, neredeyse yerlerde
sürükledikleri kentlilerle birlikte betonlaştırmak isteyen bir kent yönetiminden bahsediyoruz…

Sahil şeritleri peşkeş çekilen, kamu arazileri, otogarı satılığa çıkarılan… Dağları, ormanları delik deşik… Menfaat çetelerinin kol gezdiği…Yaşam alanı savunucularının acımasızca katledildiği…

İşsizlikleriyle, hayat pahalılığıyla, emlak vergileriyle, kentsel dönüşüm master planıyla bütün dar ve sabit gelirli yurttaşlarını kent dışına sürgün etme hazırlığı içinde olan bir kentin sakinleriyiz…  

Ve “Kadınlar plajı” açmakla övünen ama cinsiyetçiliğini ve sahil işgalini dinsel referanslarla bertaraf etmek isteyen, denetimsizliğin kol gezdiği, keyfiyet şampiyonu, turistik olsun diye ölümüne koşturulan atların cansız bedenlerinin caddelerinde terk edildiği, gelişmiş ülkelerin gelmekten imtina etmeye başladığı “dünya kenti” Antalya’dan bahsediyoruz… 

Onun için bir kez daha söyleyelim ki iktidar olmanın dayanılmaz hafifliği ile alınan bu tür kararlarla zamana hükmetmek mümkün değildir. Savurganlık ve mirasyedilik örneği olarak tarihe geçilebilir ama her alanda olduğu gibi konunun taraflarıyla birlikte yapılacak değerlendirmelere, toplumsal gerçekliklerimize dayalı olmayan karar ve uygulamalar ne sinema dünyamıza ne de kentimize bir katkı sağlamayacaktır… 04.08.2017
-
Bültenimize Katılın