“Başkanlık sisteminin fiilen başladığı, kısa sürede anayasaya uygulanacağı, darbe
anayasasından kurtulacağımız” Binali hükümeti tarafından ilan edildi.
Toplumun neredeyse yarısıyla ihtilaflı, ya da savaş halinde olan, sindirme operasyonlarına kesintisiz devam eden, yasaklamaları, dayatmaları olağan hale getiren siyasi iktidar, yarattığı bu fiili kaotik ortamın hukukileştirilmesinin zorunlu olduğunu ileri sürüyor. Dahası “…Çok yakın bir gelecekte lider ülke olacağımızı fark edenler bizi birbirimize düşürmek istiyorlar. O nedenle yargıyı, yürütmeyi, yasamayı uyumlu hale getirmemiz yetmiyor. Bize güçlü bir baş gerekli, ya benden yanasın ya da düşmana hizmet ediyorsun, ya milli ve yerlisin ya da dış mihrakların oyuncağısın diyebilen, sırası geldiğinde hakmış hukukmuş bir kenara bırakılmasını, kimseye hesap vermeden herkese haddini bildirmeyi anayasal güvence altına alan yasal düzenlemeye sahip olmalıyız…” demeye getiriyor.
Diğer bir deyişle siyasi iktidar kadim düşmanlıklarına, sorgulayana, itiraz edene, kendi içinden ürettiği “paralel yapıya” sürdürdüğü saldırılarına, korku, tehdit ve nefret söylemlerine, her alanda ve her konuda nalıncı keseri gibi kendine yontan kararlarına ve uygulamalarına anayasal bir çerçeve oluşturmak istiyor.
Oysa artık herkesçe görünür hale gelen bu “kutlu yürüyüş”, yoksunlukların, yolsuzlukların, sömürünün, menfaat ve biat yöntemlerinin kutsanan bir yolu oldu.
O nedenle bu “mübarek” yürüyüş, giderek daralan bir yolda “kendi evlatlarını” yok ederek, etkisizleştirerek ve dahası hizaya sokarak yol alabiliyor. Birbirinden vazgeçemeyecek kadar birbirlerine muhtaç sırlara sahip olanlar ve kaybetmeyi göze alamayanlar adeta birbirlerinin esiri haline geldiler…
YERE GÖĞE SIĞAMAMAK …
“Kendileri gibi olmayanların” da hakları ve özgürlükleri olduğunu; herkesin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri gerektiğini; ayrımsız hiç kimsenin “egemenin” tarifine göre yaşamaya zorlanamayacağını; insanlık hallerinin her türlüsünün toplumsal hayatın, farklı kültürlerin ve doğanın bir tezahürü olduğunu; dünyanın merkezi olarak kendilerini görmemeleri gerektiğini çoktan unutmuş görünüyorlar.
İ
İSTİSMARSIZ YOLA DEVAM EDEMEMEK…
Artık gelinen aşamada kendilerini dev aynasında görenler “dava” ve “kutlu yürüyüşü” aynı zamanda “istismarlarının” aracı olarak kullanmaktan başka seçenekleri kalmadığını ortaya koyuyorlar.
İstismara uğramayayım diye minnet duygularıyla görevini bırakan başbakandan;
İstismar edilmeyelim diye dokunulmazlık operasyonlarına destek veren ana muhalefet başkanına; İstismar cephesinde yer almayı kendi kurtuluşu olarak gören “milliyetçi çevreden”; genç yaşlı kadınlardan başka çoluk çocuğa kadar herkes bu erkek egemen toplumun istismar öznesi haline getirildiler.
KENDİ ÇÖPLÜĞÜNDE HOROZ OLMAK…
Ülkemizde düzenlenen Birleşmiş Milletler 2016 Dünya İnsani Zirvesinde “çatışmalarda uluslararası insan hakları hukukunun uygulanması ve sivillerin güvenliğinin sağlanmasını” konu alan ortak bildiriye imza atamayacak kadar hak, hukuk, adalet duygularından uzaklaşmış durumdayız ama iç politikada istismar bütün hızıyla devam ediyor.
Ayyuka çıkan ama ülkemizde fütursuzca üzeri örtülen, denizaşırı rüşvet, yolsuzluk, çalıp çırpma dava dosyaları siyasi iktidarın yüzünü bile kızartmıyor.
Sanıyorlar ki dini referanslar, dinsel merasimler, dindar yöneticiler, dini eğitim, dini kurumlar ve nihayet dindar anayasa ve kindar yurttaşlık söylemleri ve uygulamaları ile topluma karşı üstlendikleri görevlerini ve yetkilerini kötüye kullanmalarını bertaraf edebilecekler. Oysa kutsallık atfedilen bir “dava”, inanç veya köken dünyasının bir parçası olarak toplumla ilişkilenmişse, parti devlet bütünleşmesi yoluyla sağlanan fiili durumlara dayalı hiçbir kanuni düzenleme bu yolla meşruiyet kazanamaz.
Böylesi fiili durumların toplumdan yetki alınmasının bir sonucu olarak yansıtılması da kimseye haklılık sağlamaz.
EGEMENİN OYUNUNA GELMEK…
Zira temel problemimiz kimi referansların örtüsü ile gerçekliklerimizle yüzleşmekten alıkonulmak istenmemizdir. Toplumsal hayatta yer alan farklı düşüncelerin ve farklı davranışların bir arada yaşama kültürünü, kendilerini özgürce ifade edebilmesini ve toplumsal “nimetlerden” yararlanmasını, ancak ve ancak egemene biat koşuluna bağlı kılan yönetim anlayışına ve yaşam koşullarına karşı duruşu engellemenin yolu olarak dini inançlarımız, kökenlerimizi kullanıyorlar.
Bu nedenle ekonomi ve siyaset alanında rollerini icra edenler “elindekini kaybetmemek”, “yerinden olmamak” kaygısı ile hareket ediyorlar. Toplumsal olandan yana değerleri önemsemedikleri gibi “hep bana, hep bana” politikalarının icracısı oldular. O nedenle fatura da, ”haciz işlemleri de” hep dar gelirli emeği ile geçinen insanlara uygulandı.
DÜNDEN BUGÜNE…
Kabul edelim ki, egemen olanın iktidarı kadar, tedavüldeki muhalefeti de bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramadı. Yasama ve yürütme geçmişte de egemenin ihtiyaçlarına ve keyfiyetine göre pozisyon almıştı. Yargı “çay toplamaya” yalnızca bugün çıkmadı. Eşitsizlik, şiddet, yalan, dayatma ve sömürü geçmişte de çok can yaktı.
BUGÜNÜN YARINI DA VAR…
Ama bugün geçmişte yaşamadığımız kadar toplumun çok geniş bir kesiminin hayatları acımasızca ve kolayca harcanabilir hale getirildi. İşsizlik, güvencesizlik, yoksulluk kurumsallaştırılıyor. Para edebilecek her şey piyasalaştırılırken insanlar tektipleştirilmek isteniyor… Din devletinin taşları hızla döşeniyor. Toplumun farklı sesleri, renkleri, davranışları adeta hafızalardan silinmek isteniyor. Çaresiz, yalnız ve güçsüz bırakılan çevreler geleceklerini, kurtuluşlarını dini referansların esas alındığı ortamlarda bulmaya zorlanıyor.
Oysa, egemene itaati de öngörse, lidere biat, haksızlığa ve adaletsizliğe rıza dini öğretilerle sağlanmaz. Eşyanın tabiatına aykırı bir çabadır bu. “Kölene iyi davran” “kader” “fıtrat” açıklamaları ile eşitsizlik ve sömürü düzeni son bulmaz. Saraylara sığmayan zenginlikler, sonsuz keyfiyet, insan ve doğa kıyımları hesapsız kalmaz…
TEKTİPLEŞTİRİLEMEYENLERİN SORUMLULUĞU
Kuşkusuz ki bu gidişin bir sonu olacaktır. Ama bütün bu olan bitene muhalif siyasi oluşumlar ve yurttaşlar, dışlandığını, sömürüldüğünü, düşman ilan edildiğini yaşayan herkes, kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ve dayanışma içinde olabilecekleri demokratik bir platformunun oluşumu iradesini ortaya koyamadıkları ve bu oluşum için çaba sarf etmedikleri sürece ezayı ve cefayı belirsiz bir geleceğe kadar yaşamaya devam edeceğiz.
Ülkemizi geleceğe tektipleştirilemeyenler taşıyacaktır. Yeter ki dayanışma ve birliktelik içinde despotizme, her türlü dayatmaya, eşitsizliğe, sömürüye karşı mücadele ederek kendimizi ifade edebileceğimizi, özgünlüğümüzü geliştirebileceğimizi ve güvende olabileceğimizi görelim… 31.05.2016