2021 yılı Haziran ayında bir savaş örgütü olan NATO zirvesine de taşınan iklim değişikliği sorunu, askeri operasyonlar ve etkinliklerde daha az emisyon salınımının sağlanmasının hedeflendiği açıklandı. Yine geçtiğimiz yıl Temmuz ayında AB İklim Yasası’nın hazırlanmasına yönelik hedefler ortaya konulmuş; Kasım ayında ise Glasgow’da (COP26) Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı toplantısı yapılmıştı.
Eleştiriler, hayal kırıklıkları, savaşlar dahil ekosistemin geri dönüşümsüz tahribatlarından pek de kolay vazgeçilmeden ilerleyen uluslararası süreç, ülkemizde de benzer pratiklerle, oldukça göstermelik, ağır aksak atılan adımlara tanık oldu. Merkezi yönetimimiz oyalanmakta sakınca görmediği Paris İklim Anlaşması’nı 6 yıl sonra Ekim 2021 de onayladı. 2053 yılı için net sıfır emisyon hedefi ilan etti. Şubat 2022 tarihinde İklim Şurası düzenledi. Sırada İklim Kanunu olduğu duyuruldu.
İstanbul Sözleşmesi gibi atılan imzalardan rücu etmekte sakınca görmeyen, hem savaş politikalarının tarafı olan hem de göçmen politikasında elde edeceği hibeleri hesap eden AKP yönetimini motive eden öncelikli olgunun, AB Yeşil İklim Fonundan kaynak olarak sağlanacak 3 milyar 157 milyon doların hükümet politikalarında değerlendirmek olduğu yapılan resmi açıklamalardan anlaşılmaktaydı.
Merkezi yönetimin pazarlıkçı ve ağırdan alan tutumuna paralel olarak yerel yönetimler ve yerel dinamikler de konu ile ilgilenmeye başlamışlardı. Küresel iklim değişimi/ iklim krizi konulu etkinlikler özellikle geçtiğimiz yıldan itibaren Antalya’da da yoğunlaştı. Kamu kuruluşları, Belediyeler, Meslek Odaları, Dernekler iklim sorununu daha sık gündemlerine almaya başladılar.
Örneğin 12-13 Kasım 2021 Tarihlerinde Muratpaşa Belediyesi tarafından +0,5 Akdeniz’in Geleceği İklim Değişikliği Çalıştayı yapıldı. Sonuç bildirgesi tüm kurum ve kuruluşların zaman kaybetmeden iklim değişikliği eylem planı oluşturmaya ve uygulamaya davet edildi ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin azaltılması için yapılacak ilk işin karbon salınımını düşürmek olduğunun altı çizildi. Sembolik çevre temizliği yapıldı.
ATSO, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Meslek Odaları, Sivil Toplum Örgütü temsilcileri ve akademisyenlerin katılımı ile 9 Aralık 2021 tarihinde “Antalya Çevreci Dönüşüm Çalışmaları Tanıtım Toplantısı” yaptı. Ortak çalışmalar ile “1. Antalya Çevreci Dönüşüm Çalıştayı” yapmaya karar verdiler. Şubat ayındaki toplantılarında Antalya'nın su yönetimi, atık yönetimi, hava kalitesi, ulaşım, enerji, kentleşme, afet riski, tarım, turizm, sanayi, biyoçeşitlilik, döngüsel ekonomi, çevre eğitimi konularında belirledikleri 13 çalışma grubu ile Çalıştay hazırlıklarına devam ettiklerini duyurdular.
Geçtiğimiz ay içinde ise Antalya Büyükşehir Belediye’sinin TSE tarafından 'İklim Dostu Kuruluş' belgesini alan ilk belediye olduğu haberi paylaşıldı. “Bundan sonraki hedefin iklim dostu kent olduğu" belirtildi. Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanlığı bünyesinde kurulan İklim Değişikliği ve Temiz Enerji Şube Müdürlüğünün Antalya'nın karbon ayak izi envanterinin çıkarılması, sürdürülebilir enerji eylem planının yürütülmesi, iklim değişikliği uyum stratejisi ve eylem planının hazırlık çalışmaları yaptığı, hedeflerinin düşük karbon yoğunluğu ile yüksek yaşam kalitesine ulaşmak olduğu açıklandı.
Bu arada Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı aracılığı ile Sürdürülebilir Enerji Eylem Planı (SEAP) hazırladıklarını ve şimdi de (SECAP) yani Sürdürülebilir Enerji Eylem ve İklim Uyum Planını hayata geçirmek üzere 27.Nisan 2022 tarihinde online Çalıştay düzenledi. Çalıştay, uyum planı çalışmaları kapsamında hem kurum ve kuruluşların konuyla ilgilenmelerini sağlamak, hem de küresel ısınma önlemlerine yönelik görüş, anket/veri sağlamaya yönelikti.
(ANSİAD) Antalya Sanayici ve İş İnsanları Derneği ise iş çevreleri, çevre üniversiteler, meslek odaları ile birlikte iklim değişikliğinin ve alınmakta olan önlemlerin sektörleri nasıl (olumlu/olumsuz) etkileyeceği, sosyo/ekonomik yapıda meydana getirmesi muhtemel değişiklikleri, altyapı ihtiyacı ve finansmanı, yönetim anlayışının değişmesi, bu değişikliklerin insan hayatında yaratacağı etkilerin tartışılacağı konular ile ilgili, senenin sonunda bir zirve düzenleyeceklerini, “Antalya İklim Krizine Karşı Birleşti” sloganı ile açıkladılar.
12-15 Mayıs 2022 günleri arasında da, Dünya İklim Gününü de içine alacak şekilde Muratpaşa Belediyesi, 3. sünü düzenleyeceği, “İklim ve Her Şey” sloganıyla “Çevre Festivali” düzenleyecek.
Sloganlar serinletici ama küresel ısınma kavurucu ve ölümcül etkileriyle hızla ilerlemeye devam ediyor.
İklimdeki değişikliğe ve küresel ısınmaya dikkat çekebilmek, bu konuda kamuoyunda farkındalık yaratabilmek için her yıl 15 Mayıs günü Dünya İklim Günü olarak kutlanıyor.
Antalya’da da Ekosistem ve İklim krizi konularının söyleşi, forum, sempozyum, konser gibi toplantı ve etkinliklerle sıklıkla ele alınır hale gelmesi, düşünmeyi ve tartışmayı sağlaması, nasıl önlem alınması gerektiği konusunda tutum geliştirme çabaları elbette sevindirici.
Ama belirtmek gerekir ki yerel bazda göze çarpan bu etkinlik konuları iklim ve doğa bilimcilerinin 50 yıldan uzun bir süredir dünya kamuoyunda ve çeşitli alanlarda çok çeşitli yönleriyle dikkat çektikleri, tartışılmasını sağladıkları ve bütünlükçü, kapsamlı ve radikal tedbirlerin bir an önce hayata geçirilmesi gerektiğine ilişkin çağrılarda bulunmaya devam ettiği de ayrı bir gerçeklik.
Ne yazık ki gecikmenin “ölüm” anlamına geldiği, artık kapılarımızdan içeri girmeye başlayan felaketlerin daha sıklıkla ve daha yaygın acı sonuçları/maddi manevi zararlarıyla yaşanmaya başlanması, alınması gereken tedbirlerin önemini/hayatiyetini artırıyor.
Yukarıdan aşağıya sıklaşan toplantılar, uluslararası bildirgeler, sözleşmeler, taahhütler ve devletler düzeyinde teşkilat şemalarında gündeme gelen değişiklikler, İklim Değişikliği Bakanlığı, Genel Müdürlük, Şube Müdürlüğü kadroları silsile halinde yerel yönetimlerde de kendini göstermesi boşuna değil elbet.
Ancak bu sürecin bütün bir toplumu ve kamu maliyesini ilgilendiren bir başka boyutu daha var. Küresel ölçekte oluşturulan fonlarla birlikte, ulusal ve yerel düzeyde de bundan yararlanma şartları oluşturulmak isteniyor. Küresel ısınma önlemleri olarak gerçekleştirilmek istenen teknolojik değişimlerin üretimi ve serveti artırırken ve bu artışın mevcut egemen aktörlerde toplanması istenirken, neden olacağı yoksullaşma, yeni çevresel olumsuzluklar görmezden geliniyor.
Örneğin, Antalya Büyük Şehir Belediyesi’nin Avrupa Birliği Fonu ile yer aldığı Horizon 2020 MAtchUp / akıllı şehir projeleri de bu kapsamda yürütülüyor.
Hatırlanacaktır, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi konusunda önerilen model kabul edilmeden AB fonlarından yararlanma imkanı tanınmıyor. 1990 yıllarındaki alt yapı ve içme suyu yatırımı için Avrupa Yatırım Bankası ve Dünya Bankası şartları ile temin edilen kredi de aynı amaca hizmet etmişti. Böylece Antalya’nın alt yapısı ve su işletmeciliğinde o günlerden bugüne piyasa şartları esas alınıyor. Kentin Hafif Raylı Sistem yatırımında kullandığı kredi şartları da bunu gerektiriyor. Sahillerimizin kullanımları, kamusal alan tahsisleri, yap işlet devret modelleri hepsi kamusal kaynakların piyasaya transferi amacına yönelik, sermaye hareketinin kendini yeniden üretmesi, şirketlerin/ özel kişilerin zenginleşme aracı olması amacını taşıyor. Kamusal çıkarlar, yurttaşların ortalama alım gücü ve kamusal alanlardan ve kamusal hizmetlerden serbestçe yararlanma imkanları düşünülecek en son seçenekler arasında yer alıyor.
Bu durum merkezi yönetimden başlayarak yerel yönetimlere kadar yapılanma ve hizmet anlayışının özünü oluşturmaktadır.
Şimdilerde Antalya Büyük Şehir Belediyesi küresel ısınmaya yönelik alınacak önlemler, geliştirilecek alternatiflerin tespiti, uygulanması ve takibi işleri için kullandığı fon da şirketlere transfer etmek şartıyla kullanabiliyor.
Anlaşma yapılan şirketler (Sampaş, Demir Enerji, Taysim) ve ayrılan bütçe ile alt yapı, enerji, su, aydınlatma, çevre, güvenlik, sağlık, akıllı ev ve entegre teknoloji çözüm uygulamalarında yer alacak üretici/tedarikçi/taşaron şirketler son birkaç yıldır bu pazarda pay kapmanın arayışı içindeler.
Yerellerdeki küresel ısınmaya yönelik hareketlenmeleri, bu çerçevede değerlendirmek çok daha sağlıklı ve gerçekçi olacaktır. Zira, Antalya’nın da diğer kentlerimizin yerel yönetimi ve yerel belirleyicileri gibi devletin ekonomik ve siyasi yasalarınca belirlenen politikaları yansıtan ve ekonomik gelişmeler üzerinde etkide bulunması istenen bir bütünün/ aynı angajman ve bağımlılık ilişkilerinin parçalarıdır. Bu bakımdan mevcut devlet yapılanmasından ve işleyişinden bağımsız ele alınmaları mümkün değildir.
O nedenle, merkezi yönetiminin konu ile ilgili yeni düzenlemelere yönelik adımlar atmaya başlaması ile birlikte, yerellerde de, iklim krizi kavramları ile tanışma, uyum sağlama, nelerle karşılaşılacağı hakkında değerlendirmeler yapma ve iş çevreleri için de bu pazarda yerini alma ihtiyacı/konsepti içinde yürüyen bir hareketlilik söz konusu olduğunun altı çizilmesi gerekiyor.
Tam da bu nedenlerle küresel ısınma sorununun tek başına mevcut statükonun belirleyicileri, takipçileri ile ele alınamayacağının ifade edilmesi, başka bir hayatın mümkün olduğunun mücadelesi içinde yer almanın kaçınılmazlığını savunmak gerekiyor.
Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunda da belirtildiği gibi tüm insanlığı/yerküreyi/ gezegeni kapsayan bir var oluş mücadelesi verilmesi gerekiyor.
Bu mücadele, iklim sorunlarına neden olan mevcut siyasi/ekonomik yapının aktörleriyle sürdürülmesini savunan anlayışların/çevrelerin beklentileriyle başarıya ulaşma şansı olabilir mi ?
Başka bir deyişle küresel ısınmanın asli faili olan bu aktörler, yani kamusal faaliyetleri piyasa koşullarına göre yürütmek üzere yönlendirilen kamusal kuruluşlar ile her türlü kamusal faaliyeti yalnızca birer zenginleşme aracı olarak ele alan şirketler, küresel ısınma(ma) hareketlerinde ne kadar etkin ve kalıcı olabilirler ve ne kadar toplumsal ihtiyaçları bütünlükçü bir yaklaşımla kamusal çıkarlarımızı esas alarak hareket edebilirler ?
Sorgulanması, yanıtlanması gereken öncelikli sorular bunlardır.
ANTALYA’NIN KÜRESEL ISINMA ÇIKMAZI
Antalya'nın kent kimliğini tarihsel ve doğal değerleri oluşturmaktadır.
Tarım, ticaret ve hizmet faaliyetlerine eklenen ve 1960-1970 yıllardan itibaren mevzuatta ve pratikte artan hızla kendini gösteren turizm yatırımları Antalya’nın gelişimine damgasını vurmuştur.
1950'lerde 50.000 olan nüfus, Türkiye'deki nüfus artış hızı en yüksek kent ünvanı ile günümüzde kent merkezi 1.400.000 olmak üzere, 2.700.000’ lere ulaşmıştır.
Antalya’nın turizm politikalarıyla hedeflenen ve kentleşme sürecine esas karakterini veren yatırımlar kapitalist yeniden üretim koşullarının geliştirilmesine yönelik olmuştur. Bu yolla ülkeye döviz girdisi sağlanacak, toplumun refah düzeyi yükselecektir. Doğal olarak bu tercihin toplumun ihtiyaçları ve kamusal çıkarları bir bütün olarak ele alma yeteneği, çevresel ve tarihsel değerleri koruma iradesi yok denecek kadar zayıftır.
O nedenle planlanan alanlar da dahil olmak üzere, çıkar çevrelerinin ilgi alanına giren bütün çevresel değerlerin önlenemez bir şekilde tahrip edilmesi, plan dışı yapılaşmaların ve özel çıkarlara dayalı kullanımların fırsat kollandığı bir kent haline getirilmiştir Antalya.
Hiç kuşku yok ki bu sonucun öncelikli sorumluları geçmişten bugünlere merkezi ve yerel iktidar odaklarının birbirlerini tamamlar bir şekilde izledikleri ve çıkar çevrelerini kollayan politikalarıdır. Planlama ve koruma ilkelerinin hayata geçirilmesinde kararlı davranmamaları, ihlallerin bizzat failleri olmaktan uzak kalamamalarıdır. Siyasi istikballeri adına devlet destekli veya yakın çevrelerindeki özel beklentilerin önünü açmaları, usulsüzlüklere göz yummaları ve kılıfına uydurulan düzenlemeleri alışkanlık haline getirmeleridir.
Ne yazık ki döviz gelecek, refaha seviyemiz artacak, uçuşa geçeceğiz gibi akıl ve bilim dışı söylemler, kollanan çevrelerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” uygulamalarının dayanağı olmuştur. Antalya, ancak nüfuzu ve parası olanların gönlünce yaşayabileceği, mekânsal bölünmüşlükleri, sosyal, kültürel dışlanmışlıkları kurumsallaştıran bir kent kimliğine bürünmekten kurtulamamıştır.
Bu kimlik onu yaşam alanlarını tüketen, havasını, suyunu, toprağını kirleten, tahrip eden, her türlü değerini, ormanlarını, sahillerini, tarım arazilerini, korunması gereken çevresel ve tarihsel alanlarını paraya tahvil etmekten başka bir seçenek düşünemeyen yolun sonuna getirmiştir.
Geriye doğru baktığımızda Antalya, 12 Eylül dönemi ile birlikte yokuş aşağı bir konumlanışa geçmiş, AKP dönemi ile birlikte de makarasından boşalırcasına kentsel yaşamın ticarileştirilmesi, kamusal zenginlik kaynaklarının talanı ve çevresel değerlerin geri dönüşümü imkansız tahribatlarına sahne olmaktadır.
Ancak askeri diktatörlük anlayışının hüküm sürdüğü koşullarda yapılabilecek olan, Lara Kıyı Bandındaki 100 mt.lik "Doğal Sit Alan Sınırı” bir otelin talebi üzerine 30 mt. ye indirilmiş ve Lara Kıyı yolunun güzergahı değiştirilmiştir. "Turizmi Teşvik Yasası" kapsamında Turizm Bakanlığına plan değişikliği yetkisi verilirken; yine aynı dönemde çıkarılan ve halen yürürlükte olan İmar Kanunu ile yerel yönetimlere tanınan plan yapma, değiştirme yetkilerinin merkezi yönetim ile el ele her türlü kötüye kullanımların önünün açıldığı görülmüştür.
Aklıselim hiçbir yönetim anlayışının yapmak istemeyeceği, kendi kendinin çukurunu kazma pratiklerinin ilk işaret fişeklerini atan 12 Eylül darbesi ile zora dayalı olarak yolu açılan neo liberal politikalar, ardıllarınca da fütursuzca uygulanmaya devam edilmiştir.
Yaşanan bu süreçte, kamu otoritesinin zor ve baskısı altında tutulan muhalif çevreler dışında, toplumun hemen bütün kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkü ile orantılı olarak gelişen rant düşkünlüğü, nemalanma beklentisi, kenti tüketen rızanın ve desteğin toplumsal tabanını oluşturmuştur.
Antalya siyasetinin esas anlamı, siyasi vaatlerin, onlara destek vermenin yegane kriteri iş (kenti) bitiricilik ile özdeşleştirilmiştir. Kamu görevlileri, siyasiler, yatırımcılar, mülk sahipleri, cemaatler, hemşeriler, kooperatifler, dernekler, yerlisi, dışarılısı demeden hep beraber oluşturulan lobilerle nasıl daha da fazlasını elde edilebileceğinin ve aynı zamanda tarım alanlarını, ormanları, sulak alanları, sahilleri ve korunması gereken kamusal alanları nasıl bir an önce imara açabileceklerinin yol ve yöntemlerini geliştirmenin uğraşısı içinde olmuşlardır.
Kent yönetimlerinin öncelikli kaygıları ve yanıt aradığı sorular, turizm alanı, konut alanı kimdir bunun sahibi ? Emsal uygulamaları, subasman kodu, bodrumla, çatıyla artırılan kat sayıları olmuştur.
Nitekim sonraki dönemlerdeki hiçbir yasa değişikliği, sağlanan hiçbir kolaylık yeterli görülmemiştir. O nedenle merkezi veya yerel yöneticiler, yatırımcılar, finansörler, tedarikçiler, mülk sahipleri ve piyasacı siyasetçilerin koalisyonu nüans farklılıklarını da bir kenara bırakarak artık hepsi aynı yönde ve aynı yolda yürümeye başlamışlardır.
Küresel sermayeyi kentimize çağırma seansları, 12 Eylül dönemini aratmayan tek adam yönetim anlayışına geçiş; ne yasa, ne mahkeme kararı, ne planlama ilkeleri, ne kamusal çıkarlar, ne toplumsal ne de doğal ve tarihsel değerler…, hepsi yaşam alanlarını hiçe saymanın, keyfiliklerin, oldu bitti dayatmaların içtihatlarının oluşturulmasında, içi boşaltılması gereken kavramlar/formaliteler olarak ele alınır hale getirilmiştir.
Mevcut siyasi ve ekonomik yapı, kenti ve kent planlamasını rant ekonomisinin bir parçası haline getirmesi nedeniyle planlama da, turizm politikaları da kısır döngüye dönüşmüş durumdadır.
Her sene daha fazla yatak, daha çok turist, daha fazla döviz hedefi, daha fazla cazibe alanı, daha fazla nüfus, daha çok yerleşim, daha fazla imara açılması gereken alanlarla birlikte, ÇED’i umursamayan taş ocakları, HES’ler, daha fazla fosil yakıt tüketimine dayalı yatırımlar… İnsafsızca kirletilen tüketilen, talan edilen eko sistemi ile ülkemizin pek çok yöresinde yaşandığı gibi Antalya da kazandıkça tüketilen bir kent haline getirilmiştir.
ANTALYA’NIN KÜRESEL ISINMA SORUNUNA KATKILARI
Siyasi iradenin dere, tepe, sahil, orman, sulak alan, verimli toprak, ekolojik dengeyi dikkate almayan tahsisleri, ihaleleri ve yatırımları sonucunda bütün bir ülkeyi tarumar etmekte olduğu zamanları yaşamaya devam ediyoruz.
Küresel boyutta yaşanan iklim krizinin tezahürleri de ülkemizin pek çok yerinde, olağan dışı iklimsel değişiklikler, kuraklık, şiddetli yağış, sel, fırtına, çığ, taşkın, hortum, orman yangınları gibi felaketlerle kendini gösteriyor… Antalya’nın Akdeniz havzasında yer almasından dolayı deniz ve kıyılarının iklim değişikliğinden etkilendiği konusunda elde edilen bulgular da konunun önemini ve ciddiyetini ortaya koyuyor.
Nitekim doğa olaylarına bağlı yaşanan ölümlü, maddi ve manevi zararlara neden olan gelişmeler yaşam koşullarımızı, ekonomik ve sosyal hayatımızı doğrudan ilgilendirmektedir. Bu gelişmelerin insan faaliyetleri sonucunda yaşandığı konusunda da artık bir tereddüt bulunmamaktadır.
Hepimizin farkında olduğu gibi Antalya’nın da çarkları fosil yakıt kullanımı ile dönüyor.
Yoğun sezonlarda kaç saniyede piste inip havalandığı hesapları yapılan uçaklar, ülkenin en çok motorlu araçlarının kayıtlı olduğu iller arasında olması, artan nüfus ve korunması gereken alanların imara açma yarışı, ormanlar, tarım alanları, sulak alanlardaki yapılaşmalar, göl ve derelerinin kuruması, orman yangınları ve yoğun ağaç kesimleri karşısında acil önlemlerin geliştirmekte gecikilmesi Antalya’da daha da yaygın zararlar ile karşılaşılmasının kaçınılmaz olacağının altı çiziliyor.
Ayrıca Avrupa’da Antalya gibi üzerinden uçak uçan kentler olmadığı; Eski uçakların hava alanına inişine izin verilmediği; Rusya ve ondan ayrılan ülkelerin Türkiye ilgisindeki en önemli etkenlerden birisinin de bu olduğu belirtilmelidir.
Yüksek çekim gücüne sahip olan Antalya bir yandan yatay ve dikey yönde gelişen yapılaşmaları ile birlikte, nüfus artışı, yoğun araç trafiği, çevre kirliliği ile adeta bir “ısı adası” gibi atmosfere CO2 salınımında pek çok kente göre açık ara önde olmalıdır.
“Dünya Kenti” , “Turizmin Başkenti” yakıştırmalarının gerçekle alakası olmadığı ilgili bütün çevrelerce bilinmektedir. Ama bu söylem sular kenti Antalya’yı su kaynaklarından mahrum bırakmıştır. Ormanlarının, yeşil alanlarının, sulak alanlarının, kuş cennetlerinin ve tarım arazilerinin kaybedilmesine neden olmuştur. Her alanda kullanılmaya başlanılan kimyasallarla, gıda güvenliği başta olmak üzere sağlıklı yaşama koşullarından uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle atmosfere CO2 salınımının etkisini azaltacak zenginlik kaynaklarından da hızla yoksunlaşması devam etmektedir.
Dünya Sağlık Örgütüne göre yerleşimlerde nüfusa göre minimum yeşil alan oranı %9' olması gerektiği belirtilmektedir. İmar kanunumuza göre bu oran en az % 10 m2 dir. Antalya kent merkezinde ise bu oranın % 4 civarında olduğu akademik çalışmaların tespitleri arasında yer almaktadır. Bu hesaplamaya refüjlerdeki ağaçların, fidanların da dahil edilmesi sonucu değiştirmemektedir.
Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporuna göre kentsel yapılı çevre, yıllık küresel sera gazı emisyonlarının %75 inden sorumlu, binalar ise tek başına bunun % 39 unu oluşturmaktadır. Küresel enerjinin %36 sının binalara ayrıldığı ve küresel emisyonların % 8 inin yalnızca çimentodan kaynaklandığı açıklanmıştır.
Antalya’nın kent merkezinin adeta bir beton tarlasına dönüştürülmüş olması aslında küresel ısınma konusunda da dünya kentleri arasına girebileceğimizin açık görüntüleridir.
O nedenle asfalt kutlamaları, imar şenlikleri düzenleyebilen, ülkenin en azgın deresinde yat limanı yapmayı düşünebilen, olmadı setlerle yapılan göletin kıyı erozyona neden olmasına seyirci kalınabilen, taşkın alanlarını imara açabilen, falezlerdeki yapılaşmalara rağmen fok balıklarını mağaralara davet eden, yoğun yapılaşmalarla diştaşlar, masa dağı gibi doğal yapıyı bozmayı övünç kaynağı haline getiren zamane yönetim anlayışları ile küresel ısınma hızını aşağıya çekmek pek mümkün görünmüyor.
Yakın geçmişte kentsel dönüşüm adı altında SURYAPI tarafından inşa edilen, beton satıhdan sonra, sırada bekleyen çok daha devasa bir alana sahip KIRCAMİ bölgesinde uygulanmak istenen imar planı bulunuyor. Bu haliyle yapılaşma faaliyetlerinin başlaması, küresel ısınma konusunda yapılmaması gereken hemen hemen bütün başlıkların hayata geçirilmesini de sağlanmış olacak.
Uzmanlık kuruluşlarının bu bölgenin planlarına yönelik itirazlarından anlaşılacağı üzere,
Yoğun yapılaşma, beton bloklar, artan nüfus; ulaşım bağlantılarındaki sorunlar, yoğun trafik;
doğal eşiklerin korunmaması, doğal yapı ile uyumsuzluk, kullanışsız yeşil alanlar, tarıma veda;
arkların/su yollarının korunmaması, hali hazır yolların dikkate alınmaması nedeniyle sel, taşkın gibi iklimsel ve çevresel riskler; bölgenin jeolojik yapısı ve su yollarının varlığı gözetilmeden fosseptik uygulamaları öngörülmesinin neden olacağı çevresel ve sağlık riskleri yetmiyormuş gibi planda kişiye özel olarak yer verilen fosil yakıt /petrol-gaz satış istasyonu….
Merkezi ve Yerel yönetimlerin bir yandan sürdürdükleri sıfır atık, akıllı kent uygulamalarının, iklimsel ve doğal yapı gözetilmeden teşvik edilen imar planlamaları düşünüldüğünde boşa kürek çekildiği düşüncesine kapılmamak mümkün değildir.
Aynı şekilde Antalya Büyükşehir Belediyesinin, merkezi yönetim projesi olarak Antalya Alanya otoyolunu kent planlarına işlerken neden olacağı doğa tahribatı, kirlilik, onca motorlu aracın neden olacağı titreşim ve atmosfere kesintisiz CO2 salınımını hesap etmemesi, tarım alanlarına vereceği zararı, yol kenarları boyunca yeni yerleşim alanlarının oluşacağını öngörememesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Fosil yakıt kullanımını teşvik eden planlar hayata geçirilirken, ormanlar, tarım alanları imara açılırken, onlarca viyadük bağlantılı otoyol geçirilmesine destek verilirken, alternatif enerji temini uygulamaları ile küresel ısınmaya karşı önlem geliştirmenin mümkün olamayacağı çok açık. Ama bu haliyle söz konusu teknolojik değişimlerin imalatçı ve tedarikçi firmaları zenginleştirmeye daha çok yarayacağı da ortada.
O nedenledir ki küresel ısınmanın başlıca nedenlerden biri olarak görülen enerji sorununun, teknolojik değil, kültürel olduğunun altı çizilmektedir.
Antalya örneğinde de görülebileceği gibi bir yaşam biçimi olarak daha fazla kar, daha fazla döviz kazanımı hedefi ile sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir. Aksine enerji verimliliğini esas alan, daha eşitlikçi, daha kamucu, doğa ile barışık ve onunla birlikte sürdürülebilir bir ekonomik modelin savunuculuğu ve uygulamaları ile tüketim çılgınlığına da, doğa tahribatlarına da son vermek mümkündür.
Ama ne yazık ki halen bu yönde adım atılmasının önünü tıkayan egemen güçler, bütün karşı çıkışlara ve itirazlara rağmen küçük bir azınlığın beklentilerine göre yol almakta ısrar ediyorlar.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ETKİLERİNE KARŞI
VAROLUŞ MÜCADELESİ
Hükûmetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Birleşmiş Milletlerin iki örgütü olan Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından 1988 yılında insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliğinin risklerini değerlendirmek üzere kurulmuştur.
IPCC 28 Şubat 2022 tarihinde, 67 Ülkeden 270 bilim insanının katkılarıyla “İklim Değişikliği 2022: Etkileri, Uyum ve Kırılganlıklar” başlıklı raporunu yayımlamıştır. 195 Hükümet tarafından onaylanan raporda iklim değişikliğinin etkilerinin her geçen gün dünya üzerindeki tüm canlılar için daha kötüye gittiğini, tahribata neden olmadığı bölge kalmadığını vurgulamıştır.
Raporda sera etkisi yapan gaz salınımlarının acil olarak azaltılması, iklim değişikliğinin etkilerine karşı uyum önlemlerinin alınması ve en kırılgan grupların korunması çağrısı yapılmıştır. Raporu değerlendiren Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, "Bazı hükümetler ve büyük şirketlerin söyledikleriyle yaptıkları arasında büyük farklılıklar var. Açıkçası yalan söylüyorlar ve bunun sonuçları korkunç olacak" demiştir.
Aşırı hava olayları ve felaketlerden uzak kalabilmemiz için sıcaklık artışını 1,5 derecede sınırlandırılmasının kaçınılmazlığı ortaya konulan IPCC raporuna göre, “…küresel enerji üretimimizi, endüstrilerimizi, ulaşım yöntemlerimizi, tüketim alışkanlıklarımızı ve doğa ile ilişkimizi tamamen değiştirmemiz gerekiyor. Üretilen, tüketilen her şeyden ortaya çıkan karbon salımlarının en geç 2025 yılından sonra düşüşe geçmesi ve tüm dünyanın 2050 yılına kadar net sıfır hedefine ulaşması hayati önem taşıyor…” tespitlerinde bulunmuştur.
Bilim insanları, sıcaklıklardaki artışın 1,5 derece düzeyinde tutulmasının tehlikeyi azaltacağını belirtiyor. 1,5 derecenin üzerinde ısınma ile deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı hava olaylarının artması, biyolojik çeşitlilik kaybı, bazı türlerin yok oluşu, gıda kıtlığı ve milyonlarca insan için ekonomik ve sosyal koşulların kötüleşmesi ve benzeri felaketleri beraberinde getireceği söyleniyor. Halihazır ısınma eğiliminin sürmesi halinde, bu yüzyılın sonunda sıcaklıkların 3 ile 5 derece arasında artacağı tahmin ediliyor. Bu nedenle Antalya’nın yakın bir gelecekte önce Kahire gibi, daha sonra yaşanmaz bir kent haline geleceği belirtiliyor.
Söylenen yalanlar ve sonuçlarının korkunçluğu şimdiden yaşanmaya başladığı gibi öncelikle en kırılgan grupları vuruyor. Yoksullar, korunaksızlar ve dışlananlar her zaman olduğu gibi ama bu kez çok daha fazla artan oranlarda eşitsiz yaşam koşullarının öncelikli kurbanları olmaya devam ediyorlar. Ancak bu süreç böyle devam ederse eninde sonunda zenginler, egemenler, kendini muktedir görenler ve bunlardan medet umanlar hep birlikte dünyanın sonunu getirmiş olacaklar.
Bütün çevrelerce mutabık kalınan konu atmosferde sera gazı etkisi ile süren yaşam dengesi artık bozulmuş durumda. Sanayi devrimi ile birlikte başlayan ısınma döneminin, olağan ısınma sürecinden farklı olarak, tamamen insan faaliyetleri sonucunda, giderek yaşam koşullarının ortadan kalkmasına neden olacak bir seyir izlediğinin altını çiziliyor.
Belirlemelere göre enerji sektörü, küresel sıcaklığın artmasına yol açan sera gazları salınımının yüzde 75'inden sorumlu. Bu nedenle, iklim değişikliğiyle mücadele hedefleri arasında, fosil yakıt kullanımının sona erdirilmesi girişimleri başı çekiyor. Enerji tüketiminin büyük çoğunluğunu karşılayan, yakıldığında karbondioksit ve diğer sera gazlarını atmosfere salan kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar çoğunlukla elektrik üretiminde, ulaşımda ve ısıtma amacıyla kullanılıyor. Ama ne yazık ki halen fosil yakıtlarla enerji üretimine yönelik büyük yatırımlar yapılmaya devam ediliyor…
Aynı şekilde endüstriyel tarım ve hayvancılık, ormansızlaşma politikaları, hava, toprak ve su kirliliğinin artmasına neden olan kimyasal kullanıma dayalı pratikler de iklim krizinin, canlı türlerinin kaybının önde gelen sebepleri olarak gösteriliyor.
Yerkürenin, gezegenin ve dolayısıyla tüm canlıların varlık/yokluk girdabına girmesine neden olan ve bu sarmaldan çıkışın önünde engel teşkil eden, her geçen gün daha fazla insan ve doğa kıyımına neden olan söz konusu insan faaliyetlerinin menşei ve motivasyon nedenlerinin kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerine dayalı olduğu konusunda herhangi bir tereddüt bulunmuyor.
KÜÇÜK BİR AZINLIĞIN KÜRESEL TEHDİDİ
Küresel sermayenin devletler ve piyasalar üzerinde sahip olduğu güç, hegemonyacı ve yayılmacı karakteri, toplumsal olanı ret eden, şirket ve özel menfaatleri esas alan politikaları, öngörülen önlemlerin hayata geçirilmesi önünde en önemli engel olduğu biliniyor.
Kamusal otoritenin desteğini de arkasına alarak daha çok kazanma, daha fazla kar, sınırsız güç ve yaygın pazar beklentileri ile hareket eden bu oligarşik yapı, geçmişten bugüne küresel ısınmanın esas sorumlusu aynı zamanda. Bu yaklaşımın öncelikle eşitsiz yaşam koşullarını derinleştirirken, kontrolsüz sanayileşmeyi, hesapsız enerji talebini, çarpık kentleşmeyi, ulaşımda, enerjide fosil yakıt kullanım ısrarını, sınırsız tüketim teşvikini, denetimsiz hayvancılık ve kimyasallara terk edilmiş tarımsal faaliyetleri ve ormansızlaşmaları, kısacası doğal olmayan yollarla atmosfere karışan karbon salımının denetimini büyük ölçüde imkansız hale getirdiğine kuşku duyulmamaktadır.
Bu küçük azınlık, egemenliğinin sürmesi, şatafatlarının ve keyfiyetlerinin kesintiye uğramamasının bedeli olarak kendi dışındakilerini, yaşamın dışına itmekte hiçbir sakınca görmemektedir. O nedenle iklim krizine karşı verilecek mücadele esas olarak, yukarıdan aşağıya bu oligarşik yapıya bağımlı olan, çıkar ilişkilerini sürdüren; toplumcu ve kamusal beklentileri bertaraf etmek isteyen, yaşam alanlarımıza göz dikenlere karşı olmalıdır.
Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)'nin 4 Nisan'da yayımladığı rapora göre, dünya genelinde enerji üretimi ve tüketiminde fosil yakıt çağı mutlaka sona ermelidir. Kömür üretimi ve kullanımı kalıcı olarak terk edilmeli, kömürlü termik santrallerin devre dışı bırakılarak temiz enerji kaynaklarına yönelmelidir.
Gelin görün ki fosil yakıtların hızla terk edilmesi konusunda etkin ve güvenilir yollar hala tartışmalı haldedir. Raporda seyahat, beslenme, barınma alanlarındaki enerji taleplerinin azaltılması ve düşük karbonlu yaşamın teşvikinin sağlanması gerektiği belirtilmektedir. Ama iklim değişikliğiyle mücadelenin yüksek maliyetli olduğu savıyla zaman kaybına neden olan çevreler var. Oysa raporda erteleme söz konusu oldukça önlem alma maliyetinin daha da arttığı ortaya konulmaktadır. Ve ne yazık ki hala fosil yakıtlara daha fazla finansman ayrılıyor ve hükümetler fosil yakıt sübvansiyonlarına hız kesmeden devam ediyorlar.
IPCC' raporunun can alıcı noktası, kişi başına en yüksek salıma sahip hanelerin yüzde 10'u, hane halkı tüketiminden kaynaklanan sera gazı salınımlarının yüzde 45'inden sorumlu. Yani dünyanın en zenginlerinin tüketimlerinin dünyaya ve insanlığa verdikleri zararın önüne geçilmesi durumunda neredeyse %50 oranında avantaj elde edilecek. Ancak bu çevrelerin ne yüksek refah düzeylerinden ne de yaşam standartlarından vazgeçme niyetlerinin olmadığı ortada.
Önerilen yenilenebilir enerji kaynakları olarak Güneş Enerjisi, Rüzgâr Enerjisi, Jeotermal Enerji, Hidroelektrik, Biyoenerji, Okyanus Enerjisi mevcut enerji ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu biliniyor. Aynı zamanda bugünün enerji yoğun kültüründe, hiçbir teknolojinin çevreye sıfır zararlı olmadığı tespitleri de söz konusu.
Küresel ekonomik sitemin kar amacı alternatif enerji alanında da geçerli. Söz konusu teknolojik değişimler üretimin ve servetin artmasına katkıda bulunmak üzere kullanılıyor. Aşırı tüketim teşviki, kaynakların eşitsiz dağılımı, toplumun değil piyasanın ihtiyaçlarının esas alınması ve bunlara bağlı olarak bölgesel savaşlar, salgın hastalıklar, yoksulluk, ırkçılık, istismar, ayrımcılık, göç, dışlanmışlık, çevresel etkisi düşünülmeyen yatırımların sürmesi “yeşil enerji” atılımlarının sonuç vermeyeceğini ortaya koyuyor.
Hiç kuşku yok ki esas olan doğaya uyumlu, eşitlikçi bir ekonomik modele sahip olabilmek. Halihazırda egemen olanın sürdürdüğü politikalar ve düzenlemeler onun egemenliğini pekiştirmeye yarıyor. Sorunumuz daha fazla konfor ve daha fazla kar değil, doğa ile barışık olmak ve doğa ile birlikte sürdürülebilirliğin sağlanmasıdır.
Bu hedeflere ulaşma için yerellerden başlayarak küresel bir dayanışmaya ihtiyaç olduğu çok açık. Dünyayı esaret altında tutan bu oligarşik yapıya karşı güçlü bir karşı çıkışla neo liberal politikalara son vermekten başka bir seçenek görülmüyor.