Dünyaya egemen olan anlayış küçük
bir azınlığın beklentileri için yer küreyi heba etmekten vazgeçmek istemiyor. Böyle devam ederse hep beraber yok oluşa
yol almakta olduğumuz bilim çevrelerinin ortak görüşü …
İnsan ve doğa kıyıcılığı; beton çelik/plastik/kimyasallar ile daha çok
para kazanma savaşları, ölümcül küresel salgınlarının ve iklim krizlerinin
felaketlerini beraberinde getirdi.
Bu statükonun devamı giderek şiddetlenecek,
daha da derinleşecek eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve telafisi imkansız vahim doğal koşulları beraberinde getireceği konusu
kabul edilen bir diğer gerçekliğimiz…
(https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/iklim-krizi-gelir-esitsizligi-iliskisi-ne-kadar-zenginseniz-dogayi-o-kadar-fazla-tahrip-edersiniz,32187)
İnsanın
kendisinin neden olduğu ekolojik sistem tahribatlarının önüne geçmesi yine
kendi tercihleri ile mümkün ve bunun maddi temellerinin mevcut olduğu çok açık.
Zaman, mekan ve teknolojik imkanlar gelişse de, üretim ve yaşam koşulları
değişse de yaşamsal değerlerimizi korumak, doğanın bir parçası olduğumuzu
unutmadan dayanışma içinde yaşamak zorundayız.
Kentsel yaşamın kötü gidişe dur
diyecek dinamikleri var
Tarihsel, toplumsal ve ekonomik
gelişmelerin bir ürünü olan kentleşme, içinde barındırdığı kurum, yapı ve
kayıtlarıyla insanın geçmişini muhafaza ederken, gelişim ve dönüşüm kanallarını
da kendi bünyesinde taşıyan bir işleve sahip.
J.J
Rousseau’nun « Köyü kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar “ saptaması, "Hak,
Hukuk, Yurttaş ve Kent" kavramlarının iç içe geçmişliğini ortaya koymaktadır.
(Lewıs Mumford)’un “Kent, sonsuz
geçmişle, nerede biteceği bilinmeyen gelecek arasında, sürekli dönüşen ama
tamamlanamayan bir mekandır» değerlendirmesi önemlidir (1).
Ulus-devlet
ile işlev üstlenen modern zamanların yurttaş veya Yurttaşlık kavramı, küreselleşme
ile birlikte farklı anlamlar yüklenerek «çok kültürlü yurttaşlık» kapsamında tartışılır hale geldi.
Sınıflı
toplumlarla birlikte ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılıklar; mülkiyet, üretim ve egemenlik ilişkileri, günümüzde de devam eden hak
mücadelelerinin esas nedenini teşkil ediyor.
İnsanın ve
Halkların Hak mücadelesinin özünü
oluşturan daha iyi, daha doğru, daha güzele ulaşma çabaları toplumsal hayatın
gelişiminin dinamikleri olmaya devam ediyor.
Kentsel yaşam da bu mücadelelerin
ürünü olduğu kadar, kendini aşacak, toplumsal olandan yana, daha ileri adımlar
atacak siyasi/ekonomik potansiyelleri de içinde barındırıyor.
Teknolojik gelişme, üretim araçlarının geldiği aşama,
üretimin gücü, üretilen ürünler ile adilane koşullarda bölüşüm ve paylaşımın mümkün olduğunu ortaya koyuyor.
Toplumsal sorunlara tarafsız, objektif ve bilimsel bakan bütün çevrelerin ortak kanaati odur ki; Üretim, esas
olarak insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmalıdır. Sınırsız kâr
amaçlı bir üretim söz konusu olmamalıdır. Aşırı tüketim teşvik edilmemelidir. Gelir ve
refahın adaletli bir biçimde bölüştürüldüğü, savaşlara imkan tanımayan barış
içinde yaşama koşulları sağlanmalıdır. Bu sayede başta iklim krizi ve ekolojik
çöküş olmak üzere sosyo-ekonomik adaletsizliklerin de önüne geçmek mümkün olacaktır.
Bu bakış açısı da ortaya koymaktadır ki ihtiyacımız olan, toplumcu,
dönüştürücü siyasi irade ile onu sahiplenecek toplumsal
örgütlenmeden yoksunluğumuzdur.
HAKLARIMIZI HATIRLAMAK
İklim krizi,
ekolojik çöküş ve sosyo-ekonomik adaletsizliklerin önüne geçmek durumundayız.
Kapımıza dayanan tehdidi ve bizler dahil pek çok canlı türünün yok oluş sürecine
çözüm üretmek zorundayız. O nedenle bu yolda çözüm geliştirmeyi kolaylaştıracak "hak" ve "hak mücadelesi" kavramlarını
hatırlamak ve hayata geçirmek için ısrarlı bir çaba sarf etmek son derece değerli olacaktır.
"Hak Talebi" İhtiyaçtan Doğar
Haklar yalnızca ifade edilmekle
değil, talep edilebilir, ulaşılabilir, kullanılabilir olduklarında anlamlıdır. Sahip olduğumuz haklarımız
da aynı şekilde hayatın içinde duyulan bir ihtiyaçtan, o ihtiyaç sahiplerinin
taleplerinin olgunlaşması ve toplumsallaşması ile kullanılabilir hale gelmiştir.
Hakkın
varlığından söz edebilmek için,
1-Yaşamdan kaynaklı bir değer söz konusu olmalıdır.
Hak
talebi, canlı veya cansız değer için, emek > üretim > bölüşüm >
işbölümü > sahiplik ilişkilerini içeren ilişkiler sürecinin > ortaya
çıkardığı yaşamsal bir ihtiyaca bağlı olarak > otoriteye karşı > giderek toplumsal bir güç
haline gelen koruma/korunma taleplerinin varlığı söz konusu olduğunda ortaya
çıkmaya başlar.
2- Bu talep kapsayıcı olmalı, genellik ve eşitlik
ilkelerine aykırı olmamalıdır.
3- Bu yaşamsal
değerin hak olarak nitelendirebilmesi için de 4 unsura sahip olması
gerekir;
a) hangi konu, hangi değer
korunmak istenmektedir; konusu belli olmalıdır. Tarihsel
kültürel doğal canlı, cansız bir değer….
b)
Hak diye nitelenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğu; öznesi
belli olmalıdır. İnsan, kadın, çocuk,
engelli..
c- Muhatap genel olarak siyasal otorite, merkezi
veya yerel yönetimler, meşru bir otorite olmalıdır. Hakların tanınması ve
uygulanması için koşulları yaratmalı, hak ve özgürlüklerini kullananları
engelleyici olmayan siyasal ve sosyal tedbirleri almakla sorumlu olmalıdır.
d- Hakların ihlalinde idari ve adli
yaptırımlar öngören ve uygulayan bir hukuk düzeni olmalıdır.
Üç Kuşak İnsan Hakları
Tarihsel süreci içinde değerlendirilirken
haklar üç kuşak/dönem olarak ele alınır.
>BİRİNCİ KUŞAK
İNSAN HAKLARI > devletin dahi karışmaması gereken özgürlükler ve siyasal
haklar alanıdır. İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade
özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yönetime katılma hakkı…
Bu haklar, kapitalist
ilişkilerin inşası ve egemen olma
sürecinde feodal beylere karşı burjuvazinin yürüttüğü mücadele ile elde edilmiş
olan bireysel hakları, kişilik ve siyasal hakları içermektedir.
>İKİNCİ
KUŞAK İNSAN HAKLARI > toplumsal ekonomik ve sosyal haklardır. Kamusal otoriteden düzenleme yapması, müdahil olması talep edilen alanlara
ilişkin haklardır. Konut,
sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi emeği ile geçinenlerin, eşitsizliğe
maruz kalanların, sosyo-ekonomik dezavantajlıların ihtiyaçlarından kaynaklanan
haklardır.
>ÜÇÜNÇÜ KUŞAK İNSAN HAKLARI > Son 30-40 yılda gündeme gelen dayanışma
haklarıdır. Kişinin, örgütlü toplumun ve gerektiğinde devletlerin birlikte
katkısını gerektirir. Çevre hakkı, barış hakkı, kalkınma hakkı, insanlığın
ortak mal varlığından yararlanma hakları, kültürel miras hakları, halkların
hakları ile kent hakkı kavramları bu grupta değerlendirilir. Uluslararası
ölçekli gelişmelerin, küreselleşen ticaretin, ulus-üstü şirketlerin neden
olduğu ortak sorunlara karşı talep edilen hakları kapsamaktadır.
Küreselleşme politikalarıyla birlikte ulus
üstü şirketlerin paraya dönüştürülebilecek her alanın
piyasalaştırılmasının, kamusal
hizmetlerin ve kamusal alanların ticarileştirilmesinin kent mekanlarında
somutlaşma koşullarını ifade etmektedir .
Uzay hakkı, ileri teknolojik gelişmeler, klonlama ve bilgi toplumu hakkı gibi evrensel mutabakat koşullarının tartışmaları devam eden 4. kuşak hakları bulunmaktadır.
Uluslararası bildirgeler ve Birleşmiş Milletler’de imza altına
alınan sözleşmelerde açıklanan insan hakları, devletleri, devleti yöneten siyasi iradeyi bağlayıcı,
iktidarların saygınlık, onur ve güvenilirliğini ortaya koyan, kayıtsız şartsız
uymakla yükümlü olduğu taahhütleri haline gelmişlerdir.
Bunun yanında her insan ekonomik olarak eşit doğmamaktadır. Bu bakımdan bütün insanların haklar ve özgürlükler bakımından eşit kabul edilemeyeceği eleştirisi devam etmektedir. O nedenle eşitsiz yaşam koşullarının mağdurlarının insan haklarında ifadesini bulan doğuştan eşitlik ve sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri için ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadeleleri devam etmektedir.
Hiç kuşku yok ki en temel haklarımızda yaşamakta olduğumuz sorunların sorumlusu egemen yönetim anlayışını sürdüren siyasi
iradedir/iktidardır.
KENTSEL
YAŞAMIN HAKLARI
Günümüzde kentler, kentsel yaşama
ilişkin haklar kapsamında her üç kuşak insan haklarımızın da gerçekleşme/ ama daha
çok iktidar odaklarınca engellenme alanı haline gelmiştir.
(Louis
Wirth) tanımıyla, “Kentler,
toplumsal olarak benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, yoğun
nüfuslu, mekanda süreklilik
niteliği olan, heterojen, iş bölümü ve uzmanlaşma seçeneklerine sahip yerleşimlerdir. Kentsel
yaşamın, kent sakinlerine sosyal, kültürel, toplumsal etkinlikler açısından
olanaklar sunması, giderek kente özgü özelliklere ağırlık kazandırması,
kentlilik bilincinin, kentte yaşamanın zorunlu kıldığı kurallara uygun davranma
özellikleri geliştirmesi beklenir”(2)
Küreselleşmenin henüz olgunlaşma
dönemlerinde özellikle sanayileşme ile birlikte etrafımızı saran yoğun yapılaşmanın,
yoğun emek sömürüsünün ve hemen her alanda kullanım değeri yerine, değişim
değerinin esas alınır hale gelmesinin ve küçük bir azınlığın beklentileri için
kentsel yaşamda dışlanmışlıkların, daralmışlıkların ve yabancılaşmaların
olağanlaştırılmak istemesi karşısında kent hakkı kavramını savunan Henri Lefebvre’nin (3) yaklaşımı bugün
de geçerliliğini korumaktadır. Ona göre,
«var olan
kentin hakkını değil, gelecekteki bir kentin hakkını talep etmeliyiz»
Kentsel karar mekanizmalarının
yeniden yapılanması ile kentte yaşayanların kentsel siyaset içerisinde yerini
almaları ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmak üzere
örgütlenmeleri gerektiğini savunan Lefebvre, «Kentin
sermaye veya mülk sahibi olmayan, mekanların değişim değeri üzerinden para
kazanamayan sınıflarının kent üzerinde artık hiçbir söz söyleme hakkı
kalmamıştır”, «Kent
mekanlarının, ortak alanların, kıyıların, yeşil alanların kullanıcılarının
hakları, bu mekanların kapitalist piyasada değişim değeri üzerinden para
kazanan sınıfları tarafından sürekli gasp edilmesi….” karşısında sessiz kalınmaması
gerektiğinin altını çizmiştir.
Mckenzie Wark (4), kentsel
gelişimin toplumsal olandan yana dönüşümün koşullarını kendi içinde
barındırdığını, bunun için itiraz etmenin yeterli olmadığını ifade etmektedir.
«Gelecekteki
daha iyi zamanlar vaadi avucumuzdan kaçıyor. Bu dünyanın sunduğu imkanlar
şimdilerde son derece iç karartıcı ve çok sönük… En iyi haliyle sunduğu şey,
parçalanma gösterilerinden ibaret. Seçenekler ya kapitalizm ya barbarlık. Şantajın
yönettiği bir çağ bu. Ya aynı şeyleri tekrar edeceğiz ya ahir zamanları
göreceğiz. Daha
doğrusu onlar öyle diyorlar. Ama biz kabul etmiyoruz. Şimdi, 21. yüzyıldan
nasıl çıkacağımızı planlamanın vakti geldi. Karamsarlar haklı, bu böyle sürüp gitmez. İyimserler de haklı, başka bir dünya
mümkün. Araçlar
elimizin altında.”
Bu konuda David Harvey (5) “ Kent
hakkı kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ancak bu değişim
bireysel beklentinin değil, kollektif bir beklentinin kullanımına dayanır. Çünkü
kent hakkı, ortak geleceğimizi belirleme hakkıdır.” derken bu araçları nasıl
kullanılabileceğini ve müşterek beklentilerimiz için bir araya gelmenin
gerekliliğini ifade eder.
Harvey’e göre “kent hakkı bugün küçük bir
siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir, geri kazanılması gerekir. Demokratikleşmenin,
mekanı yeniden üretmenin, kamusal alanları yeniden kazanmanın yolu kent hakkı
mücadelesi ile mümkün olacaktır."
Margit Mayer ise,(6) “… kentin, kamu çıkarları aleyhine rant aracı
haline getirilmesi, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanlarının
sınırlandırılması, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara
karşı verilen kent hakkı mücadelesinin öncelikle ona ihtiyacı olanlar için
sahiplenilmesi gereken bir hak olduğunu…” ifade ederken gerçekte kentsel haklar
için verilen mücadelenin dayanması gereken gücün elit bir grup değil, dışlanan,
ayrımcılığa tabi tutulan, kentsel imkanlardan yararlanamayan çevreler olduğunu söylemektedir.
Şurası son derece açık ki kent sakinleri, var olan kentten
memnun değil. Kentin imkanlarından
yeterince veya hiç yararlanamayan kent sakinlerinin sayısı her geçen gün daha
da artıyor. Kentler büyüdükçe insanlar daralıyor….
KAMU /
KAMUSAL ALAN / KAMUSAL ÇIKAR
Kent sakinleri neden daralıyor ?
Barınma,
sağlık, eğitim, ulaşım, boş zamanlarını değerlendirme, dinlence haklarından
mı yararlanamıyor ? Temiz çevrede yaşama
hakkı mı ihlal ediliyor ? Zaten sözü dinlenmeyen kent sakinleri ortak
alanlardan da mı yararlanamaz hale getirildi? Düşünceleri, kimliği, kültürel yaşamı, içine
kapanmasına mı neden oluyor ? Geçinemiyor, muhtaçlık halleri, bağımlılık
ilişkileri onu daha da mı eziyor ? Yoksa bütün bunlar yetmiyormuş gibi kamusal alanlarda ve kamusal hizmetlerde bir müşteri olarak görülmesi mi onu fazlasıyla daraltıyor ?
Kamu/toplum, kamusal
alan, kamusal/toplumsal çıkar kavramları, kentsel yaşamda topluma
ait olan, herkese açık, özel ya da kişisel olmayan, herkes için ele alınması
gereken konuları, alanları ve uygulamaları
içermektedir.
Bu alanlar, istisnai haller
dışında toplumun serbestçe yararlanma koşullarının sağlandığı, yurttaşlık hak
ve sorumluluklarının dışlanmaksızın ve ayrıcalıksız olarak işlevsellik
kazanmalarının mümkün olduğu etkinlik konuları, alanları ve uygulamaları olarak
ele alınmalıdır.
Bu kavramlarla esas olarak,
toplumun ortak ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiği açık bir konudur. Bu doğrultuda
bireyin kendini özgürce ifade edebildiği, kendi ayakları üzerinde kalmasını
sağlayacak koşulların sağlandığı, o nedenle kamusallığın, kamu sektörünün ve
kamusal hizmetlerin var olduğu düşünülmelidir.
O nedenle bir bütün olarak haklarımız
ve özgürlüklerimiz, farklılıklarımızın korunması, geleceğimize güvenle
bakabilmemiz, demokratik, kültürel, tarihsel ve doğal değerlerimiz ve bütün
bu toplumsal bağlarımıza yönelik yasal düzenlemeler kamusal çıkarlarımız ile
doğrudan ilgilidir.
Kamu gücünü temsil eden ve kamu
otoritesini kullanma yetkisine sahip olan devlet, bu nedenle tüm yurttaşlarına
eşit mesafede ve tarafsız olması gerekir.
Ancak kamu demek, devlet demek de
değildir. Kamusallık veya kamuculuk,
çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi, bireylerin gelişime ve değişime açık
toplumsallaşmasından yanadır.
Ne yazık ki devlet yapısı da,
siyasi irade de tekçi, otoriter ve güdümlü bir toplumsallaşma istemektedir.
Buna toplumsallaşma değil, toplumu sürüleştirme demek daha doğru olacaktır.
Çünkü kamusal olanın içi tamamen boşaltılmış durumdadır.
O nedenle artık
kamu, kamusal alanlar ve kamusal çıkarlar değil, tek adam ve onun savunduğu çıkarlar geçerlidir.
KAMUSAL
OLANIN İÇİ BOŞALTILDI.
Küreselleşme ile her alana
sirayet eden neoliberal politikalar nedeniyle, ulusüstü şirketler ve sermaye
çevreleri yararına kamusal alanların
işlevleri ve kamusal hizmetlerin esas amaçlarının içi boşaltılarak tasfiye
edilmiştir. Hatta bu konuda pervasızlık o dereceye varmıştır ki, ormanların,
akarsuların, madenlerin özel çevrelere
tahsis gerekçesi olarak kamu çıkarı gösterilmektedir.
Kamusal mekânların ve kamusal
hizmetlerin ticarileşmesi, tüketimin teşvik edilmesi, ancak parası olanların yararlanabileceği kamusal
düzenlemeler ile kamusal alanların işgali, kıyıların, ormanların,
madenlerin, su kaynaklarının özelleştirilmesi, sermaye sahiplerinin kar
beklentilerine göre yatırımlar yapılması, ve paraya dönüşebilecek her alanın ve
her konunun piyasalaştırılmak istenmesi; hak
ve özgürlük alanlarımızın daha da daralmasına, sınırlandırılmasına ve devletin her koşulda sermaye
çevrelerinin çıkarlarını korur hale gelmesine neden oldu.
Bu
durum devlet politikası halini aldı ve kamu kurumları buna göre yapılandırıldı.
Bütün bu süreç kayıtsız şartsız sürdürülmesi, idari, yargısal, toplumsal
herhangi bir engelle karşılaşılmaması amacıyla tek adam rejimine geçildi. Toplumsal
rıza konusunda da Türkçülük/Dincilik
ittifakına bel bağlandı.
Aynı şekilde yerel yönetimler de bu
durum nedeniyle yapısal değişikliğe uğradı. Ancak tek adam yönetimi konusunda, toplumsal rızanın sağlanamadığı bu alanda kendini gösterdi. Cumhur ittifakı
seçimleri kaybetti. Şimdi çoğunluk yerel yönetimler tek adam yönetime karşı ama
stratejik alanlardaki kararlar, planlama, tahsis, ihale yetkileri merkezi yönetime aktarılarak içi daha da boşaltılmak isteniyor.
Hiç kuşku yok ki, devlet,
doğrudan üretim, bölüşüm ve siyasal alana müdahale tekeline sahiptir. Devlet
yapısının ve işleyişinin bir parçası olarak yerel yönetimler de bu müdahale
alanı içinde yer almaktadır. Yerel yönetimlerin yapısal düzenlemelerinin, kullandığı
yetkilerin içeriği ve sınırlarını belirleme tekeli merkezi yönetim aracılığı
ile gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla ne merkezi, ne de
yerel yönetimlerin sınıflar üstü, toplumsal ayrışmalar ve çatışmaların üzerinde
tarafsız bir konuma sahip olduğunu savunmak mümkün değildir.
Zira, yerel yönetimlerin alt
yapı, ulaşım, mekan örgütlenmesi, genel sağlık, değişim ve tüketimin sürdürülmesi
gibi düzenlemelerinin ticarileştirilmesi, mal ve hizmetlerin kullanım değeri yerine değişim
değeri esas alındığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak özel mülkiyete konu olmayan kamusal alanlar birer
rant konusu haline getirilmektedir. Özel mülke konu alanlar ise planlama
ilkelerine aykırı olarak ranttan daha fazla pay edinilmesine imkan
tanınmaktadır. Böylece mülk sahipliği ile rant düşkünlüğü özdeş hale
getirilmiştir. Ortak alanların ve kamusal hizmetlerin özel çevrelere tahsisi ve
söz konusu tahsis ve ihalelerle kayırmanın, taraflara menfaat sağlamanın
yerleşik hale geldiği artık sır değildir. Benzeri çıkar ilişkileri gibi
sayılabilecek pek çok nedene dayalı olarak, hem merkezi yönetimler hem de yerel
yönetimler, artık özel menfaat çevrelerinin sermaye birikim ve pazar edinme
alanları haline getirilmiştir.
Öngörüsüzlük, plansızlık,
donanımsızlık ve tedbirsizlik sonucu yaşanan, iklim krizinin etkisiyle daha da
katlanan sel, taşkın, orman yangını felaketlerinin de bu çıkar çevreleri için
ayrı bir nemalanma aracı olarak kullanılmak istenmesi de artık tek ölçütün kamu
kaynaklarına bütünüyle çökme operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığımızı
ortaya koymaktadır.
Bütün bu yapılanma modelleri ve
uygulamalar insan hakları hukukuna, uluslararası insan hakları bildirge ve
sözleşmelerine, anayasal ve yasal
düzenlemelere aykırıdır.
Anayasada yer alan kişisel, sosyal,
ekonomik, siyasal haklar küçük bir azınlığın ulaşabildiği ve keyfi bir şekilde
kullanılan göstermelik haklar halini almıştır.
Toplumun çok büyük bir çoğunluğu
maddi desteğe muhtaç ve son derece kısıtlı koşullarda yaşamalarına neden olan
bu model nedeniyle, yurttaşlar haklarından ya yeterince, ya da hiç
yararlanamamaktadır.
Bu fiili durumdan nemalanmak
üzere üretilen politikalarda yer alan yönetime katılma düzenlemeleri /kent
konseyi – çeşitli STK ve meslek odaları ile yürütülen istişareler/ ise, tıpkı
diğer haklarımız gibi göstermelik ve iktidarın işine geldiği ölçüde dikkate
alınan ayrıntılardır. Öyle ki anayasal haklar olan dilekçe hakkı, bilgi edinme
hakkı, ÇED toplantıları, yargısal süreçler idarenin keyfiyetine göre işlem
gören düzenlemeler haline almıştır.
Bu olumsuz tablodan siyasi irade sorumludur elbette. Ancak merkezi veya
yerel yönetim kurumlarının toplumu zapt- u rap
altında tutmak isteyen bu zora dayalı düzenlemelerin ve uygulamaların parçaları oldukları gerçeğini ortadan
kaldırmamaktadır.
Bütün insani değerleri ezen,
varlığını kendi dışındakilerinin haklarını yok sayarak sürdürmek isteyen
iktidar anlayışının haklarımızı gasp ettiğini, kente ve yurttaşlara karşı suç
işlendiğini, merkezi ve yerel yönetimlerin kamusal yükümlülüklerini yerine getirebilme
özelliklerinin kalmadığı artık ayan beyan ortadadır.
İŞKENCESİZ
BİR HAYAT MÜMKÜN
Kabul edilmelidir ki bu haliyle toplum
sistematik bir işkence altında yaşamaktadır.
Bu yapı ve işleyiş, kent
sakinlerinin büyük bir çoğunluğunun hemen her anında, irili ufaklı iktidarlarca onların yaşam
biçimlerine müdahale edilmesine de neden olmaktadır. Muhtaçlıkları,
geleceksizlikleri, daraltılmışlıkları içinde hemen herkes kaygılı, mutsuz ve
güvensiz koşullarda yaşamlarını sürdürmeye zorlanmaktadır.
Bütün kadınların her an sözlü
veya fiili bir saldırı altında, erkek egemen çevresinin şiddet ve ölüm tehdidini
göze alarak yaşıyor olmaları;
Bütün
çocukların, gençlerin korku ve biat
ortamlarına mahkum edilmeleri, ucuz işgücü ürünleri olarak
yetiştirilmeleri;
Bütün
çalışanların, emeklilerin, iş arayanların yaşamlarına ilişkin kayda değer söz
hakkına sahip olamamaları, buyurganlık ve sürekli yasak ve cezalandırılma
tehdidi altında yaşarlarken iktidar çevrelerinin her türlü keyfiyetinin
cezasızlıkla ödüllendirilmeleri de ortaya koymaktadır ki; toplumsal olarak düşüncelerimizi açıklama ve
örgütlenme özgürlüklerinden mahrum ve siyasi iradeye güdümlü bir hayata bağımlı
kılınmak isteniyoruz.
Seller,
orman yangınları, kuruyan göller, iklim krizi karşısındaki
öngörüsüzlükler de göstermektedir ki bilimsel
yaklaşımlar, planlama anlayışları iktidar için uyulması gereken
kılavuzlar değildir. Savaş tacirliği, göçmen, mülteci pazarlıkları ve
emperyalizmin beklentileri
arasında gidip gelmeler, ekonomik ve siyasi tercilerde toplumun ihtiyaçlarına aldırış
edilmedi son derece açıktır.
Bu koşullar, emeği ile
geçinenlerin, dar ve sabit gelirlilerin değil, ama şirketlerin, iktidar
çevrelerinin işine gelen bir hayat halini almıştır.
Bütün ortak alanlarımıza ve değerlerlerimize yönelik işgal ve dışlanmışlık halleri hak mücadelesinin ne denli hayati
bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.
Toplum ve toplumsal hayat zaruret
haline düşürülmüş durumdadır. Bir araya gelmeye, temas içinde olmaya,
tartışmaya ve sorunlarımıza yönelik çözümler geliştirmeye ihtiyacı
bulunmaktadır. İçine sıkıştırıldığı krizi aşmak zorundadır. Mafya
ilişkilerinin, her türlü çarpma, çırpma, suçu ve suçluyu gizleme senaryolarının
sonu gelmemektedir. İktidarın hayata dair söyleyebileceği kabul edilebilir bir
argümanı kalmamıştır. O nedenle dini referanslarla, dinsel figürleri öne
çıkarmaktadır.
Dini
siyasallaştırarak, ırk ve köken üzerinden toplumu kendi içinde ayrıştırarak
taraftar edinmek isteyen iktidar anlayışı, bu koşulları acımasız bir sömürü ve
talan düzeninin zenginleşme aracı haline getirmiştir.
O nedenle “var olan
kentin/iktidarın/ tekçi çıkar çevrelerinin hakkını değil, geleceğimizin kentini
/ortak çıkarlarımızı/ çoğulcu toplumsal olandan yana haklarımızı talep etmek
üzere, hiç bir bahane üretmeden bir araya gelmekten kendimizi
alıkoymamalıyız.
(1)
Lewis Mumford, (1961) “Tarih
Boyunca Kent” Ayrıntı Yayınları, Çev: Gürol Koca, Tamer
Tosun
(2) Louis Wirth’ün 1938 yılında yayımlanan ‘Bir Yaşam Biçimi
Olarak Kentleşme’ makalesi
(3)
Henri
Lefebvre (1967), “Şehir Hakkı” Sel
Yayınları, Çev. Işık Ergüden
(4)
McKenzie
Wark (2011) “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var” Sel Yayınları, Çev.Arda Çiltepe
(5)
David
Harvey (2012) “Sermayenin Mekanları” Sel Yayınları,
Çev.Başak Kıcır,Deniz Koç,Kıvanç Tanrıyar,Seda Yüksel
(6) Margit
Mayer(2014) “Kar İçin Değil Halk İçin
Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı” Sel Yayınları, Çev.Kübra Kelebekoğlu