30 Aralık 2021 Perşembe

2020 ve 2021 den 2022 ye

Kendilerini bir matahmış gibi pazarlamaya ayarlı iktidar düşkünlükleri toplumu iyice hırpaladı ve bunalttı.
 

Şimdiki zamanlar 24 Ocak kararlarına, ve bu kararların neden olduğu 12 Eylül koşullarına ihtiyaç duymuyor. Yekpareleştirilmiş bir devlet ve iki dudak arasına sıkıştırılmış bir rejim var artık. 

 
Rejimin tek sözcüsünün “nas ortada, sana bana ne oluyor…” açıklaması ise  yaşanan gelişmelere tüy diken bir yaklaşım olmuştu.  

Siyasi iradenin bilim, akıl ve  toplumsal ihtiyaçlar üzerinden hareket etme niyeti olmadığı böylece resmileşti.


Bakara Suresi,   'Muhakkak ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. ' yollaması ise toplumu yönetme konusunda acz içine düşüldüğünü ortaya koydu.


Uydurma bahanelerle muhalifleri ekarte etme işleri  Bakanı Soylu’nun  “ Biz kendimiz yapmıyoruz. Biz inanıyoruz ki bize yaptıran Allah’tır” sözleri siyasi iktidarın siyasetle, dünya hayatıyla, demokratik teamüllerle alakalarının da kalmadığının ilanı değil mi ?


İnanca dayalı, kutsallık atfedilen konuları siyasi çekişmelerin parçası haline getirmek, neden oldukları mağduriyetlere, hukuksuzluklara, bağlamından kopararak dinsel değerlerle ele alarak siyasi malzeme haline getirmenin kamusal bir yarar sağlamayacağı son derece açık. 


 
Dini söylemlere dayanmanın, iktidarda kalmanın şartı olarak görmek, aslında artık hiç bir şeyin eskisinden daha iyi yapamayacaklarının itirafı olarak görmek mümkün.

Bu durum, siyaseti, iktidar ve muhalefet ilişkilerini, eşitler arasında bir mücadele olmaktan çıkarmak isteyen tek adam yönetiminin, toplumun maddi gerçekliklerinden uzaklaştığı, köpürttüğü köpüklerle onları oyalama, anayasal düzenlemelere aykırı olarak  dini referanslarla destek toplama hesapları, toplumsal dinamikleri fazlasıyla hafife almaktan başka bir anlam taşımıyor.

 

Varsa yoksa bütün planlarını kapital hegemonyasını sürdürmek ve ne pahasına olursa olsun kamusal imkanlardan alabildiğine nemalanmak üzerine hareket eden  bir siyasal oluşumun, din iman konularını bu denli öne çıkarması, inandırıcılık sorunundan öte  yavuz hırsız ev sahibine baskın çıkar raddesine gelmiş durumda.

 

Gözümüzün önünde olup biten bütün bu haksız kazanç hamlelerini, acımasızca yoksullaştırma, dışlama ve muhaliflerinin hak ve hukuklarını tanımama politikaları dini referanslarla, kayıkçı kavgalarından farksız hale sokulmak istenen söz cambazlıkları ile bertaraf etmek mümkün görünmüyor. 

 

2020 pratikleri,  Covid 19 virüsünün etkisiyle, hayatta kalabilmek için tek başınalığın olamayacağını, toplumsal dayanışma içinde emeğin, barışın, açıklığın ve hakça bölüşümün yollarını hep birlikte döşememiz gerektiğinin kaçınılmazlığını ortaya koymuştu.  

 

2021 pratikleri ise eşitsiz yaşam koşullarını pekiştirenlerin, insan ve doğa kıyımı demeden sermaye çevrelerinin, çıkar gruplarının beklentilerine göre siyasi ve ekonomik tercihlerini sürdürenlerin, kimden güç almak isterlerse istesinler hiç birimizi temsil etme yeteneğinin olamayacağını gösterdi.  

 

2022 yılı bütün mağdurların, memnuniyetsizlerin, emeği, vicdanı, kimliği, tercihleri gasp edilenlerin kendi sözlerini dolaysız söyledikleri, böl yönet oyunlarına aldırmadan bir araya gelerek örgütlenmeleri; önlenemeyen salgınların, sermaye açgözlülüğünün, kötüye kullanılan kamu otoritesinin, adaletsizliklerin, kaşıkla verip kepçeyle almaların, kılıfına uydurulmak istenen hak ihlallerinin hayatlarımıza daha fazla musallat olmalarına son vereceği bir yıl olsun…
 


10 Aralık 2021 Cuma

10 ARALIK 2021 ve DECCAL

Dünyaya açıldığımız pencere olarak tanıtılan Antalya, 10 Aralık dünya insan hakları gününe “deccal” kavramı ile girdi…


Antalya İlim ve Kültür Derneği (Alim Derneği) adıyla hareket eden bir cemaat yurdunda görevli personel,  Mehmet Sami Tuğrul isimli bir üniversite öğrencisini, "deccali vurdum" diyerek  hunharca katletti.


Hiç kuşku yok ki dünya hallerinden uzaklaştırılmak, dünyayı sınav yeri olarak gören bir inanç sahibi olmak ve türlü türlü referanslara dayalı ritüellerle yaşamak dinsel, kültürel, kişisel tercihlerin sonucudur.


Doğal olarak toplumun her bir bireyinin aynı duygu ve düşüncelere sahip olması beklenemez.                 O nedenle her hak sahibinden, kendi dışındaki hayatların da hak sahibi olduğu idrakinde olması ve onların tercihlerini yok sayacak, maddi veya manevi zarar verecek herhangi  bir müdahalede bulunmaması beklenir.  

 
Bireysel, toplumsal, ekonomik ve  sosyal hakların elbette bireyler ve toplum tarafından sahiplenilmesi ve uğruna mücadele verilmesi esastır ama hakkın kötüye kullanılması, hak ihlalleri söz konusu olduğunda da kayıtsız şartsız gerekli yaptırımların hayata geçirilmesi ve nihayet haksızlığın, hukuksuzluğun iklimine meydan verilmemesi siyasi otoritenin sorumluluğundadır.

 
Mesele Antalya Valiliğinin açıklamasında öne çıkarıldığı gibi sapkınlık meselesi olmadığı çok açık. Savcılık ve yargı organlarınca gizlilik kararı alınması, belli ki bu vahim sonuca neden olan çevreleri korumaya yarayacak. Muhatap cemaat derneğinin, Kepez Belediye Başkanının yaptığı açıklamalarla sorumluluklarını üzerlerinden atma gayretlerinin de toplum vicdanında beyhude olduğu ortada. Sus payı verir gibi mağdur öğrencilere KYK kapısını açarak tehlike altındaki öğrencilerin barınma hakkı sorunu çözülmüş olmamaktadır.


Bunun gibi rutin açıklamalar ve uygulamalar ardı sıra gelmekle zaten aynı hamam aynı tas ile oyalanmaya devam edileceğimiz son derece aşikar.  


Ne yazık ki kılıfına uydurulmuş, üzeri örtülmüş resmî işlemlerin, susturulmuş tanıklıkların toplamından ibaret suç mahallerinde yaşar gibiyiz. 

 
Denilebilir ki hep böyleydik. Elbette eşitsizliklerin, fırsatçılıkların ve iktidar keyfiliklerin kurumsallaştığı hangi ortam farklı olabilir ki ?

 
Ama Cumhur ittifakı ile farklı bir durağa getirildiğimiz de besbelli. Geçen zaman bizi daha ilkel, daha vahşi, daha acımasız ve yüzsüz, mütemadiyen kötülük üreten, ayrıştırıcı, yoksullaştırıcı, cinsiyetçi, kendi bekası dışında toplumu düşünmeyen keyfi bir siyasi otoritenin oyuncakları haline getirmiş  durumda.

 
İnsan hakkı, insanlık ailesine mahsus bir hak. O nedenle, birbirlerimizin yüzüne utanmadan bakabilecek kadar bu ailenin bireyleri olarak kalacaksak, toplumsal olandan yana dayanışma içinde bu oyuna son vermeliyiz.

 
 

1 Kasım 2021 Pazartesi

TOPLUM GİRİŞİMLERİ SİVİL Mİ ? RESMİ Mİ ?

Sivil toplum girişimleri uzun yıllardır tartışılıyor.
Bu tartışma, “toplumsal sorunlar” nasıl ele alınmalı,  sorusuna cevap aranılmaya başlandığı tarihlere kadar geriye götürülebilir. Zira konu sınıflı ortaya çıkışı ile birlikte, eşitsiz yaşam koşullarının bir sonucu olarak, soruna nereden bakıldığı, kimin adına bakıldığı, nasıl bakıldığı ile yakından ilgilidir.

Sözcük olarak “sivil”, asker/resmi olmayan, askeri/resmi formasyon dışındaki birey anlamına geliyor. Uluslararası hukuk açısından silahlı güçlere mensup olmayan, güvenlikleri sağlanması, hakları güvence altına alınması gereken kişi olarak ele alınıyor.

Bu durumda en kısa haliyle ifade etmek gerekirse “Sivil Toplum” deyince askeri/resmi bir disiplin altında yaşamaya zorlanmayan bir toplumsal yapı olarak düşünebiliriz.
Sivil Toplum Girişimlerini ise toplumsal dinamiklerin kendi özgünlüğü ve yaratıcılığına yönelik herhangi bir baskı ve sınırlama olmaksızın kendilerini serbestçe ifade edebildikleri, örgütlenebildikleri gönüllülüğü esas alan, eşitlikçi, demokratik, çoğulcu, hiyerarşik olmayan oluşumların etkinlikleri olarak değerlendirebiliriz.  
 
Ancak iktidar ve güç ilişkileri ile menfaat çatışmaları toplumsal olandan yana/toplumcu tutum geliştirme alanlarını daraltıcı/ sınırlandırıcı bir karaktere sahiptir.  
 
Toplumsal yarar/Kamusal fayda kriterini ayak bağı olarak gören, özel beklentilere  dayalı politikaların savunucularının toplumcu/ kamucu düşünce, öneri, eleştiri sahiplerine yönelik dışlayıcı, yasaklayıcı ve sınırlandırıcı yaptırımları olağanlaştırmak istedikleri bir sır değil.
 
Kuşkusuz toplumun bu durumu kolay kolay kabullenmesi mümkün değildir. Eşitsizlikleri sürdürmek üzere geliştirilen politikaların sonuçlarından olumsuz etkilenenler, haksızlığa uğradığını düşünenler olacaktır.

Toplumsal ihtiyaçları esas alan, hakkaniyet ölçüleri içinde davranmayı ilke edinen çevreler hep var olmuştur. O nedenle çeşitli yol ve yöntemlerle iktidarın eleştirilmesi, etkilemeye çalışılması ve değiştirmek için mücadele edilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.

İktidar çevresi kendi tahkimatını sağlama almak, kamuoyu oluşturmak,  kendisi için toplumun rızasını sürdürmek, taraftar kazanmak üzere boş durmamaktadır.
Müfredatını kendi oluşturduğu resmi kurumlardan başka, hükümet dışı, gayri resmi oluşumları da dolaylı veya dolaysız yollarla desteklediği, kontrolü altında tutmak istediği hepimizin malumudur.
 
İnsanlık tarihi toplumsal girişimlerin/mücadelelerin tarihidir. Sınıflı toplumlar ise yöneten yönetilen ikilemi içinde, üretim, tüketim, yaşam alanlarının düzenlenmesinde, tercihler ve öncelikler bakımından hangi sınıfların ihtiyaçlarına ve beklentilerine  göre hareket edileceğinin mücadelesini vermektedir.
Toplumun zenginlik kaynakları nasıl değerlendirilmektedir ? Ekosistemin korunması için neler yapılmaktadır ? Açıklık, katılım, denetim kanalları ne kadar işletilebilmektedir ?

Toplum ne kadar örgütlüdür ? Siyasi iradeden bağımsız ve bağlantısız düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün yaygınlığı ne durumdadır ?

DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

Küreselleşme ile birlikte gündeme gelen “devletin yeniden yapılandırılması” politikaları bunun en yaygın ve belirgin örnekleridir. O günlerden kalan kavramlar halen kullanılmaya devam edilmektedir.             

Hatırlanacaktır, 80 li yıllarda “yerelleşme” “demokratikleşme” “sivilleşme” “sürdürülebilirlik” gibi kavramlarla tanıştık. “Kalkınma, büyüme adı altında gerçekleştirilen yatırımların neden olduğu zararların yaşamı tehdit eder hale geldiği, o nedenle sorunların çözümünde resmi, yarı resmi, özel, sivil, tüm kesimlerin rol almaları gerektiği” öneriliyordu.
Gündem 21, Rio deklarasyonu, Avrupa Kentli Hakları Deklarasyonu, Avrupa Kentsel Şartı, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi uluslararası kayıtlar bu sürecin ürünleri olmuştu.

Bu demokratikleşme söylemleri devam ederken aynı zamanda Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, İMF  gibi finans kuruluşları, özellikle kredi tahsislerinde ve içine düşülen krizleri aşma modeli olarak kamusal hizmetlerinin ticarileştirilmesi, özelleştirmesi ve piyasalaştırması şartlarını öne sürmekteydi.

Emperyalist oluşumların ortak politikaları, devletlere, merkezi veya yerel siyasi, sosyal, kültürel organizasyonlara bu amaca hizmet ettiği ölçüde destek vermekti.

Diyebiliriz ki geldiğimiz noktada küresel sermaye ve finans kuruluşları  amaçlarına ulaştılar. Devlet yapılanmaları liberalize edildi. Hemen tüm kamusal kurumlar, kamusal alanlar ve kamusal hizmetler büyük ölçüde sermaye sahiplerinin beklentilerine uygun hareket eder hale getirildi. Giderek büyüyen, birleşerek rakipsizleşmek isteyen ulus üstü, devlet üstü şirketler hegomanyası da, devletlerin, yerel yönetimlerin şirketler gibi yönetilmesinin yolunu açtı.
Bu arada uluslararası kuruluşlar yanında şirketlere de sağlanan teşviklerle kimi sosyal yardım politikalarını üstlenilmesi süreci başlatılarak dezavantajlı çevrelerin de sahiplenildiği mesajları verilmek istendi.

Böylece, sermaye hareketinin kendini yeniden üretmesinde, pazar arayışında, ekonomik siyasi hayata doğrudan müdahalede sosyal devlet politikaları ile gündeme gelen engellemeler ortadan kaldırılmış oldu.

Ülkemizde “Globalleşme”ye dönük en kapsayıcı adımlar 24 Ocak kararları ve sonrasında da 12 Eylül darbesi ile atıldı. 


Devletin yeniden yapılanması, sermaye çevreleri için bulunmaz imkanlar sunuyordu.
Ne var ki içinde yer alınan bağımlı değişkenler, istikrarı yakalamak şöyle dursun, hem ülke kaynaklarının hem de toplum için iyi, güzel ve gerekli olan hemen bütün değerlerinin, “üç beş dolar uğruna” daha da hızlı yok edilmesinin ve çıkarcı/kirli ilişkilere kurban edilmesinin önünü açtı. 

Hemen bütün devlet kurumlarının resmi politika haline getirdiği, teşvik ettiği, uluslararası fonlardan yararlanma girişimleri bile, toplumsal yarardan daha çok özel beklentilere göre hareket edilmesine ve daha çok da “fırsatçılık kültürünün” gelişmesine katkıda bulundu. Zira söz konusu girişimlerin toplum yararına kalıcılığını, sürekliliğini ve bir sonraki atılacak adımı düşenen ne bir yönetim anlayışı, ne de buna hizmet edecek bir organizasyon vardı.

“TÜL” KALKINCA  

Devlet organizasyonu toplumumuzun büyük bir çoğunluğu için, üzerinde tartışılacak bir konu değildir. “Devlettir ne yapsa yeridir” aşağıdakilerin, “ben devletim istediğimi yaparım” ise “yukarıya” rücu edenlerin argümanı olmaya devam ediyor yaygın bir şekilde.  


Ama seçimle iş başına gelen AKP dönemi ile birlikte iyice görüldü ki, iktidar keyfiyeti, hukuk dışı yollara başvurmakta sınır tanımayabilir. Halkı bir birine düşürecek dil kullanabileceği gibi kendisini yargısız infaz kurumu olarak görebilir. Yargısal karar olmaksızın mülkiyet hakkı, seyahat hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı dahil, bireysel toplumsal bütün yurttaşlık hakları kullanılamaz hale getirilebilir. 


Düzmece davalar, OHAL uygulamaları, KHK düzeni ve nihayet tek adam yönetimi ile ortadan kaldırılan “tül”, devlet organizasyonunu kötüye kullanan iktidar uygulamaları ile yurttaş arasında kalan her alanı daha net görünür kıldı. Sessiz kalmayı tercih eden hemen bütün çevreler “bu kadar da olmaz ki” diyorlar.  
Hukuk güvencesi sıfırlanmış, yurttaşlar “sivil ölümlere” terk edilmişken, İktidar”, “sivil toplumu” teslim almadan bek’asını/statükoyu sürdüremeyeceğini ortaya koyan pratiklerini hayata geçirmeye devam ediyor.  


Bugünlerde ayrıştırma ve kutuplaştırma politikalarından sonra iktidarın toplumu birbirine kapıştırma çabalarını görmemek mümkün değil. Mafya dili ve aktörleriyle, TÜRGEV, SADAT gibi gayri resmi ama iktidara bağlı, hiyerarşik ve militarist amaçlı örgütlenmelerinin sahne alması da boşuna değil.  

Hiç kuşku yok ki Cumhur ittifakı ülkeyi çıkmaz bir sokakta tutuyor. Hukuk düzeni ve devlet yapılanması “şahsım” buyurganlığı ile özdeşleştirilmiş hale getirildi. Emperyalist ülkelerle ilişkiler, ülkeyi pazarlama ve ipotek altına sokmaktan farksız bir hal aldı. Lider ülke olacağım derken, kullanılmaya elverişli bir ülke olduk. Ülke dışında itibarsızlaşmaya neden olan politikalar yetmiyormuş gibi, taahhüt altına girilen uluslararası sözleşmeler ile mahkum olunan uluslararası mahkeme kararlarını uygulamama ısrarı, haklarımıza ve yargılama sürecine müdahale edildiğini tescil etti. 


İç işlerime karıştırmam denilen konular, yurttaşların hukuki güvencelerinin hükümet eliyle  ihlal edildiğinin itirafı niteliğinde. Güvenilirliği kalmayan, sözünden dönerek işine geldiği gibi davranabilen, kurnazlık yaparak, al gülüm ver gülüm ile ülkeler arası ilişkileri yürütebileceğini, her istediğini yaptırabileceğini zanneden bu yönetim anlayışı ile varılacak bir yer olmadığı son derece  açık.  

Toplum tek adam yönetime taraftar olanlar ve ona karşı olanlar üzerinden iki kutuplu anlayışın çatışma alanı haldi. Ancak bu durum devlet katında söz sahibi olan iktidar anlayışının dayandığı eşitsiz yaşam koşulları ve bu koşullardan beslenen çıkar çevreleri ile bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu.

İktidar ittifakı yurttaşlık tanımı olarak kendi dünya görüşünü, kendi bek’asını ve kendi beklentilerini devlet katında resmileştirdi. Bunu yaparken toplumun kutsal saydığı ne kadar değer varsa devletin sınıfsal karakteri ile özdeşleştirmeyi görev edindi. Toplumsal yaşamın doğasına aykırı olarak milli ve yerli olanın kendi tekeline alabileceğini hayal etti. Ama sonuçta ırk ve din bezirganları ile çıkar çevreleri dışında toplum nezdinde hiçbir itibarları ve güvenilirlikleri kalmadı.    
Ortadan kalkan “tül”, ortaya dökülen kirli ilişkilerinin, suçluluk telaşlarının, yoksullaşma artarken küçük bir azınlığın nasıl zenginleştiklerinin öykülerini kare kare izlenmesini sağladı.

RESMİ TOPLUM GİRİŞİMLERİ

1980 li yıllardan sonraki gelişmeler ve bugün içinde bulunduğumuz koşullar, bütün sivil dinamikleri yeniden düşünmeye ve çare üretmek üzere tutum almaya zorluyor.
Çünkü herkes farkında ki yalnızca kendi varlığını düşünen bu oligarşik egemen anlayış, artık yalnızca toplumu değil, bütün bir dünyayı yok oluşa doğru sürükleyen akımın bir bileşenidir. Ele geçirdiği devlet organizasyonu ise, bu akımın koruyuculuğunu üstelenmiş işbirlikçilerce kalkan olarak kullanılmak istenmektedir. 

 

 

Yakın bir geçmişe kadar, yurttaşların kendilerini ifade etme, hak arama ve yönetime katılım kanallarının inşası için Meslek Odaları, Uzmanlık Kuruluşları, İşveren Örgütleri, İşçi, Memur Sendikaları, Üniversiteler, Kooperatifler, Vakıf, Dernek ve Kent Konseyi gibi hemen her oluşum; devlet dairesi olarak görülmeyen ama doğrudan idarenin denetimi altında olan pek çok kuruluş sivil toplum kuruluşu tanımlamaları ve alanları içinde değerlendirilmesinde sakınca görülmüyordu

Kuşkusuz bu duruma neden olan etken, mevcut şartlara göre siyasi iktidarla ters düşmenin, faklı bakış açılarını savunmanın ve kamuoyu oluşturmak üzere iletişim kanallarından yararlanmanın daha mümkün olabilmesiydi. Devletin yeniden yapılanmasına duyulan ihtiyaç yanında, toplumsal güçler arasındaki dengelerin bugün olduğu gibi despotik eğilimlerle baskı altında tutulmamasının da etkisi vardı.
Ancak unutulmamalıdır ki bu durum aynı zamanda muhalif örgütlenmelerin daha etkin ve daha dayanışmacı olmalarından, toplumsal yaşam içinde daha geniş bir alanda yer kaplıyor olmalarından da kaynaklanmaktaydı.
O nedenle üniversiteler, meslek odaları, uzmanlık kuruluşları da siyasi organizasyonlar kadar kendi alanlarına yönelik gerçeklikleri, eleştirileri ve önerilerini ortaya koyabiliyordu. Toplumun ortak çıkarları için farklı eğilimlerin kendilerini ifade etmeleri, kamuoyu oluşturmak üzere etkinlikler yapmaları ve iletişim kanallarından yararlanabilmeleri bugünlere göre çok daha imkan dahilindeydi.

Söz konusu imkanlara sahip olmaları nedeniyle mevzuat kapsamında kurulan hükümet dışı oluşumları sivil toplum kuruluşu olarak değerlendirmek gerçekçi olmayacaktır.   
Zira konjoktürel olarak, aykırı görüşlere yönelik farklı yaklaşımlar bu tür oluşumların niteliklerini değiştirmemektedir.

O nedenle resmi ve sivil oluşumlar arasındaki belli başlı ayırt edici farklılık, hayata geçirilmek istenen faaliyetin mevzuata göre kurulmuş bir oluşumda gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğidir. Bu amaçla zorunlu üyelik ve yükümlülükler olup olmadığı da ayırt edici özellikler arasında değerlendirmelidir.

Mevzuat kapsamında kurulan oluşumların genel ortak özellikleri olarak şunları söyleyebiliriz.
** Amacı önceden tanımlanmış olmalıdır.
** Bürokratik, hiyerarşik, şematik bir örgütlenme modelleri vardır.        
** Kurumsal bir vesayet rejimine tabi, faaliyetleri, üyeleri, mali işleri kayıt altında, dönemsel denetimlerden geçmektedirler.                          
** Kamuoyuna yönelik hemen her türlü etkinlikleri bildirime ve duruma göre izne tabi kılınmıştır.                                   
** Kamu otoritesi ile ters düşmeksizin, olabildiğince dar yorumlanan faaliyet alanlarında  hareket etmeleri beklenmektedir.  

Söz konusu sınırlandırıcı düzenlemeler sonucu bugün artık zorunlu veya ihtiyari olarak kurulmuş ve zorunlu üye olunmuş örgütlenmeler, aralarında bir ayırıma gidilmeksizin genel olarak, “iktidar odaklarının hışmını üzerlerine çekmeden” “hukuki ve cezai soruşturmaların yoğun tehdidi altında”  faaliyet gösterir hale getirilmişlerdir.   

O nedenle söz konusu oluşumlarda veya kurumlarda yer alan bireyler için “iktidar anlayışı ve yaklaşımı dışında”, özgür, eşit ve demokratik bir ortamda faaliyet yürütebildiklerinden ve bağımsız, bağlantısız söz hakkına sahip olduklarından bahsetmek mümkün değildir.

TOPLUM GİRİŞİMLERİ SİVİL OLAMAZ MI  ?


Sivil toplum,merkezi otoritenin, devlet yönetimi şemasının dışında kalan toplumdur. Modern çağa geçiş ile birlikte, üretimin merkezi otoritenin dışında gerçekleştiği ekonomik yapıda gelişmiştir. Pazar ekonomisi, bireyleşme, kentleşme ile yakından ilgilidir. Sivil toplumun ilk ortaya çıkışı burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği ekonomik hak mücadelesi ile mümkün olmuştur. Sosyal, kültürel ve siyasal hakların da elde edilmesiyle, merkezi otoritenin bunlara müdahale sınırlarının belirlendiği toplumsal bir düzenleme olarak görülebilir.

Gelin görün ki küreselleşme/yeniden yapılanma sürecinde demokratikleşme adı altında küçültülmek istenen devlet, daha merkeziyetçi hale getirilmekle kalmadı, sermaye dünyasının garantörü, jandarması ve piyasa düzenleyicisi olarak sahne aldı. Bu tek taraflı işleyiş, bugünün koşullarında iktidar angajmanı olmayan bütün çevreleri, ama daha çok emeği ile geçinenleri, bilimselliği ve ekosistemin sürdürülebilirliğini savunanları öncelikli görmediği gibi bütün bu çevreleri etkisiz bırakmayı da görev edindiğini ortaya koydu.

Bu tespitin haklılığının kabulü bile tek başına  siyasi iradenin şemsiyesi altında, onun kontrol ve denetimi altında olan resmi veya gayri resmi oluşumlarda yürütülecek faaliyetlerin farklı bakış açılarını yansıtamayacağını, hakkıyla yerine getirilmesinin mümkün olamayacağını, eksik ve yetersiz kalacağını ve yerini bulmayacağını ifade etmek abartılı olmayacaktır.

Bu durum pandemi ile iyice açığa çıktı. Emeği ile geçinenler, küçük esnaflar gibi geniş halk kesimi, korunma tedbirlerinde ve onların desteklenmesi düzenlemelerinde yeterli ve öncelikli uygulamaların muhatabı görülmediler.

İklim krizleriyle kendini gösteren felaketler dahi birer nemalanma aracı olarak kullanılırken, mağduriyetleri yaşayanlar birer yurttaş olarak değil de müşteri olarak ele alındılar ve TOKİ gibi devlet kuruluşları bu çevreleri borçlandırarak resmi politikaların ayıplarının üzerini  örtmeyi tercih ettiler.

Yaşanan hemen bütün doğal felaketlerin neden olduğu sonuçların aslında resmi kuruluşların, plansız, hesapsız, öngörüsüz düzenlemeleri, yatırımları ve yapılaşmalarla bağlantısı olduğu çok açık. Buna ek olarak yurttaşları rant düşkünü haline getiren “imar barışı” gibi teşvikler ve kollamaların varlığı da geleceğimizi tehdit etmeye devam ediyor.
Ama buna karşın siyasi irade, deprem, orman yangınları, sel, taşkın, heyelan gibi meteorolojik veya jeolojik nedenlerle yaşanan doğal gelişmelere karşı yer seçimi, önleyici düzenlemeler ve suistimallere karşı gereğini yerine getirmemekte ısrar ediyor. Sorumluluklarından ve yükümlülüğünden kaçınması haksız bir şekilde “afet” sözcünün arkasına sığınması kabul edilebilir bir politika olamaz.  

Toplumun ve yaşam alanlarımızın hali pür meali, resmi olanın ne ifade ettiğini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. O nedenle toplum girişimlerinin “sivil” bir niteliğe kavuşması kaçınılmaz görünüyor. 



Hukuk normları ve evrensel değerler bu tür girişimler önünde engel teşkil etmiyor. Yalnızca anayasal haklarımızın esas alınması bile toplum girişimlerinin tamamen sivilleştirilmesinin, bağımsız, bağlantısız hak mücadelesi yürütülmesinin mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır.

Mevzuata bağlı kalmaksızın belirli konularda spontane veya bilinçli olarak bir araya gelen faaliyet gösteren oluşumlar olduğu bilinmektedir.  “Platform, yurttaş girişimi, sivil inisiyatif “ gibi adlandırmalarla, devletten bağımsız kendi kendisinin sesi olabilen, kendilerinin belirlediği konularda  tarafsız ve objektif yaklaşımlarla sorunları ortaya koyabilen, hakkına hukukuna sahip çıkan oluşumlardır bunlar.

Bu anlamda toplum girişimlerinin sivil nitelikte olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, bilgi edinme hakkı, toplantı ve demokratik yollarla kamuoyunu bilgilendirme hakkı, idarenin tüm işlem ve kararlarını takip etme, itiraz etme, yasal yollara başvuru hakkı gibi sahip olunan haklarımızı, başkalarının haklarına özgürlüklerini ihlal etmeksizin bir araya gelerek, tüzel kişiliğe sahip olmaksızın kullanma haklarımız olduğu tartışmadan uzak bir konudur.

SİVİL TOPLUM GİRİŞİMLERİ

Yaşam alanlarımızdan ihtiyaçlarımızın üretimine, tedarikine ve tüketimine kadar her nesnenin para kazanma aracı haline getirildiği günümüz koşullarında  hiç kuşku yok ki sivil toplum girişimlerinin öne çıkarılması ve sahiplenilmesi gereken önemli özellikleri içinde barındırmaktadır.  

**Sivil toplum girişimlerinden beklenen, devletten bağımsız ve bağlantısız bir duruş sergilemeleridir. Çünkü “resmi olan” taraflı, bağımlı ve sıklıkla da güdümlüdür.  
**Sivil toplum girişimleri çoğulculuğu savunmalıdır. Çünkü “resmi olan” yaslandığı egemenlik ilişkilerinin temsilciliğini yapmakta veya o sınırları aşmasına izin verilmemektedir.   
**Sivil toplum girişimleri kamusal yararı hedeflemelidir, ticari bir beklentisi, piyasa ilişkileri olmamalıdır. Çünkü “resmi olan” devleti  “şirket gibi” yönetmekle övünen bir siyasi iradenin eline geçtiğinde ülke ticarethane, yurttaş müşteri, iktidar çevresi de tüccardan farksız olmamaktadır.   
**Sivil toplum girişimlerinde katılım gönüllülük esasına dayanır. Zorlama, zorunluluk ve yönlendirme söz konusu edilemez. Birey kendi isteği ile oradadır. Çoğulculuk söz konusu olduğu için farklılıkların uyumunu ve birlikteliğini sürdürme çabası vardır. Farklı bakış açıları, kalıplaşmaya, tek düzeliğe izin vermez, yaratıcılığı, kendini aşmaya, çok yönlülüğe imkan tanır. Her seferinde aynı yönde karar almak zor olabilir ama alınacak kararların kapsayıcılığı ve herkesin kendinden bir şeyler bulmasının yol ve yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunur.  
“Resmi olan” emir demiri keser yaklaşımını uygular, seçicidir, hatta dışlayıcı ve cezalandırıcıdır. Toplumun farklılıklarını, çok sesliliğini, çok renkliliğini sınırlandırır. Tek tipleştirmenin politikaları giderek, iktidara biat kültürünü, itaat zorlamalarını beraberinde getirir.
**Sivil toplum girişimi kamusal haklar, kamusal alan, kamusal hizmet kavramlarından yola çıkarak, toplumsal olandan yana herkese açık olmalıdır. Bir araya gelme nedenini, bir aradalığı sürdürme kurallarını birlikte oluştururlar ve hiyerarşi olmaksızın belirlenen işbölümü ve paylaşımın şeffaf ve demokratik koşullarda sürdürülmesi katılımcıların katkılarını ve birbirlerine olan güveni pekiştirir.
**Sivil toplum girişimi öncelikle sorun temelli ve geçici bir araya gelişleri ifade eder. Bir araya gelişin gerekliliğini düşünenlerin tespitleri, önerileri ve birlikte neler yapılabileceğinin ortaya konulması ile ilk adım atılır. Bilgilenme, bilgilendirme, araştırma, farklı bakış açıları ile birlikte tartışma, girişimin yaklaşımını olgunlaştırır. 


Bir araya gelme, yan yana durabilme, köken, inanç, cinsiyet, kimlik, siyasi görüş ayrımı yapmadan ortak sorunun ele alınması önemlidir; sorunun sorgulanması ve çözümü konusunda öneri geliştirmesi daha önemlidir. Geliştirilen çözüm önerisinin hayata geçirilmesi, takip edilmesi, denetlenmesi, bütün bunları yürütebilecek çevrelerle dayanışma içinde olunması çok daha önemlidir. 

 


Ülkemizde, Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemleri, Gezi Eylemleri, Cumhuriyet tarihinin en yaygın ve en etkili sivil girişimlerine örnek olarak göstermek mümkündür. Siyasi bir organizasyon tarafından başlatılıp sürdürülmeyen, ancak günün gelişmelerinden rahatsızlık duyan, hoşnut olmayan bütün çevrelerin tepkilerini ifade ettikleri kendiliğinden gelişen  girişimler olarak toplumun çok geniş bir kesimince benimsenmiştir.

Beklendiği gibi siyaseten dönüştürücü olmamıştır. Ancak toplumun potansiyelini, birikimini ve taleplerini ortaya koyan bir deneyim olarak kayda geçmiştir. 

ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK İÇİN SİVİLLEŞME

Özellikle büyük kentlerimizde yer alan irili ufaklı çok sayıda sivil toplum girişimi bulunuyor.  Kendi işleyişlerini ve yöntemlerini kendileri belirliyor, özgünlüklerini koruyarak, ihtiyaç duydukları konularda ve çeşitli adlarla çalışmalar yürütüyorlar. İnsan hakları, barış, sosyal adalet, tüketici hakları, kadın, gençlik, çocuk, öğrenci hareketleri, evsizler, göçmenler, mülteciler, her alana uzanan yardım/dayanışma girişimleri, çevresel/kültürel değerler, yerel yönetimler, mahalle sorunları, mesleki gelişim, sınıfsal dayanışma gibi çok çeşitli konu ve alan üzerinden, izleme, tespit, bilgilendirme, hak arama, kamuoyu oluşturma, koruma, direnme, yönlendirme, düşünce üretme gibi amaçlarla hareket eden sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri kamuoyuna yansımaktadır.
Gelişen teknoloji ve iletişim ağlarının katkısı ile de pek çok sivil girişim, etkinlikleri yanında yaptıkları çalışmalarını, raporlarını paylaşarak kamuoyunun dikkatini çekmeyi ve bilgilenmesini sağlamaktadır.

Sivil toplum girişimlerinin en kalıcı, en çok takip edilen, etkin ve güvenilir bulunan faaliyet alanları kuşkusuz ki kamusal hak ve özgürlüklerimizin korunması, yaşam alanlarımıza sahip çıkılması, benzer çevrelerle dayanışma içinde çalışmalarının kamuoyuna mal edilmesi ile ilgili olanlarıdır. Bu haliyle söz konusu etkinlikleri, yönetenlerin ve çıkar çevrelerinin kasıt veya ihmalleri sonucu neden olduğu tahribatlar, mağduriyetler ve suiistimallere karşı toplumun ortak çıkarlarını esas alan toplumsal bir refleks olarak görmek mümkündür.  

Kabul edilmelidir ki siyasi hedefi ve iktidar talebi olmayan hiçbir girişiminin kalıcı veya dönüştürücü olması beklenmez. Ancak kamuoyunda bıraktığı etki ve yaygınlık ölçüsüne göre iktidar veya muhalif siyasi organizasyonlar üzerinde de harekete geçirici hatta dönüştürücü bir güce sahip olmaları mümkündür.

Türkiye’de son derece köklü nedenlere dayalı olarak demokrasi sorunu yaşanmaktadır. Seçme, seçilme, temsiliyet, denetim, hesap verilebilirlik alanlarının adil ve şeffaf koşullarda işlemediği/işletilmediği bilinmektedir. Korunan ve kollanan iktidar çevrelerinin yanında merkezi otoritenin yasak alanlar belirlemesi, düşünce, düşünceyi açıklama, bilgiye ulaşma, örgütlenme, sosyal, kültürel ve siyasi faaliyetlerde bulunma konularında sınır tanımaz keyfiliklerinin ulaştığı boyut sivil toplum örgütlerinin de hareket alanını, kendilerini ifade kanallarını son derece daraltmış durumdadır.      

Gelişmeleri yakından takip eden duyarlı bütün çevrelerin ortak kanısı ülkemizin içinde bulunduğu koşullar, açmaza düşülen sorunların ortaya konulması, demokratik koşullarda tartışılması ve çözüm önerilerinin geliştirilebilmesinin ön koşulu öncelikle tek adam yönetimine son vermekle mümkün olacaktır.

Bu yolda anti demokratik, gayrimeşru, haksız ve dayanaksız işlemler karşısında, yürürlükteki itiraz hakları sonuna kadar kullanılmalıdır. Kamuoyunun bilgilendirilmesi, kamuoyu oluşturarak hak ve özgürlüklerimize sahip çıkılması için çaba sarf edilmesi hepimiz için hayati öneme sahiptir.
Ortak kaygıları ve sorunları yaşayan çevrelerle dayanışma içinde olmak, bunları gündeme taşımak toplumsal olandan yana tutum almanın da ilk adımıdır. Kimsenin başkası adına, başkalarının da bizim adımıza düşünmesini ve karar almasını istemediğimizi ortaya koymak güdülmek istemediğimizin ifadesidir. Bıkmadan daha iyi ve daha doğrusu için denemek, bir araya gelmek ve hep birlikte kendi kendimizin sesi olmanın yol ve yöntemlerini geliştirmek despotizme ve barbarlıklara teslim olmayacağız demektir. 

 Nasıl ki her alanda ve her konuda erkek egemen, fırsatçı, çıkarcı, talancı ve kıyıcı bir resmi uygulama ve kollama ağı örülmek isteniyor ve bu amaçla toplumun en ilkel, en gerici ve şiddet yanlısı çevrelerinden yararlanılmak isteniyorsa; bir o kadar alan ve konu da sivilleştirilmeyi, özgürleştirilmeyi ve toplumsal olandan yana mücadele vermeyi bekliyor demektir.  

Unutulmamalıdır ki “Otorite ve  buyurganlık” koşulları “özgürlük ve eşitlik” taleplerinin örgütlü gücüyle orantılıdır, “Yukarıdan aşağıya” dayatmalar “aşağıdan yukarıya” dayanışma ağlarının bir araya gelmesiyle aşılır.
 




22 Ekim 2021 Cuma

REZALET ÇIKMIŞ AYYUKA

Ekonomik ve siyasi krizler bitmek bilmiyor. Tedavüldeki partilerin çözümsüzlüğü ve güven kaybı sürekli yeni aktörlere ihtiyaç doğuruyor. 

Şimdilerde bu sürecin esaslı bir hizmetkarı olarak servis edilen ancak hem kendi ülkesinde, hem de dış dünyada gözden düşmekten kurtulamayan AKP iktidarının alternatifleri üzerinde tartışılıyor.

Şurası açık ki 2000 li yılların sonundan itibaren AKP iktidarının “tülü” kaldıran uygulamalarıyla birlikte, ülkemizde yaşanan askeri darbeler dışında da yasama, yargı ve yürütme organlarının kayıtsız şartsız siyasi iradeye güdümlü hale getirilebileceğini, devletin sınıfsal tercihlerinde önceliklerinin ve sınırlarının nerelere kadar dayanabileceğinin pratiklerini yaşamaya devam ediyoruz.

Hiç kuşku yok ki herkes için esas dava geçim davasıdır. Ele güne muhtaç olmadan, dayanışma içinde, emeğinin hakkıyla, yeryüzünün nimetlerinden kardeşçe yararlanabilecek bir hayatı paylaşabilmek davasıdır.

AKP iktidarı da kendisinden öncekiler gibi bu vaatlerle iktidara geldiler. “Yerli ve milli” dediler. Diyanet İşleriyle devlet işlerini, yargı işlerini ve bütün bir toplumsal ilişkileri dizayn etmek istediler. Dünyevi değerler yerine dinsel referanslar ile itaati sağlarken, biat kültürüne dayalı yönetim anlayışını savundular. Biraz ulufe, biraz sadaka biraz da tevekkül ile küçük bir azınlığın saray yaşantısına, toplumun rızasını sağlamaya çalıştılar.
Ama onların da angajman ilişkileri farklı değildi. Sömürü ve eşitsizlik üreten çarkın parçası olan herkesi içine alan kural onlar için de geçerliydi. “ eşitsizlikler ve adaletsizlikler düzeninden beslenenler o düzeni değiştiremezler”.

Şimdi çevresine sus payı dağıtamayacak kadar daralan piyasa, el yakan fiyatlar, değersizleşen alım gücü, işsizlik, güvencesizlik ve geleceksizlik girdabında duvara toslayan ekonomi,
Tek adam yönetimi ile tamamen lağvedilen asgari hukuk düzeni,
Kayırma, kollama, iltimasa dayalı keyfi iktidar uygulamaları,
Suiistimal ve görevi kötüye kullanma halleri,
Her türlü zenginlik kaynağı üzerine fütursuzca çöken bir açgözlülük,
Şer’i hedeflerin şemsiyesi altında pompalanan talan, ganimet ve rant düşkünlüğü ile tam bir ye kürküm ye düzeni kurdular.  
20 yıl suskun kalan, karına kar katan TUSİAD’ın sahne alması boşuna değil.
Ateş bacayı sarmasın, yangın kontrolden çıkmasın derdinde oldukları besbelli.  

Yine belli olan,  artık her türlü musibette günah keçisi ilan edilmesi, pişkince bahaneler uydurulması kimsenin umurunda değil. Ama  irtifa kaybı kirli ilişkileri fazlasıyla gözler önüne sermeye devam ediyor. Örtbas edilenler, kılıfına uydurulanlar ve hangi oluşumları ihya ettikleri, iktidarlarını tahkim etmek üzere kamu otoritesinin nasıl kötüye kullandıkları birer birer açığa çıkıyor. FETÖ örgütlenmesine öykünen TÜRGEV’in, gayri resmi  militarist bir örgütlenme olarak SADAT’ın peşi sıra gelecek ifşaatlar artık ne kadar heyecan  uyandıracağını kestirmek zor.  Zira durum yeterince anlaşılmıştır.

Her ne kadar gemide kalan AKP tabanı halen muhalifleri için “dış güçler, işbirlikçiler, vatan hainleri, lobiler” söylemini devam ettirmek isteseler de ümitsizliklerini gizleyemiyorlar. Tek adamın mucizeler yaratmasını bekleyecek kadar çaresizler. Cemil Çiçek’in “ siyasetçilerin tövbeye ihtiyacı olduğu” açıklaması ise denizin bittiğini ilan ediyor.  
 
Basitçe denilebilir ki, ırk ve din üzerinden toplum ayrıştırılmamalıdır. Ayrıcalıklı uygulamalarla eşitsizlik ve adaletsizliklere neden olunmamalıdır. O nedenle yaşamakta olduğumuz bütün bu mağduriyetlere, tahribatlara ve bunca eşitsizlik  ve adaletsizliğe neden olan söz konusu mevcut model, işleyiş ve yönetim anlayışı süratle ortadan kaldırılmalıdır. 

Kuşkusuz kamu gücünü arkasına alarak cüzdanlarını dolduranlar, saray hayatına geçiş yapanlar, ak para kara para birbirine karıştıranlar, kökenini, inanç dünyasını da kirli emelleri için kullanarak iktidar salıncağında sallananlar hep böyle devam etsin isteyecekler.

Ama yeter olsun deme zamanı geldiği de ortadadır. İçeriden de, dışarıdan da yansıyan bunca pespayeliği bu toplum hak etmiyor. Nitekim, bu bunaltıcı ve daraltıcı hayat pahalılığı, yasaklar, baskılar ile bezenmiş keyfiyet düzeni 6 partiyi bir araya getirmiş durumda.

Elbette, tek adam  yönetimine karşı olmak, çoğulculuğu, daha demokratik bir işleyişi savunmak, son derece önemlidir. Karşı duruşun 6 partiden çok daha geniş bir alanı kapsadığı ise herkesin malumu.  
Bunun yanında açıkça ortaya koymalı ve ısrar etmeliyiz ki  bu düzeni ancak ve ancak “emek ve demokrasi ittifakı” değiştirebilir.

Sözü dinlenmeyen, karar süreçlerinde yer verilmeyen, bu ülkenin dışlanmakla kalmayıp horlanan, aşağılanan, hakkı ve hukuku tanınmayan bütün üreten çevreleri, inancı, kökeni, tercihleri baskılananları, emeği ile geçinenleri, toplumsal olandan yana düşünenleri, insanı ve tüm canlıları doğanın bir parçası olarak değerlendirenleri, dar gelirlileri, işsizleri, emeklileri, gençleri, kadınları, durun bakalım diyebilmeliler.        

“Tek adam yönetimine son vermek yetmez, Kağıt üzerinde yapılacak düzenlemelerle de olmaz, Bireysel ve toplumsal haklarımızın güvencelerini nasıl hayata geçireceğimizi belirleyelim.”
“Cumhuriyet değerlerini, laikliği, aydınlanma kanallarını geliştiren, işlevsel hale getiren kendi kendimizin sesi olmamızı sağlayan düzenlemeleri ortaya koyalım.”   
“Tercihlerimizi sermaye çevrelerinin beklentilerine göre değil, kamusal çıkarlarımızın gereklerine göre belirleme, katılım, açıklık, hesap verebilirlik, geri çağırma yöntemlerimizi açıklayalım” ,
“zenginlik kaynaklarımızı çarcur etmeden, bilimsel, kamusal ve çevresel değerlere sahip çıkarak, denetime, hesap vermeye, tartışmaya açık olacağımızı ve nihayet zengini daha zengin, yoksulu daha yoksullaştıran bu düzeni değiştirmek üzere tercihlerimizi deklare edelim” ittifaklarının kurulmasına öncülük edebilmeliler. 

Zira rezaleti ayyuka çıkmış bir düzenin değişmesi ancak o düzenden canı yananların bir araya gelmesiyle mümkün.

 


21 Eylül 2021 Salı

FETİH, KILIÇ HAKKI VE KESİK MİNARE

Fetih ve Kılıç hakkı anlayışına göre siyaset yapılması, kontrol altına alınan her değerin ganimet olarak görülmesi sonucu doğuruyor.   


Siyasi iradenin Antalya il temsilcilerinin bir süre önce Kesik Minare ile ilgili açıklamaları bu yaklaşımlarının bir örneği olmuştur;

“… Kesik Minare de,  Ayasofya gibi "kılıç hakkı" olarak görülmelidir.  Türklerin Antalya’daki egemenlik göstergesi olarak camiye çevrilmiştir.                         Dünya bilmeli ki Selçuklu fethi ile Akdeniz 814 yıldır bizim evimizdir.                                                     Fetih yıldönümünde medeniyetimiz ve milletimiz için bu anlamlı eserin açılışını yapacağız..”                ifadeleri basında yer almıştır.    

 

Bahsedilen alan, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri  boyunca, tapınak, bazilika, kilise ve cami olarak kullanılmıştır. 

Tarihsel ve kültürel bir varlık oması nedeniyle “açık hava müzesi” olarak düzenlenmesi kararı bulunmaktadır. 

Ayrıca kent için simgesel bir değeri bulunan bu alanın cami olarak faaliyete geçirilmek istenmesine kent dinamiklerince itiraz edilmiştir. 

 

 Antalya Müftüsünün, itiraz edenleri hainlik, inkarcılık ve İslam dini karşıtlığı ile suçlaması ise, “iktidar, din, kamusallık” ilişkisini ortaya koyan başka bir örnek olmuştur.      


Kesik minarenin 18. yüzyıl sonunda yanan ahşap minaresinin gerçekten bir ihtiyaca dayalı olarak yenilenmesinin ve cami olarak kullanıma açılmasının söz konusu olmadığı herkesin malumu olsa gerek. 

 

Zira bu alan Cumhuriyet tarihi ile birlikte resmi kayıtlarda, dünya turizm literatüründe ve kenti tanıtan görsellerde simgesel bir nitelik kazanmıştır. 

 

Bu haliyle kent belleğinde önemli bir yeri vardır ve kent planında korunması gereken bir alan olarak işaret edilmiştir. O nedenle içinde bulunduğumuz “milli ve yerli” konjonktürün müteahhitlik kriterleri ile  evrensel değerlere “külahı ters giydirmek” niyetiyle hareket edildiği de artık yeterince anlaşılmış olmalıdır. 



“Minare de doğru ama içi eğri” atasözü ile anlatılmak istenen “göründüğü gibi olmayan gelişmelerin, düşünce ve davranışların”, etraflıca üzerinde durulması kamusal hak ve özgürlüklerimiz için kaçınılmazdır.                          


AKP iktidarı, tek adam yönetimi ile birlikte sınırsız bir yetki ve keyfiyet içinde, iktidarı ele geçirmenin nişanesi olarak, kendi söylemlerinin, hayatın yegane belirleyicileri olmasını istiyor. 

Bu amaçla içi boşaltılan kamusal kurumlarda iktidar güdümünde hareket edilmesinin sağlanması ve cezasızlık politikalarıyla da kamu otoritesini kötüye kullanılması artık olağan hale getirilmiş durumda. 



Diyanet İşleri Başkanlığının siyasette, ticarette, yargıda, sosyal hayatta dini referansların etkin  hale getirilmesi çalışmalarında üstlendiği rol de bu sürecin bir sonucu.

 


Ancak unutulmamalıdır ki laiklik akılla, aklın egemenliği ile ilgili bir yaklaşımdır. 

Tarihsel olarak laiklik, ortaçağ kalıplarının ve dayatmalarının aşılarak, özgür insan aklına dayalı gelişim, değişim koşullarının sağlanması mücadelesinin bir ürünüdür. 

 

 

O zamanların burjuvazisinin, özgür akla, çoğulculuğa, eşitlikçi düşüncelere, kardeşçe bir arada yaşama taleplerine tahammül gösteremez hale gelmesi, artık bu kazanımların gözden düştüğü anlamına gelmemektedir. Aksine, Muhatabı olduğumuz adaletsizlikler, yoksunluklar ve dışlanmışlıklar her zamandan daha fazla özgürlük, eşitlik ve kardeşlik fikrine ihtiyaç duyulması sonucu doğurmaktadır.  


Hiç kuşku yok ki mevcut egemenlik ilişkileri hepimizi ekolojik sistem ile birlikte ölümlerden ölüm beğenecek bir duruma getirmiştir. Bu koşullarda toplumsal rızayı sağlama yol ve yöntemleri ise bir insanlık sorunu haline gelmiştir. Cinsiyetçilik, dincilik, ırkçılık ve gücü gücüne yetmek, zenginlik kaynaklarına el koymanın, yaşam biçimlerimize müdahale etmenin başlıca bahaneleri arasında yer alıyorlar. 



Bu nedenle tıpkı Kesik Minarede olduğu gibi 2000 yıllık tarihin üzerine beton dökülür gibi toplumsal yaşantımızı da kalıba sokmak istiyorlar. 

Çoğulculuğu, çok sesliliği, çok kültürlülüğü yok ederek, demokratik koşulları ortadan kaldırarak, kulluk ilişkilerini, biat kültürünü toplumsal yaşama egemen kılmak istiyorlar. 


Sanıyorlar ki tekçilikle, tek adam yönetimiyle, tek taraflı kararlarla, tek yanlı icraatlarla; tek başına iktidarda kalmak, tek bir hayat tarzıyla hüküm sürmek mümkündür.



Oysa ne bir dine, ne bir ırka, ne de zora dayalı hiçbir yönetim anlayışı kendi dışındakilerini değersizleştirip önemsizleştirememiş, yok edememiştir. Ama bu yöntemlerin hepsi eşitsiz yaşam koşullarının sürdürülmesinin birer aracı olarak kullanılmışlardır. 

 

O nedenle Kesik Minare ile ifadesi bulan kültürel varlıkları kendi bütünlüğü içinde koruyarak, yaşatarak ve aynı zamanda fetih, kılıç hakkı gibi kavramları müzelik hale getirmek hepimizin ortak hedefi olmalıdır. 


9 Eylül 2021 Perşembe

YOK OLUŞA YOL ALMAK

Dünyaya egemen olan anlayış küçük bir azınlığın   beklentileri için yer küreyi heba etmekten vazgeçmek istemiyor. Böyle devam ederse hep beraber yok oluşa yol almakta olduğumuz bilim çevrelerinin ortak görüşü …

 

İnsan ve doğa kıyıcılığı;  beton çelik/plastik/kimyasallar ile daha çok para kazanma savaşları, ölümcül küresel salgınlarının ve iklim krizlerinin felaketlerini beraberinde getirdi. 

 

Bu statükonun devamı giderek şiddetlenecek, daha da derinleşecek eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve telafisi imkansız  vahim doğal koşulları beraberinde getireceği konusu kabul edilen bir diğer gerçekliğimiz…

 

(https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/iklim-krizi-gelir-esitsizligi-iliskisi-ne-kadar-zenginseniz-dogayi-o-kadar-fazla-tahrip-edersiniz,32187)  

 

İnsanın kendisinin neden olduğu ekolojik sistem tahribatlarının önüne geçmesi yine kendi tercihleri ile mümkün ve bunun maddi temellerinin mevcut olduğu çok açık. Zaman, mekan ve teknolojik imkanlar gelişse de, üretim ve yaşam koşulları değişse de yaşamsal değerlerimizi korumak, doğanın bir parçası olduğumuzu unutmadan dayanışma içinde yaşamak zorundayız. 

 

Kentsel yaşamın kötü gidişe dur diyecek dinamikleri var  

 

Tarihsel, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin bir ürünü olan kentleşme, içinde barındırdığı kurum, yapı ve kayıtlarıyla insanın geçmişini muhafaza ederken, gelişim ve dönüşüm kanallarını da kendi bünyesinde taşıyan bir işleve sahip.


J.J Rousseau’nun  « Köyü kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar  saptaması, "Hak, Hukuk, Yurttaş ve Kent" kavramlarının iç içe geçmişliğini ortaya koymaktadır.

 

(Lewıs Mumford)’un “Kent, sonsuz geçmişle, nerede biteceği bilinmeyen gelecek arasında, sürekli dönüşen ama tamamlanamayan bir mekandır» değerlendirmesi önemlidir (1). 

 

Ulus-devlet ile işlev üstlenen modern zamanların yurttaş veya Yurttaşlık kavramı, küreselleşme ile birlikte farklı anlamlar yüklenerek «çok kültürlü yurttaşlık» kapsamında tartışılır hale geldi. 

 

Sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılıklar;                           mülkiyet, üretim ve egemenlik ilişkileri, günümüzde de devam eden hak mücadelelerinin esas nedenini teşkil ediyor.


İnsanın ve Halkların Hak mücadelesinin özünü oluşturan daha iyi, daha doğru, daha güzele ulaşma çabaları toplumsal hayatın gelişiminin dinamikleri olmaya devam ediyor.  

 

Kentsel yaşam da bu mücadelelerin ürünü olduğu kadar, kendini aşacak, toplumsal olandan yana, daha ileri adımlar atacak siyasi/ekonomik potansiyelleri de içinde barındırıyor. 

 

Teknolojik gelişme, üretim araçlarının geldiği aşama, üretimin gücü, üretilen ürünler ile adilane koşullarda bölüşüm ve paylaşımın mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

 

Toplumsal sorunlara tarafsız, objektif ve bilimsel bakan bütün çevrelerin ortak kanaati odur ki; Üretim, esas olarak insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmalıdır. Sınırsız kâr amaçlı bir üretim söz konusu olmamalıdır. Aşırı tüketim teşvik edilmemelidir. Gelir ve refahın adaletli bir biçimde bölüştürüldüğü, savaşlara imkan tanımayan barış içinde yaşama koşulları sağlanmalıdır. Bu sayede başta iklim krizi ve ekolojik çöküş olmak üzere sosyo-ekonomik adaletsizliklerin de önüne geçmek  mümkün olacaktır.  

Bu bakış açısı da ortaya koymaktadır ki ihtiyacımız olan, toplumcu, dönüştürücü siyasi irade ile onu sahiplenecek toplumsal örgütlenmeden yoksunluğumuzdur. 

 

HAKLARIMIZI HATIRLAMAK 

 

İklim krizi, ekolojik çöküş ve sosyo-ekonomik adaletsizliklerin önüne geçmek durumundayız. Kapımıza dayanan tehdidi ve bizler dahil pek çok canlı türünün yok oluş sürecine çözüm üretmek zorundayız. O nedenle bu yolda çözüm geliştirmeyi kolaylaştıracak "hak" ve "hak mücadelesi" kavramlarını hatırlamak ve hayata geçirmek için ısrarlı bir çaba sarf etmek son derece değerli olacaktır. 

 

 "Hak Talebi" İhtiyaçtan Doğar 

Haklar yalnızca ifade edilmekle değil, talep edilebilir, ulaşılabilir, kullanılabilir olduklarında anlamlıdır. Sahip olduğumuz haklarımız da aynı şekilde hayatın içinde duyulan bir ihtiyaçtan, o ihtiyaç sahiplerinin taleplerinin olgunlaşması ve toplumsallaşması ile kullanılabilir hale gelmiştir.                                                                         

 

Hakkın varlığından söz edebilmek için,

 

1-Yaşamdan kaynaklı bir değer söz konusu  olmalıdır.     


Hak talebi, canlı veya cansız değer için, emek > üretim > bölüşüm > işbölümü > sahiplik ilişkilerini içeren ilişkiler sürecinin > ortaya çıkardığı yaşamsal bir ihtiyaca bağlı olarak  > otoriteye karşı > giderek toplumsal bir güç haline gelen koruma/korunma taleplerinin varlığı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaya başlar.                                                                                                                                                                                        

2- Bu talep kapsayıcı olmalı, genellik ve eşitlik ilkelerine aykırı olmamalıdır.                                             


3- Bu yaşamsal değerin hak olarak nitelendirebilmesi için de 4 unsura sahip olması gerekir; 

 

a) hangi konu, hangi değer korunmak istenmektedir; konusu belli olmalıdır. Tarihsel kültürel doğal canlı, cansız bir değer…. 


b)  Hak diye nitelenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğu; öznesi belli olmalıdır. İnsan, kadın, çocuk, engelli..   


c-   Muhatap genel olarak siyasal otorite, merkezi veya yerel yönetimler, meşru bir otorite olmalıdır. Hakların tanınması ve uygulanması için koşulları yaratmalı, hak ve özgürlüklerini kullananları engelleyici olmayan siyasal ve sosyal tedbirleri almakla sorumlu olmalıdır.                                                                      

d- Hakların  ihlalinde idari ve adli yaptırımlar öngören ve uygulayan bir hukuk düzeni olmalıdır. 


Üç Kuşak İnsan Hakları  

 

Tarihsel süreci içinde değerlendirilirken haklar üç kuşak/dönem olarak ele alınır.


>BİRİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > devletin dahi karışmaması gereken özgürlükler ve siyasal haklar alanıdır. İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yönetime katılma hakkı…

Bu haklar, kapitalist ilişkilerin inşası ve  egemen olma sürecinde feodal beylere karşı burjuvazinin yürüttüğü mücadele ile elde edilmiş olan bireysel hakları, kişilik ve siyasal hakları içermektedir.                                                                                                                                                                                   

>İKİNCİ KUŞAK İNSAN HAKLARI > toplumsal ekonomik ve sosyal haklardır. Kamusal otoriteden düzenleme yapması, müdahil olması talep edilen alanlara ilişkin haklardır. Konut, sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi emeği ile geçinenlerin, eşitsizliğe maruz kalanların, sosyo-ekonomik dezavantajlıların ihtiyaçlarından kaynaklanan haklardır.    

 

>ÜÇÜNÇÜ KUŞAK İNSAN HAKLARI >  Son 30-40 yılda gündeme gelen dayanışma haklarıdır. Kişinin, örgütlü toplumun ve gerektiğinde devletlerin birlikte katkısını gerektirir. Çevre hakkı, barış hakkı, kalkınma hakkı, insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakları, kültürel miras hakları, halkların hakları ile kent hakkı kavramları bu grupta değerlendirilir.                                              Uluslararası ölçekli gelişmelerin, küreselleşen ticaretin, ulus-üstü şirketlerin neden olduğu ortak sorunlara karşı talep edilen hakları kapsamaktadır.                                                                                

Küreselleşme politikalarıyla birlikte ulus üstü şirketlerin paraya dönüştürülebilecek her alanın piyasalaştırılmasının, kamusal hizmetlerin ve kamusal alanların ticarileştirilmesinin kent mekanlarında somutlaşma koşullarını ifade etmektedir . 


Uzay hakkı, ileri teknolojik gelişmeler, klonlama ve bilgi toplumu hakkı gibi evrensel mutabakat koşullarının tartışmaları devam eden 4. kuşak hakları bulunmaktadır. 

 

Uluslararası bildirgeler ve Birleşmiş Milletler’de imza altına alınan sözleşmelerde açıklanan insan hakları, devletleri, devleti yöneten siyasi iradeyi bağlayıcı, iktidarların saygınlık, onur ve güvenilirliğini ortaya koyan, kayıtsız şartsız uymakla yükümlü olduğu taahhütleri haline gelmişlerdir. 

Bunun yanında her insan ekonomik olarak eşit doğmamaktadır. Bu bakımdan bütün insanların haklar ve özgürlükler bakımından eşit kabul edilemeyeceği eleştirisi devam etmektedir. O nedenle eşitsiz yaşam koşullarının mağdurlarının insan haklarında ifadesini bulan doğuştan eşitlik ve sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri için ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadeleleri devam etmektedir. 

Hiç kuşku yok ki en temel haklarımızda yaşamakta olduğumuz sorunların sorumlusu egemen yönetim anlayışını sürdüren siyasi iradedir/iktidardır. 

 

KENTSEL YAŞAMIN HAKLARI

 

Günümüzde kentler, kentsel yaşama ilişkin haklar kapsamında her üç kuşak insan haklarımızın da gerçekleşme/ ama daha çok iktidar odaklarınca engellenme alanı haline gelmiştir.   

 

(Louis Wirth)  tanımıyla, Kentler, toplumsal olarak benzerlik göstermeyen bireylerin oluşturduğu, yoğun nüfuslu, mekanda süreklilik niteliği olan, heterojen, iş bölümü ve uzmanlaşma  seçeneklerine sahip yerleşimlerdir. Kentsel yaşamın, kent sakinlerine sosyal, kültürel, toplumsal etkinlikler açısından olanaklar sunması, giderek kente özgü özelliklere ağırlık kazandırması, kentlilik bilincinin, kentte yaşamanın zorunlu kıldığı kurallara uygun davranma özellikleri geliştirmesi beklenir”(2)

 

Küreselleşmenin henüz olgunlaşma dönemlerinde özellikle sanayileşme ile birlikte etrafımızı saran yoğun yapılaşmanın, yoğun emek sömürüsünün ve hemen her alanda kullanım değeri yerine, değişim değerinin esas alınır hale gelmesinin ve küçük bir azınlığın beklentileri için kentsel yaşamda dışlanmışlıkların, daralmışlıkların ve yabancılaşmaların olağanlaştırılmak istemesi karşısında kent hakkı kavramını savunan  Henri Lefebvre’nin (3) yaklaşımı bugün de geçerliliğini korumaktadır.            Ona göre,                                                                                                                                                                        

«var olan kentin hakkını değil, gelecekteki bir kentin hakkını talep etmeliyiz»

 

Kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile kentte yaşayanların kentsel siyaset içerisinde yerini almaları ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmak üzere örgütlenmeleri gerektiğini savunan Lefebvre, «Kentin sermaye veya mülk sahibi olmayan, mekanların değişim değeri üzerinden para kazanamayan sınıflarının kent üzerinde artık hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştır”, «Kent mekanlarının, ortak alanların, kıyıların, yeşil alanların kullanıcılarının hakları, bu mekanların kapitalist piyasada değişim değeri üzerinden para kazanan sınıfları tarafından sürekli gasp edilmesi….” karşısında sessiz kalınmaması gerektiğinin altını çizmiştir.

 

Mckenzie Wark (4), kentsel gelişimin toplumsal olandan yana dönüşümün koşullarını kendi içinde barındırdığını, bunun için itiraz etmenin yeterli olmadığını ifade etmektedir.


«Gelecekteki daha iyi zamanlar vaadi avucumuzdan kaçıyor. Bu dünyanın sunduğu imkanlar şimdilerde son derece iç karartıcı ve çok sönük…  En iyi haliyle sunduğu şey, parçalanma gösterilerinden ibaret. Seçenekler ya kapitalizm ya barbarlık. Şantajın yönettiği bir çağ bu. Ya aynı şeyleri tekrar edeceğiz ya ahir zamanları göreceğiz.  Daha doğrusu onlar öyle diyorlar. Ama biz kabul etmiyoruz. Şimdi, 21. yüzyıldan nasıl çıkacağımızı planlamanın vakti geldi. Karamsarlar haklı, bu böyle sürüp gitmez.                                                                                                 İyimserler de haklı, başka bir dünya mümkün.  Araçlar elimizin altında.”  

 

 

Bu konuda David Harvey (5) “ Kent hakkı kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ancak bu değişim bireysel beklentinin değil, kollektif bir beklentinin kullanımına dayanır. Çünkü kent hakkı, ortak geleceğimizi belirleme hakkıdır.” derken bu araçları nasıl kullanılabileceğini ve müşterek beklentilerimiz için bir araya gelmenin gerekliliğini ifade eder.

                                                                   

Harvey’e göre “kent hakkı bugün küçük bir siyasal ve ekonomik elit grubun elindedir, geri kazanılması gerekir. Demokratikleşmenin, mekanı yeniden üretmenin, kamusal alanları yeniden kazanmanın yolu kent hakkı mücadelesi ile mümkün olacaktır."

 

Margit Mayer ise,(6) “… kentin, kamu çıkarları aleyhine rant aracı haline getirilmesi, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanlarının sınırlandırılması, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara karşı verilen kent hakkı mücadelesinin öncelikle ona ihtiyacı olanlar için sahiplenilmesi gereken bir hak olduğunu…” ifade ederken gerçekte kentsel haklar için verilen mücadelenin dayanması gereken gücün elit bir grup değil, dışlanan, ayrımcılığa tabi tutulan, kentsel imkanlardan yararlanamayan çevreler olduğunu söylemektedir.

 

Şurası son derece açık ki kent sakinleri, var olan kentten memnun değil.  Kentin imkanlarından yeterince veya hiç yararlanamayan kent sakinlerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor.                   Kentler büyüdükçe insanlar daralıyor….

 

KAMU / KAMUSAL ALAN / KAMUSAL ÇIKAR

 

Kent sakinleri neden daralıyor ? 

 

Barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, boş zamanlarını değerlendirme, dinlence haklarından mı  yararlanamıyor ? Temiz çevrede yaşama hakkı mı ihlal ediliyor ? Zaten sözü dinlenmeyen kent sakinleri ortak alanlardan da mı yararlanamaz hale getirildi? Düşünceleri, kimliği, kültürel yaşamı, içine kapanmasına mı neden oluyor ? Geçinemiyor, muhtaçlık halleri, bağımlılık ilişkileri onu daha da mı eziyor ?   Yoksa bütün bunlar yetmiyormuş gibi kamusal alanlarda ve kamusal hizmetlerde bir müşteri olarak görülmesi mi onu fazlasıyla daraltıyor ?


Kamu/toplum, kamusal alan, kamusal/toplumsal çıkar kavramları, kentsel yaşamda topluma ait olan, herkese açık, özel ya da kişisel olmayan, herkes için ele alınması gereken konuları, alanları  ve uygulamaları içermektedir.  

 

Bu alanlar, istisnai haller dışında toplumun serbestçe yararlanma koşullarının sağlandığı, yurttaşlık hak ve sorumluluklarının dışlanmaksızın ve ayrıcalıksız olarak işlevsellik kazanmalarının mümkün olduğu etkinlik konuları, alanları ve uygulamaları olarak ele alınmalıdır.  

 

Bu kavramlarla esas olarak, toplumun ortak ihtiyaçlarının gözetilmesi gerektiği açık bir konudur.           Bu doğrultuda bireyin kendini özgürce ifade edebildiği, kendi ayakları üzerinde kalmasını sağlayacak koşulların sağlandığı, o nedenle kamusallığın, kamu sektörünün ve kamusal hizmetlerin var olduğu düşünülmelidir.   

 

O nedenle bir bütün olarak haklarımız ve özgürlüklerimiz, farklılıklarımızın korunması, geleceğimize güvenle bakabilmemiz, demokratik, kültürel, tarihsel ve doğal değerlerimiz   ve bütün bu toplumsal bağlarımıza yönelik yasal düzenlemeler kamusal çıkarlarımız ile doğrudan ilgilidir.

 

Kamu gücünü temsil eden ve kamu otoritesini kullanma yetkisine sahip olan devlet, bu nedenle tüm yurttaşlarına eşit mesafede ve tarafsız olması gerekir.

 

Ancak kamu demek, devlet demek de değildir.  Kamusallık veya kamuculuk, çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi, bireylerin gelişime ve değişime açık toplumsallaşmasından yanadır.  

 

Ne yazık ki devlet yapısı da, siyasi irade de tekçi, otoriter ve güdümlü bir toplumsallaşma istemektedir. Buna toplumsallaşma değil, toplumu sürüleştirme demek daha doğru olacaktır. Çünkü kamusal olanın içi tamamen boşaltılmış durumdadır.                                              


O nedenle artık kamu, kamusal alanlar ve kamusal çıkarlar değil, tek adam ve onun savunduğu çıkarlar geçerlidir.

 

KAMUSAL OLANIN İÇİ BOŞALTILDI.

 

Küreselleşme ile her alana sirayet eden neoliberal politikalar nedeniyle, ulusüstü şirketler ve sermaye çevreleri yararına  kamusal alanların işlevleri ve kamusal hizmetlerin esas amaçlarının içi boşaltılarak tasfiye edilmiştir. Hatta bu konuda pervasızlık o dereceye varmıştır ki,  ormanların, akarsuların, madenlerin  özel çevrelere tahsis gerekçesi olarak kamu çıkarı gösterilmektedir.

 

Kamusal mekânların ve kamusal hizmetlerin ticarileşmesi, tüketimin teşvik edilmesi, ancak  parası olanların yararlanabileceği kamusal düzenlemeler ile kamusal alanların işgali,                                         kıyıların, ormanların, madenlerin, su kaynaklarının özelleştirilmesi,                                                   sermaye sahiplerinin kar beklentilerine göre yatırımlar yapılması,                                                              ve paraya dönüşebilecek her alanın ve her konunun piyasalaştırılmak istenmesi;                                        hak ve özgürlük alanlarımızın daha da daralmasına, sınırlandırılmasına ve devletin her koşulda sermaye çevrelerinin çıkarlarını korur hale gelmesine neden oldu.

Bu durum devlet politikası halini aldı ve kamu kurumları buna göre yapılandırıldı. Bütün bu süreç kayıtsız şartsız sürdürülmesi, idari, yargısal, toplumsal herhangi bir engelle karşılaşılmaması amacıyla tek adam rejimine geçildi. Toplumsal rıza konusunda da  Türkçülük/Dincilik ittifakına bel bağlandı. 

 

Aynı şekilde yerel yönetimler de bu durum nedeniyle yapısal değişikliğe uğradı. Ancak tek adam yönetimi konusunda, toplumsal rızanın sağlanamadığı bu alanda kendini gösterdi. Cumhur ittifakı seçimleri kaybetti. Şimdi çoğunluk yerel yönetimler tek adam yönetime karşı ama stratejik alanlardaki kararlar, planlama, tahsis, ihale yetkileri merkezi yönetime aktarılarak içi daha da boşaltılmak isteniyor.

 

Hiç kuşku yok ki, devlet, doğrudan üretim, bölüşüm ve siyasal alana müdahale tekeline sahiptir. Devlet yapısının ve işleyişinin bir parçası olarak yerel yönetimler de bu müdahale alanı içinde yer almaktadır. Yerel yönetimlerin yapısal düzenlemelerinin, kullandığı yetkilerin içeriği ve sınırlarını belirleme tekeli merkezi yönetim aracılığı ile gerçekleştirilmektedir.   

 

Dolayısıyla ne merkezi, ne de yerel yönetimlerin sınıflar üstü, toplumsal ayrışmalar ve çatışmaların üzerinde tarafsız bir konuma sahip olduğunu savunmak mümkün değildir.

 

Zira, yerel yönetimlerin alt yapı, ulaşım, mekan örgütlenmesi, genel sağlık, değişim ve tüketimin sürdürülmesi gibi düzenlemelerinin ticarileştirilmesi, mal ve hizmetlerin  kullanım değeri yerine değişim değeri esas alındığını ortaya koymaktadır. Buna ek olarak özel mülkiyete konu olmayan kamusal alanlar birer rant konusu haline getirilmektedir. Özel mülke konu alanlar ise planlama ilkelerine aykırı olarak ranttan daha fazla pay edinilmesine imkan tanınmaktadır. Böylece mülk sahipliği ile rant düşkünlüğü özdeş hale getirilmiştir. Ortak alanların ve kamusal hizmetlerin özel çevrelere tahsisi ve söz konusu tahsis ve ihalelerle kayırmanın, taraflara menfaat sağlamanın yerleşik hale geldiği artık sır değildir. Benzeri çıkar ilişkileri gibi sayılabilecek pek çok nedene dayalı olarak, hem merkezi yönetimler hem de yerel yönetimler, artık özel menfaat çevrelerinin sermaye birikim ve pazar edinme alanları haline getirilmiştir. 

 


Öngörüsüzlük, plansızlık, donanımsızlık ve tedbirsizlik sonucu yaşanan, iklim krizinin etkisiyle daha da katlanan sel, taşkın, orman yangını felaketlerinin de bu çıkar çevreleri için ayrı bir nemalanma aracı olarak kullanılmak istenmesi de artık tek ölçütün kamu kaynaklarına bütünüyle çökme operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığımızı ortaya koymaktadır.  

 

Bütün bu yapılanma modelleri ve uygulamalar insan hakları hukukuna, uluslararası insan hakları bildirge ve sözleşmelerine, anayasal  ve yasal düzenlemelere aykırıdır. 

 

Anayasada yer alan kişisel, sosyal, ekonomik, siyasal haklar küçük bir azınlığın ulaşabildiği ve keyfi bir şekilde kullanılan göstermelik haklar halini almıştır. 

 

Toplumun çok büyük bir çoğunluğu maddi desteğe muhtaç ve son derece kısıtlı koşullarda yaşamalarına neden olan bu model nedeniyle, yurttaşlar haklarından ya yeterince, ya da hiç yararlanamamaktadır.

 

Bu fiili durumdan nemalanmak üzere üretilen politikalarda yer alan yönetime katılma düzenlemeleri /kent konseyi – çeşitli STK ve meslek odaları ile yürütülen istişareler/ ise, tıpkı diğer haklarımız gibi göstermelik ve iktidarın işine geldiği ölçüde dikkate alınan ayrıntılardır. Öyle ki anayasal haklar olan dilekçe hakkı, bilgi edinme hakkı, ÇED toplantıları, yargısal süreçler idarenin keyfiyetine göre işlem gören düzenlemeler haline almıştır. 

 

Bu olumsuz tablodan siyasi irade sorumludur elbette. Ancak merkezi veya yerel yönetim kurumlarının toplumu zapt- u rap  altında tutmak isteyen bu zora dayalı düzenlemelerin ve uygulamaların parçaları oldukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.


Bütün insani değerleri ezen, varlığını kendi dışındakilerinin haklarını yok sayarak sürdürmek isteyen iktidar anlayışının haklarımızı gasp ettiğini, kente ve yurttaşlara karşı suç işlendiğini, merkezi ve yerel yönetimlerin kamusal yükümlülüklerini yerine getirebilme özelliklerinin kalmadığı artık ayan beyan ortadadır.    

 

İŞKENCESİZ BİR HAYAT MÜMKÜN

 

Kabul edilmelidir ki bu haliyle toplum sistematik bir işkence altında yaşamaktadır.     


Bu yapı ve işleyiş, kent sakinlerinin büyük bir çoğunluğunun hemen her anında, irili ufaklı iktidarlarca onların yaşam biçimlerine müdahale edilmesine de neden olmaktadır. Muhtaçlıkları, geleceksizlikleri, daraltılmışlıkları içinde hemen herkes kaygılı, mutsuz ve güvensiz koşullarda yaşamlarını sürdürmeye zorlanmaktadır.  


Bütün kadınların her an sözlü veya fiili bir saldırı altında, erkek egemen çevresinin şiddet ve ölüm tehdidini göze alarak yaşıyor olmaları;     

 

Bütün çocukların, gençlerin  korku ve biat ortamlarına mahkum edilmeleri, ucuz işgücü ürünleri olarak yetiştirilmeleri; 

 

                                                              Bütün çalışanların, emeklilerin, iş arayanların yaşamlarına ilişkin kayda değer söz hakkına sahip olamamaları, buyurganlık ve sürekli yasak ve cezalandırılma tehdidi altında yaşarlarken iktidar çevrelerinin her türlü keyfiyetinin cezasızlıkla ödüllendirilmeleri de ortaya koymaktadır ki;  toplumsal olarak düşüncelerimizi açıklama ve örgütlenme özgürlüklerinden mahrum ve siyasi iradeye güdümlü bir hayata bağımlı kılınmak isteniyoruz.  

 

Seller, orman yangınları, kuruyan göller, iklim krizi karşısındaki öngörüsüzlükler de göstermektedir ki  bilimsel yaklaşımlar, planlama anlayışları iktidar için uyulması gereken kılavuzlar değildir. Savaş tacirliği, göçmen, mülteci pazarlıkları ve emperyalizmin beklentileri arasında gidip gelmeler, ekonomik ve siyasi tercilerde toplumun ihtiyaçlarına aldırış edilmedi son derece açıktır.                                                                                     

Bu koşullar, emeği ile geçinenlerin, dar ve sabit gelirlilerin değil, ama şirketlerin, iktidar çevrelerinin işine gelen bir hayat halini almıştır.                                                                                                               

Bütün ortak alanlarımıza ve değerlerlerimize yönelik işgal ve dışlanmışlık halleri  hak mücadelesinin ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.       


Toplum ve toplumsal hayat zaruret haline düşürülmüş durumdadır. Bir araya gelmeye, temas içinde olmaya, tartışmaya ve sorunlarımıza yönelik çözümler geliştirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. İçine sıkıştırıldığı krizi aşmak zorundadır. Mafya ilişkilerinin, her türlü çarpma, çırpma, suçu ve suçluyu gizleme senaryolarının sonu gelmemektedir. İktidarın hayata dair söyleyebileceği kabul edilebilir bir argümanı kalmamıştır. O nedenle dini referanslarla, dinsel figürleri öne çıkarmaktadır.
 

Dini siyasallaştırarak, ırk ve köken üzerinden toplumu kendi içinde ayrıştırarak taraftar edinmek isteyen iktidar anlayışı, bu koşulları acımasız bir sömürü ve talan düzeninin zenginleşme aracı haline getirmiştir.

 

O nedenle “var olan kentin/iktidarın/ tekçi çıkar çevrelerinin hakkını değil, geleceğimizin kentini /ortak çıkarlarımızı/ çoğulcu toplumsal olandan yana haklarımızı talep etmek üzere, hiç bir bahane üretmeden bir araya gelmekten kendimizi alıkoymamalıyız.  

 

 

(1)     Lewis Mumford, (1961) “Tarih Boyunca Kent” Ayrıntı Yayınları, Çev: Gürol Koca, Tamer Tosun

(2)     Louis Wirth’ün 1938 yılında yayımlanan ‘Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentleşme’ makalesi 

(3)     Henri Lefebvre (1967), “Şehir Hakkı” Sel Yayınları, Çev. Işık Ergüden

(4)     McKenzie Wark (2011) “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var” Sel Yayınları, Çev.Arda Çiltepe

(5)     David Harvey (2012) “Sermayenin Mekanları” Sel Yayınları, Çev.Başak Kıcır,Deniz Koç,Kıvanç Tanrıyar,Seda Yüksel

(6)     Margit Mayer(2014) “Kar İçin Değil Halk İçin Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı” Sel Yayınları, Çev.Kübra Kelebekoğlu

-
Bültenimize Katılın